1. Britanya’nın Gözde Memuru: Lord Cromer
1882 yılında Britanya’nın Mısır’ı işgal etmesinin ardından, İngiliz hükümeti, Mısır’da yaşanan sorunları kontrol altına alabilecek ve uluslararası alanda tepki çekmeyecek bir yönetici arayışına girmiştir. Bu dönemde, Mısır’ın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunların başında mali sıkıntılar gelmekteydi. İngiltere, hem Mısır’daki mali meseleleri çözebilecek bilgiye sahip hem de bölgesel bağlamda deneyimli bir yönetici arayışı içerisindeydi. Bu bağlamda, Hindistan’da uzun süre görev yapmış ve Mısır hakkında önemli deneyimlere sahip olan Evelyn Baring, Britanya hükümeti tarafından Kahire’ye Başkonsolosluk görevine atanmıştır.
Evelyn Baring’in bu göreve atanması, onun Hindistan’daki deneyimleri ve Mısır’ın mali durumu üzerindeki bilgisi göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiştir. Daha önce Hindistan’da mali reformlarda önemli roller üstlenen Baring’in, Mısır’daki ekonomik krizleri ve idari zorlukları çözebileceği düşünülmüştür. Bu atama, aynı zamanda, İngiltere’nin Mısır üzerindeki kontrolünü güçlendirme stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Lord Cromer, 11 Eylül 1883 tarihinde resmi olarak görevine başlamış ve Mısır’daki İngiliz yönetiminin en önemli temsilcilerinden biri olmuştur.
Görev süresi boyunca Cromer, Mısır’daki mali krizlerin çözümüne odaklanmış, ülkenin gelirlerini artırmak ve borçlarını ödeyebilir hale getirmek amacıyla çeşitli reformlar gerçekleştirmiştir. Bu reformlar kapsamında, özellikle tarım sektörü üzerinde yoğunlaşmış ve sulama sistemlerinin modernizasyonu gibi projelere öncülük etmiştir. Bunun yanı sıra, Mısır’daki idari yapı üzerinde de etkili olmuş, merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve vergi sisteminin yeniden düzenlenmesi gibi konularda çalışmalar yürütmüştür. Ancak, bu reformlar bir yandan Mısır ekonomisini düzeltmeyi hedeflerken, diğer yandan İngiltere’nin Mısır üzerindeki nüfuzunu pekiştirmiştir. Bu durum, yerel halk arasında memnuniyetsizliğe yol açmış ve İngiliz varlığına karşı tepkilerin artmasına neden olmuştur.
Lord Cromer, Mısır’daki görevini yaklaşık 24 yıl boyunca sürdürmüş ve bu süre zarfında ülkenin idari ve mali yapısında kalıcı etkiler bırakmıştır. Ancak, Mayıs 1907 tarihinde sağlık sorunları nedeniyle istifa ederek görevinden ayrılmıştır. Cromer’in ayrılışı hem İngiliz yönetimi hem de Mısır halkı açısından bir dönüm noktası olmuştur. Görev süresi boyunca yaptığı reformlar, Mısır’da modernleşme çabalarına katkı sağlamış olmakla birlikte, İngiltere’nin Mısır üzerindeki kontrolüne karşı duyulan rahatsızlıkların da artmasına neden olmuştur.
Evelyn Baring’in Mısır’daki görevi, yalnızca bir İngiliz idarecisinin mali ve idari sorunlara çözüm üretme çabası olarak değil, aynı zamanda bir sömürge yönetiminin stratejik hamlesi olarak değerlendirilmelidir. Cromer’ın görev süresi, Mısır tarihinin İngiliz kontrolü altındaki en kritik dönemlerinden biri olarak hafızalarda yer etmiştir.
Lord Cromer, Eylül 1883 ile Mayıs 1907 tarihleri arasında Mısır’da resmen Britanya Başkonsolosu olarak görev yapmıştır. Ancak görev yaptığı sürede Mısır’ı perde arkasından bir sömürge valisi gibi yönetme gayreti içinde olmuştur. Britanya devlet adamı ve sömürge yöneticisi olarak tanınan Evelyn Baring esasen 1891 yılında aldığı Lord unvanından sonra Lord Cromer adıyla bilinmektedir. Mısır’ın Birinci Dünya Savaşı öncesindeki siyasi tarihinin yaklaşık çeyrek asrına damgasını vuran bir kişidir. Cromer, Mısır’da yalnızca Britanya hükümetinin temsilcisi olarak bulunmakla kalmamış, aynı zamanda fiilen ülke üzerinde güçlü bir otoriteye sahip olmuştur. Mısır’daki yönetimi, Britanya İmparatorluğu’nun çıkarlarını her şeyin önünde tutarak şekillendirilmiş ve ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal yapısında köklü değişikliklere yol açmıştır.
Lord Cromer’ın yönetimi sırasında, Mısır’daki pek çok önemli reform ve değişiklik, esas olarak Londra hükümetinin çıkarlarını pekiştirmeyi hedefliyordu. Özellikle Mısır’ın altyapı, ekonomi ve eğitim alanlarında yaptığı düzenlemeler, genellikle sömürücü bir karakter taşıyan politikalar olarak değerlendirilmiştir. Bu düzenlemeler, Mısır halkının çıkarları göz ardı edilerek, çoğunlukla Britanya’nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını ön plana çıkarmıştır. Mısır’ın doğal kaynaklarının sömürülmesi, iş gücünün ucuzlatılması ve ülke ekonomisinin Britanya İmparatorluğu’na bağımlı hale getirilmesi, Lord Cromer’ın yönetiminin temel unsurlarıydı.
Mısır’daki İngiliz kontrolünü sıkılaştırmaya yönelik uygulamaları, dönemin eleştirmenleri tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin temelinde, Cromer’ın Mısır halkının bağımsızlık ve özerklik taleplerini göz ardı ederek, ülkenin yönetimini tamamen Britanya’nın denetimi altına alması yatmaktadır. Ancak, bu olumsuz eleştirilerin yanı sıra Lord Cromer, idari becerileri ve Mısır’ı modernize etme çabaları nedeniyle Britanya hükümeti nezdinde büyük bir saygı görmüştür. Özellikle altyapı projeleri, tarım reformları ve eğitimdeki yenilikçi girişimleri, Mısır’ın modernleşme sürecine katkı sağladığı düşünülen unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Ancak, bu “modernleşme” süreci, çoğunlukla İngiliz çıkarlarına hizmet eden bir yapı içinde şekillenmiş ve yerel halkın çıkarlarını genellikle ihmal etmiştir.
Lord Cromer’ın Mısır’daki yönetimi, bir yandan Britanya için stratejik bir başarı olarak görülmüş bir yandan da sömürgeci uygulamaları nedeniyle yoğun eleştiriler almıştır. Cromer’ın Mısır üzerindeki etkisi, yalnızca siyasi bir yönetim anlayışından ibaret olmayıp, aynı zamanda ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını köklü bir şekilde değiştiren bir dönemi temsil etmektedir.
1.1. Lord Cromer’ın Yaşam Serüveni (26 Şubat 1841-29 Ocak 1917)
Lord Cromer, asıl adıyla Evelyn Baring, 26 Şubat 1841 tarihinde İrlanda’da, varlıklı ve soylu bir ailenin erkek evladı olarak dünyaya geldi. Aile geçmişi, onun hem sosyal hem de akademik anlamda iyi bir eğitim almasını mümkün kılmıştır. Eğitim hayatına özen gösterilen Baring, İngiltere’nin önde gelen eğitim kurumlarından biri olan Trinity College, Cambridge’te öğrenim görmüş ve burada edebiyat, sanat ve yönetim bilimi alanlarında kendini geliştirmiştir. Akademik başarısı ve analitik zekâsı, genç yaşta kamu hizmetine katılmasının yolunu açmıştır.
1861 yılında Britanya Kamu Hizmetine katılan Evelyn Baring, devlet idaresinde hızla yükselerek önemli pozisyonlarda görev almıştır. İlk olarak Hindistan Ofisi’nde kâtiplik yapmış, ardından Hazine Müsteşarlığı gibi daha üst düzey görevlerde bulunmuştur. Bu görevler, onun mali konulardaki yetkinliğini artırmış ve idari kapasitesini geliştirmesine olanak sağlamıştır. 1877 yılında Hindistan Genel Valisi Konseyi’nin mali üyesi olarak atanması, Baring’in kariyerinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu görev, onun ekonomik yönetim konusundaki bilgi birikimini derinleştirmiş ve ilerleyen yıllarda Mısır’daki başkonsolosluk görevine hazırlanmasına katkıda bulunmuştur.
1884 yılında Evelyn Baring, Britanya hükümeti tarafından Mısır’a başkonsolos olarak atanmıştır. Bu dönemde, Mısır resmî olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında bulunuyordu. Ancak, 1882’deki İngiliz işgalinden sonra, ülkedeki fiili kontrol büyük ölçüde İngiliz işgal güçlerinin elindeydi. Lord Cromer, Mısır’daki görevi boyunca, İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını koruma ve güçlendirme misyonunu üstlenmiştir. Bu bağlamda, özellikle malî ve idarî reformlara odaklanmış, ancak bu reformlar genellikle Mısır’ın ekonomik kaynaklarını İngiltere’nin hizmetine sunmaya yönelik olmuştur.
Lord Cromer, Mısır’daki görev süresince yazdığı iki ciltlik Modern Mısır adlı eserinde, görev yaptığı dönemi kendi perspektifinden aktarmıştır. Ayrıca, bu eserin devamı niteliğindeki Abbas II adlı çalışmasında, Hidiv Abbas Hilmi Paşa dönemindeki siyasi ve sosyal gelişmeleri detaylandırmıştır. Eserlerinde, Mısır’ın ekonomik refahını artırma çabasında olduğunu iddia etmişse de, eleştirmenler tarafından genellikle bu söylemin gerçeği yansıtmadığı belirtilmiştir. Lord Cromer, İngiliz sömürge politikalarını haklı çıkarmak amacıyla Mısır’daki faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalışmış, ancak uygulamaları genellikle yerel halkın çıkarlarına aykırı olarak değerlendirilmiştir.
Baring, Mısır’da modern altyapı projeleri ve eğitim reformlarına öncülük etmiş gibi görünse de, bu girişimlerin esas amacı, Mısır’dan daha fazla vergi toplayarak İngiltere’nin ekonomik çıkarlarını sağlamaktı. Örneğin, Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminden itibaren gelişen ve modernleşen Mısır ekonomisi, Cromer’ın politikaları sonucunda İngiliz sermayesine hizmet eden bir yapıya dönüştürülmüştür. Ayrıca, Mısır’daki vatanseverleri ve milliyetçi hareketleri susturmak için sert tedbirler almış ve bu kişileri marjinalize etme politikası izlemiştir. Bu durum, Mısır halkı arasında İngiliz işgaline karşı duyulan hoşnutsuzluğun artmasına neden olmuştur. Ona göre bütün çabası Mısır’ın ekonomik refahını artırmaya yönelikti. Ama gerçekte Mısır’ın kaynakları üzerinde tek otorite olarak Britanya’nın tahakkümünü yerleştirmeye gayret etti. Ülkenin dış müdahaleye yol açan ekonomik ve siyasal bağımlılığını azaltmaya karşı mücadele veren vatanseverleri çeşitli yöntemlerle susturmaya öncelik verdi. Mısır ekonomisini, altyapısını ve eğitim sistemini modernize etmek için verdiği uğraş esasen Mısır’dan daha çok vergi almak amacına matuf idi. Onun politikaları genellikle sömürücü olmakla ve Mısır üzerindeki İngiliz kontrolünü sürdürülebilir kılmaya yönelik idi.
Lord Cromer, 1886 yılında Britanya Kraliyet Nişanları arasında en prestijlilerinden biri olan Bath Nişanı Şövalye Büyük Haçı (GCB) ile ödüllendirilmiştir. Bu nişan, onun kamu hizmetindeki üstün başarılarını ve özellikle Mısır’daki görev süresi boyunca İngiliz çıkarlarına yaptığı katkıları takdir etmek amacıyla verilmiştir. Aynı yıl, Privy Council (Kraliyet Danışma Meclisi) üyesi olarak atanması, onun İngiltere’nin iç ve dış politikalarındaki etkisini artırmıştır. Privy Council üyeliği, Evelyn Baring’e resmî belgelerde ve unvanlarda “The Right Honourable” (Saygıdeğer) ön ekini kullanma hakkını tanımıştır.
1892 yılında, Evelyn Baring’e Kraliçe Victoria tarafından “Baron Lord Cromer” unvanı verilmiştir. Bu soyluluk unvanı, onun yalnızca İngiliz hükümeti nezdindeki değerini değil, aynı zamanda Britanya İmparatorluğu’nun Mısır’daki hâkimiyetini sağlamlaştırma çabalarındaki rolünü de yansıtmaktadır. Baring, bu unvanla birlikte “Lord” sıfatını resmi olarak kullanmaya başlamış, bu durum onun toplumsal ve siyasi statüsünü önemli ölçüde yükseltmiştir. Ancak, bu soyluluk unvanı dahi onun yükselişinin son noktası olmamıştır. 1899 yılında, Evelyn Baring’e bu kez Kral VII. Edward tarafından “Cromer Kontu” (Earl of Cromer) unvanı verilmiştir. Kontluk unvanı, İngiltere’nin soyluluk hiyerarşisinde baronluk ve vikontluk unvanlarının üstünde yer almakta olup, Baring’in Mısır’daki idari ve diplomatik başarılarının daha üst düzeyde bir tanınması olarak değerlendirilmiştir. Mısır’daki başkonsolosluk görevi sırasında, İngiliz yönetiminin Sudan üzerindeki etkinliğini artıran Sudan Servisi’nin ve Sudan Araştırma Departmanı’nın kurulmasında da önemli bir rol oynamıştır. Bu çalışmalar, Baring’in yalnızca Mısır’daki değil, genel olarak Kuzey Afrika’daki İngiliz çıkarlarını koruma misyonuna odaklandığını göstermektedir.
Evelyn Baring’in etkisi, yalnızca Britanya İmparatorluğu’nun dış politikasında değil, aynı zamanda İngiltere içindeki reform çabalarında da hissedilmiştir. Kraliyet Çalışma Komisyonu’nda üye olarak görev almış ve sosyal reformlara katkıda bulunmuştur. Buradaki çalışmalarıyla, diplomatik, akademik ve entelektüel dünyada da önemli izler bırakmıştır.
1907 yılında Mısır’dan ayrıldıktan sonra, Evelyn Baring kariyerine İngiltere’de devam etmiştir. 1907-1911 yılları arasında Londra Eyalet Konseyi’nin başkanlığını yapmış ve bu görevde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi için çaba sarf etmiştir. Bu süreçte, Mısır’daki tartışmalı politikalarıyla elde ettiği deneyimleri İngiliz idari reformlarına aktarmaya çalışmıştır.
Evelyn Baring, 29 Ocak 1917 tarihinde, 75 yaşında hayata veda etmiştir. Hayatı boyunca sergilediği idari başarılar ve İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarlarına olan bağlılığı, onu dönemin en dikkat çekici devlet adamlarından biri yapmıştır. Ancak, mirası tartışmalı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bir yanda, onu Mısır’ın modernleşmesine kendini adamış bir reformist olarak görenler varken, diğer yanda Mısır üzerindeki İngiliz kontrolünü pekiştirmek adına uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle eleştirenler bulunmaktadır. Bu farklı bakış açıları, Evelyn Baring’in hayatının ve kariyerinin, sömürgecilik tarihinin karmaşıklığını anlamada önemli bir örnek teşkil ettiğini göstermektedir[1] .
2. Britanya İşgali Karşısındaki Mısırlılar ve Osmanlı Devleti
İngiltere Mısır’ı işgal ettikten sonra, Mısır’ı tahliye edeceğini ilan etmiştir. Ancak İngilizlerin işgalinin geçici olacağını bilmek kadar ne zaman sona ereceğini bilmek de önemlidir. İngiliz yetkililer Osmanlı temsilcileriyle yaptıkları resmi ve gayri resmi görüşmelerde askerlerinin Mısır’ı ne zaman tahliye edecekleri konusunda herhangi bir şekilde kesin tarih vermekten sürekli kaçınmıştır.
İngilizler, Mısır’ı 1882’de işgal ettikten sonra bir müddet ihtiyatlı politikalar izlemeye önem verdi. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nin tahliye konusunda kararlı tutumu yanında, başta Fransa ve Rusya olmak üzere diğer büyük güçlerin diplomatik karşı çıkışlarından endişeye kapıldığı için, Mısır’ı doğrudan doğruya Britanya sömürgeler idaresi altına alamadı. Mısır’ı perde arkasından yöneten İngiliz sömürge memurlarıydı ancak onlar sahnenin arkasındaydı. Sahne önünde kukla gibi görev alanlar vardı. Bunlar resmen Osmanlı padişahı tarafından atanan bir Hidiv ve onun tayin ettiği bir hükümet idi. Böylece, Mısır’da Osmanlı Devleti’nin hukuken hükümranlığı sürüyor görünüyordu. Ancak İngilizler nezdinde Mısır’ın asıl yöneticisi Hidiv olarak görülmüyordu. Ülkede nihai güç İngiliz başdanışman sıfatındaki Londra tarafından tayin edilen kişideydi. Mısır’daki kurumlar ve Hidiv tarafından görev verilen Mısır hükümetinin üzerinde güçlü bir denetim kuran İngiliz başkonsolosu ülkede gerçek anlamda tek söz sahibiydi. İngiltere Nil havzasında en verimli ve geniş sınırlara sahip Mısır üzerinde kendi otoritesini tam anlamıyla tesis etmek için yönetim reformları gerekçesiyle devrin bakanlıkları demek olan nezaretlere başkonsolosun emrinden çıkmayan İngiliz danışmanların görev yapmasını sağladı. Bu danışmanların temel görevi, Mısır hükümeti üyelerine reformlar konusunda danışmanlık yapmak ve reform politikalarına katkı veren görüş ve çalışmalarıyla yardım etmekti. Uygulamada ise durum bunun tümüyle zıddına idi. Mısır’da hükümet kararlarında, danışman adındaki İngiliz görevlilerin onayı alınmadan ülke yönetimi konusunda herhangi bir siyasi ve hukuki kararın verilmesi imkânsız kılındı. Lord Cromer ile İngiliz yetkililer bu yönetim biçimini Veiled Protectora/Örtülü Protektora diye adlandırıyordu. Böylece İngiliz sömürgeciler dolaylı bir yönetim sistemiyle Mısır’ı perde gerisinden idare etme yöntemini uyguladı. Sadece, İngiliz başkonsolosundan emir alan bu danışmanlar, kısa zamanda Mısır hükümeti üzerinde güçlü bir denetim kurmayı başardı. İngilizlerin benzerlerini başka sömürgelerde de kurmuş olduğu bu örtülü sömürü ve işgal yönetimi 1914 yılına kadar devam etti. İngiliz işgal devrinin en önemli siması, Mısır’da 1883-1907 yılları arasında 24 yıl başkonsolosluk görevinde bulunan Lord Cromer’dır. İngiliz sömürgeciliği, Londra merkezli politikaları yönlendiren dış işlerindeki diplomatik misyonların katkıları ile gelişmiştir. Mısır’da görev yapan Cromer da İngilizlerin Mısır’a yönelik politikalarını şekillendiren başlıca aktör olmuştur. Bir sömürge valisi gibi görev yapan Lord Cromer kendisini bir İngiliz olarak çağdaş medeniyetin ve her türlü ilericilik politikasının tek ve başarılı lideri olarak görmekteydi. Mısırlılar, çağdaş bir toplum olmak ve ilerlemek için Avrupa medeniyetinin değerlerini kabul etmeye mecburdu[2] .
Lord Cromer, Urabî Paşa’nın ulusal istiklal ve İngilizlere tepki hareketini Hristiyan ve Çağdaş Batı medeniyetine karşı bir gelişme olarak ön yargılı bir şekilde değerlendirmiştir. Ona göre Urabî taraftarları toplumu geriletmek, reformlardan geri çevirmek için her türlü sosyal, dini, siyasi, hukuki, medeni ve iktisadi kanunları tek kalıpta birleştirmeyi amaçlıyordu[3] . Bunlar ülkenin ilerlemesine engeldir diyen Cromer İngiltere’nin küresel boyuttaki sömürgecilik politikalarını haklı göstermek için bu şekilde bir savunma söylemi geliştirmişti.
Lord Cromer küçük gördüğü ve ezmeye çalıştığı Mısır’daki anti-sömürgeci milliyetçilik hareketlerini, İngiliz çıkarları bakımından büyük bir tehdit olarak değerlendiriyordu. Milliyetçi liderlere karşı bütün imkanlarını kullandı ve onlarla her bakımdan kıyasıya mücadele etmekten kaçınmadı. Mısır hükümet birimlerinde çalışacak kişileri, milliyetçi karakterden uzak kişiler arasından seçti. Fakat bu politikasını sadece 7 yıl en fazla 10 yıl sürdürebildi. 1890’lı yıllardan itibaren milliyetçilerin tepkilerini yumuşatmak için katı politikalarını esnetmeye başladı. Mısır toplumunda milliyetçi söyleme sahip toplumsal liderlerin desteklerinin artması üzerine politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Öncelikle milliyetçi kadrolar içinde ikilik yarattı. Bazılarını aşırılık yanlısı bazılarını da ılımlı milliyetçiler olarak tanımladı. Ilımlı milliyetçilerle yakın ve sıcak denebilecek derecede iletişim kurdu. Ilımlı olmakla birlikte İngilizlere daha doğrusu kendisine sorun çıkarmayacağını düşündüklerine yüksek memuriyet makamlarında çeşitli görevler verdi. Amacı, milliyetçileri kendi içlerinde bölmek ve aralarında çıkar çatışmalarını körüklemek idi. Böylece, milliyetçi liderler arasında çıkan çatışma alanları gün geçtikçe derinleşti. Bunların en azından bir kısmını kendi yanına çekmeyi başardı. Fakat Lord Cromer kendi tarafına çekmeyi başardığı milliyetçi liderler kısa zamanda toplumsal itibarlarını aşındırdı. Sonuçta Lord Cromer Mısırlılar nezdinde itibar kaybedenleri de kendi politikaları doğrultusunda harcamış oldu. Milliyetçi akımları ılımlı ve aşırılık yanlısı diye parçalaması Lord Cromer için kısa vadede bir rahatlık vermiş olsa da uzun vadede kayda değer bir etki oluşturamadı[4] .
Cromer’ın, Mısır’daki temel sömürgecilik hedefi, Kahire’deki İngiliz nüfuzunun devamını güvenceye almak ve Nil Nehrinin doğduğu topraklara kadar Britanya bayrağı dikmek idi. Bu uğurda Nil Vadisi’nin tamamını Sudan ve Uganda’nın tamamıyla Etiyopya içlerine kadar uzanan kara hattıyla Kızıldeniz’in Afrika kıyılarının tümünü Britanya kontrolü altında tutmaktı[5] . Cromer nezdinde, Mısır hükümetinin İngiliz çıkarlarını korumak ve işgal yönetimi aleyhinde vuku bulacak her türlü isyanı hemen bastırabilecek kabiliyet ve kapasiteyi kullanmaya yardım etmek dışında bir rolü yoktu.
Mısır’ın işgal edilmesi İngiltere’ye, büyük çıkarlarını koruma ve sürdürme imkânı veriyordu. Britanya’da tekstil fabrikalarının temel hammaddesi olan dünyanın en kaliteli pamuğunu ucuz, hızlı ve yeterli bir düzeyde temin ediyordu. Hindistan’dan Londra’ya uzanan denizyolu hattı üzerinde Süveyş kanalının kontrolü İngilizlere apayrı bir avantaj sağlıyordu. Asya’daki sömürgesi Hindistan’a giden deniz yolunun güvenliğini de bu sayede koruyordu. Sudan’a İngiliz müdahalesi, Doğu Afrika üzerinde İtalya, Fransa, Hollanda, İspanya gibi Avrupalı kuvvetler arasındaki kıyasıya girişilen rekabetin bir sonucuydu. Cromer’ın Mısır’daki kariyeri, sömürgelerdeki Avrupalı temsilcilerin merkezdeki yönetim politikasını oluşturduğuna dair enteresan bir örnektir. Cromer Londra’nın Mısır politikasının oluşma ve uygulama aşamasında görev yaptığı süreçte kayda değer ölçüde etkili olmuştur.
Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Ortadoğu’daki toprak bütünlüğünü koruma hedefi doğrultusunda, İngiltere’nin 1882 yılında Mısır’ı işgaline karşı doğrudan sıcak bir savaşa girmek yerine, uluslararası hukuk çerçevesinde haklarını savunmayı ve diplomasi yoluyla mücadele etmeyi tercih etmiştir. Bu diplomatik mücadele sırasında geliştirilen ısrarlı politikalar, İngiltere’nin Mısır’daki işgalini üç temel aşamada değerlendirme imkânı sunmaktadır.
Birinci aşama, Mısır işgalinin ilk birkaç yılına tekabül etmektedir. Bu dönemde İngiltere, uluslararası tepkilerin nasıl şekilleneceği konusunda bir kararsızlık içinde kendini buldu. Uluslararası alanda Mısır konusunda açık bir politika ilanında bulunmak noktasında büyük bir belirsizlik yaşamıştır. Alman-Fransız, Alman-Rus, Osmanlı-Fransız, Osmanlı-Rus ve AlmanOsmanlı gibi ikili ilişkilerin dinamiklerini dikkatle izleyen İngilizler, Mısır’daki konumlarını güçlendirme çabası içindeydi. En büyük endişeleri, Osmanlı-Fransız-Rus iş birliği ya da bunlara Alman desteğinin eklenmesi durumunda oluşabilecek bir ittifakla karşılaşma ihtimaliydi. İşgalin başlangıcında, Mısır’da çeşitli idari, mali ve askeri reformlar gerçekleştiren İngiltere, bu süreçte diğer büyük devletlerin tepkilerini dikkatle ölçerek, her sömürgeci adımının olası tehlikeli sonuçlarından kaçınmaya çalışmıştır[6] .
Bu dönemde İngiltere, Mısır’daki varlığını güçlendirmeyi hedeflerken özellikle Fransa’yı yatıştırmaya yönelik bir politika benimsemiştir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti ve diğer Avrupa devletlerini İngiliz hükümetinin politikalarının meşruiyetine ikna etmek amacıyla sürekli açıklamalar yapma gereği hissetmiştir. İngiliz yetkililer, bu açıklamalarda, Avrupalı alacaklıların Mısır’dan alacaklarının tahsili düzenlendikten sonra İngiliz askerlerinin ülkeden çekileceğine dair taahhütlerde bulunmuş, ancak tahliye için kesin bir tarih vermekten kaçınmıştır. Bu belirsizlik, İngiltere’nin Mısır’daki varlığını uzun vadeli bir sömürgecilik hedefiyle sürdürme niyetini ortaya koymaktadır. Bu süreçte İngiltere, Osmanlı Devleti’nin diğer Avrupa devletleriyle iş birliği yaparak İngiltere’ye ciddi bir diplomatik baskı oluşturmasından endişe duymuştur. Bu nedenle, İngilizlerin işgalin ilk yıllarındaki politikaları, büyük ölçüde ihtiyatlı ve çekimser bir karakter sergilemiştir.
Mısır’daki İngiliz işgalinin resmî başlangıcı, 11-12 Temmuz İskenderiye’nin İngiliz zırhlıları tarafından bombalanması ve 13 Eylül 1882’de Urabi Paşa liderliğindeki milliyetçilerin Tel el-Kebir mevkiinde mağlup edilmesiyle ilan edilmiştir[7] . Bu tarihten itibaren, 24 Ekim 1885 Antlaşması’na kadar süren yaklaşık üç yıllık dönem, İngiltere’nin Mısır’da ihtiyatlı bir işgal politikası izlediği bir süreç olarak dikkat çekmektedir. Bu dönem, İngiltere açısından “kararsızlık devri” olarak tanımlanabilir. İngilizler, bu süreçte hem sömürgeci emellerini gerçekleştirmek hem de diğer büyük devletlerin tepkilerini minimize etmek için dikkatli adımlar atmak zorunda kalmışlardır. Diğer bir ifadeyle, İngiltere’nin Mısır işgali, uluslararası güç dengelerini gözeterek ve Osmanlı Devleti’nin diplomatik çabalarına karşı temkinli bir şekilde ilerlemiştir. İngiltere’nin bu süreçteki politikaları hem kendi sömürgeci hedeflerini gerçekleştirme hem de uluslararası tepkileri yönetme arzusunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir[8] .
İkinci aşama, İngiltere’nin Mısır’daki varlığını daha sağlam temellere oturtma çabasını ve işgalin yönetimsel yapısını şekillendirme politikalarını içeren bir dönemi temsil etmektedir. Bu süreçte, Londra’daki İngiliz politikacıların, Avrupalı güçlerin Mısır konusunda birleşik ve kararlı bir politika izlemeyeceklerinden giderek daha emin oldukları görülmüştür. Özellikle, büyük devletlerin işgale karşı beklenen düzeyde güçlü bir tepki göstermemesi, İngiltere’ye daha cesur ve pervasız adımlar atma fırsatı tanımıştır. Bu dönemde, işgal yönetiminin ilk izleri, birinci aşamanın sonunda görülmeye başlamışken, ikinci aşamada daha da belirginleşerek Örtülü Protektora adı verilen sömürgeci yönetim sistemi işlerlik kazanmıştır. Söz konusu sistem, görünürde Osmanlı Devleti’nin hükümranlığı ve Hidivlik makamının otoritesi devam ediyor gibi görünse de gerçekte İngiltere’nin ülkedeki asıl hâkimiyetini pekiştirdiği sömürgeci bir düzen oluşturmuştur. Bu idari yapılanma, İngiltere’nin Mısır’daki işgalini daha sistematik ve kalıcı bir zemine oturtmasını sağlamıştır.
İngiltere bu süreçte, uluslararası hukuk açısından Osmanlı Devleti’nin egemenliğine saygılıymış gibi bir görüntü sergilemeye devam etmiş ve Mısır’ı tahliye edeceğine dair açıklamalar yapmayı sürdürmüştür. Ancak, bu açıklamalar önceki dönemlerde verilen taahhütlerden bile daha az inandırıcı bulunmuş ve uluslararası çevrelerde ikna edici olmaktan uzak kalmıştır. İngiltere, bu dönemde tahliye söylemini yalnızca büyük güçlerin tepkilerini yumuşatmak için kullanmış, fakat gerçekte Mısır’daki işgal yönetimini sağlamlaştırma hedefinden vazgeçmemiştir.
Bu yaklaşık iki yıllık dönem, 24 Ekim 1885 Antlaşması’ndan başlayarak 22 Mayıs 1887 tarihine kadar uzanmaktadır. İngiltere’nin bu süre zarfında Mısır’daki idari, askeri ve ekonomik nüfuzunu artırdığı; ülkeyi fiilen kontrol altına aldığı, fakat bunu uluslararası tepkilerden kaçınarak ve diplomatik bir kılıfla gerçekleştirdiği dikkat çekmektedir. 1887 Antlaşma metninin imzalanmaması, İngiltere’nin Mısır’daki yerleşik düzenini daha da pekiştirmesi ve bu düzenin sürdürülebilirliğini güvence altına alması adına önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir[9] .
Üçüncü aşama, İngiltere’nin Mısır’daki işgal yönetimini meşrulaştırma ve kalıcı hale getirme çabalarının farklı bir yöne evrildiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Bu süreç, 22 Mayıs 1887 Antlaşma metninin Osmanlı Devleti ile müzakere edilerek bir sonuca bağlanamaması sonrasında, İngiltere’nin yeni stratejiler geliştirme arayışına girdiği bir dönemi kapsamaktadır. İngiltere, Osmanlı Devleti’ni sorunun temel muhatabı olarak görmekten kaçınmış ve bu süreçte Mısır meselesine uluslararası bir çözüm yolu arama eğilimi göstermiştir. Mısır sorununun kökenleri, 1798 yılında Napolyon’un bu ülkeyi işgal etmesiyle birlikte uluslararası bir boyut kazanmış, bu tarihten itibaren Mısır, büyük güçlerin siyasi ve stratejik hesaplaşmalarında önemli bir odak haline gelmiştir. Ancak, 1887’ye gelindiğinde Osmanlı Devleti ile sürdürülen müzakerelerde uzlaşma sağlanamaması, İngiltere’yi farklı yollar aramaya itmiştir. Bu çerçevede, İngiltere, Osmanlı Devleti yerine, sorunun diğer önemli aktörlerinden biri olan Fransa ile bir uzlaşma zemini aramaya yönelmiştir[10].
Fransa, o dönemde sömürgecilik faaliyetleri çerçevesinde İngiltere ile rekabet içinde olsa da, Mısır konusundaki çıkarlarının dengelenmesi için diplomatik bir iş birliği arayışı İngiltere tarafından stratejik bir öncelik olarak benimsenmiştir. Bu bağlamda İngiltere, Fransa ile yalnızca Mısır meselesine odaklanmakla kalmamış, aynı zamanda sömürgecilikle bağlantılı diğer sorunlar üzerinden bir çözüm yolu geliştirmeyi hedeflemiştir. Bu süreç, İngiltere’nin Mısır üzerindeki kontrolünü pekiştirmek adına uluslararası arenada daha esnek ve çok yönlü bir politika izlemeye başladığını göstermektedir. Kısacası bu aşama, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni dışlayarak Mısır meselesinde Fransa ile daha yakın bir diyalog ve iş birliği geliştirme çabasını yansıtan bir dönemdir. Bu çabalar, İngiltere’nin Mısır’daki çıkarlarını uzun vadede koruma stratejisini sürdürebilmek için çeşitli diplomatik manevralara başvurduğu bir evreyi temsil etmektedir.
Mısır’daki İngiliz işgaline yönelik en sert muhalefet, Avrupalı büyük güçler arasında Fransa’dan gelmiştir. Fransa’nın bu karşıtlığı ve Osmanlı Devleti’ne verdiği destek, başlangıçta İngiliz politikalarına karşı önemli bir direnç oluşturmuş olsa da uzun vadeli bir dayanışmaya dönüşememiştir. Bu durumun en açık göstergesi, 1898 yılında meydana gelen Faşoda Krizi olmuştur. Faşoda Krizi, Mısır ve Osmanlı Devleti açısından Fransa’ya duyulan güvenin sarsılmasına neden olmuş ve bu devletlerin, Fransa’nın çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini görmelerini sağlamıştır. Faşoda Krizi’nin temelinde, İngiltere ve Fransa arasındaki Afrika’daki sömürgecilik yarışı yatmaktadır. Fransa, Afrika kıtasını Batı Afrika sahillerinden başlayarak Doğu Afrika’ya doğru kontrol altına alma stratejisini benimserken, İngiltere ise Mısır’dan Güney Afrika’ya kadar kuzey-güney hattında bir hâkimiyet kurma amacını gütmekteydi. Bu iki güç, 1898 yılında Sudan’daki Faşoda bölgesinde doğrudan karşı karşıya geldi. Kriz sırasında uluslararası kamuoyu, iki devletin sıcak bir çatışmaya gireceğini beklerken, bu beklentilerin aksine İngiltere ve Fransa, çatışmak yerine diplomatik bir uzlaşı yoluna gitmeyi tercih etti. Bu uzlaşma, İngiltere’nin Sudan ve Mısır üzerindeki hâkimiyetini Fransa’ya kabul ettirmesi, karşılığında ise İngiltere’nin Fransa’ya Fas üzerinde serbest hareket etme imkânı tanıması ile sonuçlandı. Böylece, İngiltere Mısır ve Sudan’da çıkarlarını güvence altına alırken, Fransa da Fas üzerindeki sömürgeci emellerini gerçekleştirme fırsatı buldu. Bu bağlamda, Mehdi kuvvetlerinin kontrolündeki Sudan bölgesi, Mısır-İngiliz ortak askerî harekâtı ile denetim altına alınmış ve Sudan, İngiliz emperyalizminin pençesine teslim edilmiştir. İngiltere’nin Mısır’daki varlığını daha da sağlamlaştırma çabası, 8 Nisan 1904 tarihinde Fransa ile imzalanan Dostluk Antlaşması’yla pekiştirilmiştir. Bu antlaşma, Fransa’ya Fas üzerindeki sömürgeci hedeflerini gerçekleştirme karşılığında, İngiltere’nin Mısır’da daha özgür hareket etmesine olanak vermiştir. Bu gelişmeler, İngiltere’nin Mısır ve çevresindeki sömürge politikalarını diplomatik araçlarla destekleyerek uzun vadeli bir hegemonya kurma hedefinde önemli bir adım atmasını sağlamıştır[11].
İngiltere’nin Mısır’daki işgal yönetiminin etkinliğini artırmasında en kritik rolü, görünürde Mısır başkonsolosu olarak görev yapan, ancak gerçekte bir sömürge valisi gibi hareket eden Lord Cromer üstlenmiştir. Cromer, işgal yönetiminin temel stratejilerini şekillendirerek Mısır’ın siyasi, idari ve ekonomik yapısında kapsamlı değişiklikler gerçekleştirmiştir. Lord Cromer, Mısır’da tıpkı Hindistan’daki gibi kapsamlı bir sömürgecilik mekanizması kurmayı hedefliyordu. Bu hedef doğrultusunda, siyasi, ekonomik ve idari reformlar aracılığıyla İngiliz hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştı. Ancak, Osmanlı Devleti adına Kahire’de yüksek komiser olarak görev yapan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın titiz ve dikkatli çalışmaları, Cromer’ın bu sömürgeci politikalarını sınırlama noktasında belirli ölçüde etkili oldu. Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Osmanlı Devleti’nin Mısır üzerindeki hukuki ve siyasi haklarını koruma çabasında kararlı bir tutum sergileyerek, İngiliz işgal yönetiminin sınırlandırılması için stratejik adımlar attı. Paşa’nın Kahire’deki varlığı, Mısır Hidivi’nin Cromer karşısında daha güçlü bir pozisyon elde etmesine katkı sağladı. Bu durum, Sultan II. Abdülhamid’in bilinçli bir tercihini yansıtıyordu; zira Padişah, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı Kahire’ye atarken Hidiv’in otoritesini desteklemek ve İngiliz baskısını dengelemek amacıyla hareket etmişti[12].
Bu bağlamda, Osmanlı Devleti’nin Mısır’daki varlığını diplomatik yollarla sürdürme çabası, Cromer’ın sömürgeci politikalarının tam anlamıyla uygulanmasını engelleyemese de, işgal yönetiminin sınırlarını daraltan önemli bir etken olarak değerlendirilebilir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın çalışmaları, hem Mısır halkı hem de Osmanlı Devleti açısından kritik bir direnç noktası oluşturmuş ve sömürgecilik karşısındaki mücadelede Osmanlı Devleti’nin diplomatik yetkinliğini gözler önüne sermiştir. Cromer, Mısır hükümeti üzerindeki İngiliz denetimini pekiştirmek amacıyla Reis-i Nüzzar ve çeşitli nazırlardan oluşan hükümetin yanına, İngiliz danışmanlardan oluşan bir kadro oluşturmuştur. Bu danışmanlar aracılığıyla hükümeti etkili bir şekilde kontrol eden Cromer, aynı zamanda Hidiv üzerinde de güçlü bir otorite kurarak ülke yönetimini fiilen eline almıştır. Bu yönetsel gücü sayesinde, kapsamlı ekonomik reformlar ve düzenlemeler başlatmıştır. Vergi denetimini sıkılaştırarak devlet gelirlerini artırmış, bu gelirleri özellikle Avrupa’nın önde gelen güçlerinin alacaklarını düzenli olarak ödemek için kullanmıştır. Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Avusturya ve İngiltere gibi alacaklı ülkelerin temsil edildiği Borçlar Sandığı üzerindeki etkisini ustalıkla kullanmış, düzenli ödemeler yoluyla bu devletlerin İngiliz işgaline karşı ses çıkarmalarını önlemiştir. Cromer’ın bu ekonomik başarıları, Mısır’daki İngiliz hâkimiyetini daha da güçlendirmiştir. Alacaklı devletlerin muhalefetini en aza indirgemekle kalmamış, aynı zamanda İngiliz çıkarlarını öncelikli bir şekilde savunmuştur. Bu nedenle Cromer, İngiltere tarafından Earl unvanıyla onurlandırılmıştır. Ancak, onun politikaları ve reformları büyük ölçüde İngiliz çıkarlarına hizmet etmiş, Mısır’ın yerel halkının ihtiyaç ve taleplerini dikkate almamıştır. Bu durum, İngiliz işgal yönetiminin temel karakterini yansıtan bir örnek olarak değerlendirilebilir.
Osmanlı Devleti Mısır konusunda mevcut çıkarlarını kaybetmekten kaçınan bir politika izledi. Büyük devletlerle, özellikle İngiltere ile savaştan uzak durdu. Sorunlarını çözmek için başka güçlerden yardım aradı. Görüşmelerde buyurgan değil, ikna edici bir yaklaşım benimsedi. Mısır’dan İngiliz askerlerinin tahliyesini sağlamayı zamana bıraktı. Mısır’da İngiliz işgaline karşı diplomatik imkanları sonuna kadar kullandı. Mısır’daki hükümranlık haklarını tümüyle kazanmak için şartların değişmesini bekledi. Osmanlı devlet adamları devletin askeri gücünün sınırlarının farkındaydı. Bu politika, Sultan II. Abdülhamid’in padişahlığının ilk yıllarında uygulandı.
Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesi için yoğun çaba göstermiştir ancak İngiliz askerlerinin tahliye edilmesi konusunda başarılı olamamıştır. İstanbul’da belirlenen politikaların yetersizliği görülünce, sorunun çözümü noktasında Mısır toplumunun direniş ruhuna ve ulusal tepkisinden medet umulmaya başlanmıştır. İngiltere’nin Mısır’da özgürce hareket etmesine izin verilmemiştir. Osmanlı Devleti, Mısır üzerindeki hükümranlık haklarına halel gelmemesi için mümkün olan politikaları uygulamaya çalışmıştır. Gücünün sınırlarının farkında olarak, bölgeye asker göndermekten kaçınmış ve dış baskılara direnmiştir. O sırada devlet adamları tarafından yapılan değerlendirmelerde Mısır’a asker göndermek, İngilizlerin tuzağına düşmek ve kardeş kanı dökmek anlamına geleceğine dair yorumlar yapılmıştır. Osmanlı Devleti Mısır’ın işgaline karşı uluslararası kamuoyu ve diplomatik platformları kullanarak tüm dünyanın dikkatini çekmeyi başarmıştır. İngilizlerin sömürüsüne son verilememiş olsa da Osmanlı Devleti, büyük güçler arasındaki rekabetten yararlanarak Mısır’ın kolay bir lokma olarak sömürülmesine engel olunmuştur.
Osmanlı Devleti’nin Mısır Sorunu’na karşı izlediği dış politika, genellikle temkinli ve dengeleyici bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Osmanlı, Britanya ile doğrudan bir sıcak çatışma riskine girmemek için dikkatli bir strateji izlemiş ve mevcut çıkarlarını kaybetmemek adına, savaştan kaçınmayı tercih etmiştir. Başta padişah olmak üzere Osmanlı Devleti’nin önde gelen yetkilileri genellikle büyük devletlerle, özellikle de Britanya ile doğrudan bir askeri çatışmaya girmemeye özen göstermiştir. Bunun yerine, Babıali sorunlarını diplomatik müzakere yoluyla çözmek amacıyla diğer büyük güçlerden yardım alma yoluna gitmiştir. Osmanlı, Mısır meselesi karşısında gerek diplomatik görüşmelerde gerekse uluslararası ilişkilerde uzlaşmaz ve buyurgan bir tutum benimsemek yerine, ikna edici bir yaklaşım sergilemiştir. Mısır’daki İngiliz işgali karşısında, İngiliz askerlerinin tahliyesini sağlamak için zamanın olgunlaşmasını bekleyerek, bu süreci aceleye getirmemiştir. Ayrıca, Mısır’daki İngiliz işgaline karşı diplomatik yollarla etkili bir direniş göstermiş ve uluslararası platformda Mısır’ın egemenlik haklarını savunmak için çeşitli çabalar sarf etmiştir.
Osmanlı Devleti, Mısır’daki hükümranlık haklarını tam anlamıyla kazanabilmek için şartların değişmesini beklemiş ve bu doğrultuda sabırlı bir politika izlemiştir. Bu yaklaşım, özellikle II. Abdülhamid’in padişahlığının ilk yıllarında belirginleşmiştir. II. Abdülhamid, dış politikada dikkatli adımlar atarak, Osmanlı Devleti’nin askeri gücünün sınırlarını oldukça iyi bir şekilde değerlendirmiş ve askeri bir müdahale yerine diplomatik çözümleri ön planda tutmuştur. Bu dönemde Osmanlı, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesi için yoğun çabalar sarf etmişse de, İngiliz askerlerinin tahliyesini sağlamak konusunda başarılı olamamıştır.
Osmanlı yönetiminin, İstanbul’da belirlenen politikaların yetersizliğini fark etmesiyle birlikte, çözüm için başka stratejilere yönelmiştir. Bu noktada, Mısır halkının direniş ruhu ve ulusal tepkilerinden faydalanmaya başlanmıştır. Mısır’ın bağımsızlık mücadelesi ve halkının gösterdiği direniş, Osmanlı için önemli bir destek kaynağı olmuştur. İngiltere’nin Mısır’da özgürce hareket etmesine müsaade edilmemiş, Osmanlı Devleti, Mısır’ın üzerinde sahip olduğu egemenlik haklarını korumak için her türlü diplomatik yöntemi kullanmıştır. Ancak, gücünün sınırlı olduğunu bilen Osmanlı, bölgeye asker göndermekten kaçınmış ve dış baskılara karşı direnmiştir. Osmanlı, Mısır’daki egemenlik haklarını savunarak, uluslararası arenada Mısır’ın durumunu gündeme taşımayı başarmış ve dünya kamuoyunun dikkatini bu meseleye çekmiştir.
Kısacası, Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Mısır’daki egemenliğine son vermek için yoğun bir diplomatik çaba sarf etmiş, ancak doğrudan askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmıştır. İngilizlerin Mısır’daki sömürgeci yönetimi sona erdirilememiş olsa da, Osmanlı Devleti, büyük güçler arasındaki rekabeti kullanarak, Mısır’ın kolayca sömürülmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Bu süreçte, Osmanlı, dış politikada dengeleyici bir rol üstlenmiş ve Mısır’ın daha fazla istismar edilmesini engellemeye yönelik stratejik adımlar atmıştır.
Sultan II. Abdülhamid’in Mısır sorununa yönelik stratejisi, İngiltere’yi Osmanlı askeri müdahalesine gerek kalmadan Mısır’dan çıkarmak üzerine odaklanmıştır. Bu strateji, Osmanlı Devleti’nin askeri gücünün sınırlarının farkında olarak, doğrudan bir çatışmaya girmemek ve sorunu daha diplomatik yöntemlerle çözmek amacını taşımaktadır. II. Abdülhamid, İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesini sağlamak için uluslararası platformlarda etkin bir diplomasi yürütmeye çalışmış, bu çabalar kapsamında, özellikle büyük devletlere karşı İngiltere’yi zor durumda bırakmayı hedeflemiştir. Bu strateji doğrultusunda, Mısır’daki İngiliz işgali ve askerlerinin tahliye edilmesi meselesi, çeşitli diplomatik zeminde gündeme getirilmiştir. Sultan II. Abdülhamid, bu konuda başta Avusturya-Macaristan, Rusya ve Fransa gibi büyük güçlerle görüşmeler yapmayı planlamış ve İngiltere’nin Mısır üzerindeki egemenliğini tartışmaya açmayı amaçlamıştır.
Bununla birlikte, Sultan II. Abdülhamid’in izlediği bu diplomatik çabalar beklenen ölçüde başarılı olamamıştır. Mısır meselesinde Osmanlı’nın izlediği strateji, hem dış siyasetteki karmaşıklıklar hem de büyük devletlerin kendi çıkarlarını ön planda tutmaları nedeniyle etkisiz kalmıştır. Osmanlı Devleti, diplomatik misyonlar aracılığıyla İngiltere’ye karşı baskı kurmaya çalışmış olsa da, bu girişimler uluslararası ilişkilerde sınırlı etki yaratabilmiştir. Diplomatların yetersizliği ve deneyim eksiklikleri de bu başarısızlıkta önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı’nın bu dönemdeki diplomatlarının uluslararası siyasetteki tecrübe ve yetişmişlik seviyeleri, beklenen etkinlikte bir dış politika yürütmelerini engellemiştir. Ayrıca, büyük devletlerin Osmanlı’nın diplomatik taleplerine karşı gösterdiği ilgisizlik ve İngiltere’nin Mısır üzerindeki egemenliğini koruma konusunda kararlılığı, diplomatik sürecin başarısız olmasında etkili olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid, Mısır’ın egemenliği meselesini çözme çabalarında İngiltere’yi yalnızca diplomatik baskılarla zorlama hedefinde olmuş, askeri müdahale gibi riske atılacak adımlardan kaçınmıştır. Ancak, dönemin diplomatik yapısı ve güç dengeleri, Osmanlı’nın bu stratejisini istenilen başarıyla sonuçlandıramamıştır. Dolayısıyla, Sultan II. Abdülhamid’in Mısır sorununa yönelik stratejisi, beklenen etkilerin gerisinde kalmış ve Osmanlı Devleti, Mısır’daki İngiliz işgaline son verilememiştir[13].
3. Britanya İşgali Karşısında Hidiv II. Abbas Hilmi Paşa
Hidiv II. Abbas Hilmi Paşa’nın kısmen de olsa verdiği desteklerle gelişen Mustafa Kâmil hareketi, Mısır’da işgale karşı milliyetçi bir muhalefetin oluşmasında kayda değer bir etki yaratmıştır. Sultan II. Abdülhamid’in, bu karizmatik, kalemi ve hitabeti güçlü lideri Paşa unvanıyla ödüllendirmesi oldukça önemlidir. Mustafa Kâmil’e Osmanlı Devleti, İslam alemi ve Avrupa kamuoyunda güç ve meşruiyet kazandırmıştır. Bu hareket hem kendi hedeflerine ulaşmada hem de 1906’da Akabe Olayı veya Tâbe Olayı olarak bilinen Osmanlı Devleti’nin stratejik çıkarlarına o günün şartlarında önemli katkılar sağlamıştır. Hicaz demiryolunun Akabe Körfezi ve Süveyş Kanalı’na doğru uzanmasına karşı çıkan İngiltere Mustafa Kâmil’in Mısır kamuoyunu bilinçlendiren yayınlarının katkısıyla Osmanlı Devleti ile uzlaşmak durumunda kaldı. Tâbe Mısır sınırları dahilinde kalırken Akabe Osmanlı Devleti’nin doğrudan yönetiminde kaldı[14].
Osmanlı Devleti, sınırlı politika araçlarına ve dış politikasındaki sayısız sorunlarına rağmen, Mısır üzerindeki egemenlik haklarını uzun bir süre boyunca etkili bir şekilde koruyabilmiştir. Bu başarı, Osmanlı’nın, dönemin karmaşık uluslararası güç dengelerini doğru bir şekilde analiz ederek uyguladığı stratejik politikaların bir sonucudur. Mısır gibi stratejik açıdan son derece önemli bir coğrafyada İngiltere’nin işgalci politikalarına karşı direniş gösterebilmek, Osmanlı Devleti’nin diplomatik kabiliyeti ve kriz yönetimi becerileriyle yakından ilişkilidir.
Osmanlı yönetimi, İngiliz işgalinin ardından Mısır’ın sadece askerî açıdan değil, siyasi, iktisadi, dini ve kültürel açılardan da sömürgeleştirilmesini engellemek için çok yönlü bir yaklaşım benimsemiştir. Osmanlı Devleti, bir yandan uluslararası platformlarda Mısır üzerindeki hukuki haklarını vurgularken, diğer yandan bölgedeki halkın İngiliz işgaline karşı gösterdiği direnişi el altından desteklemiştir. Bu durum, İngiliz işgal idaresinin Mısır’da diğer sömürgelerde genellikle kolayca uyguladığı sömürü politikalarını hayata geçirmesini zorlaştırmıştır.
İngiliz işgal yönetimi, Hindistan ve Afrika’daki sömürge tecrübelerine dayanarak Mısır’da hızlı bir şekilde ekonomik ve sosyal dönüşümler gerçekleştirmeyi amaçlamış, ancak Osmanlı’nın tarihi mirası ve Mısır halkının tepkisi bu girişimleri engelleyen en önemli faktörlerden biri olmuştur. Mısır halkı, Osmanlı Devleti’nin İslam birliği politikalarından güç alarak, İngiliz işgaline karşı hem pasif hem de aktif direniş hareketleri geliştirmiştir. Bu direniş, İngiltere’nin sömürgeci yöntemlerini uygularken karşılaştığı ciddi toplumsal engellerden biri olmuştur. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin diplomasi yoluyla İngiliz hükümetine karşı sergilediği ısrarlı tavır, Mısır’ın tam anlamıyla bir İngiliz sömürgesi hâline gelmesini engelleyen önemli bir unsurdur. Osmanlılar, İngiltere’nin Mısır’daki ekonomik çıkarlarını sınırlandırmak ve halkın tepkilerini uluslararası kamuoyunda görünür kılmak için dönemin büyük güçleriyle, özellikle Almanya ve Fransa ile diplomatik ilişkiler geliştirmiştir. Bu çabalar, Osmanlı’nın, sömürgeciliğe karşı doğrudan askeri bir müdahale yapma imkânından yoksun olmasına rağmen, Mısır üzerindeki haklarını koruma kararlılığını göstermektedir.
Sonuç olarak, İngiliz işgal idaresi Mısır’da diğer sömürgelerde elde ettiği hızlı başarıyı sağlayamamış, halkın tepkisi ve Osmanlı Devleti’nin uluslararası arenadaki direnci nedeniyle beklenenden daha zorlu bir süreçle karşılaşmıştır. Osmanlı’nın doğru stratejilerle İngiltere’ye karşı koyarak Mısır’ın tamamen sömürgeleştirilmesini önlemesi, sadece Mısır halkı için değil, aynı zamanda İslam dünyası için de bir umut kaynağı olmuştur. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı bir dönemde dahi dış politika alanında ne denli etkili olabildiğini gözler önüne sermektedir
Osmanlı diplomatları bu konuda etkin bir şekilde diplomasinin imkânlarını kullanarak Mısır’ın çıkarlarını savunmaya çalıştı. Londra, Kahire ve İstanbul’da görev alan Diplomatik misyonlar tam başarı sağlayamasa da, etkin bir dış politika stratejisi oluşturmaya gayret etti. Mevcut şartlardan en iyi şekilde faydalanılmak suretiyle Mısır’daki İngiliz işgaline son verecek savaş dışındaki tüm alternatifler değerlendirildi.
II. Abdülhamid, II. Abbas Hilmi ve Mustafa Kâmil gibi dönemin önde gelen liderleri, İngiliz işgaline karşı direnişin şekillenmesinde ve Mısır halkının bilinçlendirilmesinde kilit roller oynamışlardır. Her biri, farklı ideolojik yaklaşımlar ve stratejilerle hareket etmekle birlikte, ortak amaçları doğrultusunda Mısır’ın İngiliz sömürge politikalarına karşı savunulmasında ve bu politikaların sınırlandırılmasında etkili olmuştur. Bu liderlerin çabaları, yalnızca Mısır için değil, Osmanlı Devleti’nin uluslararası alandaki saygınlığı ve İslam dünyasının dayanışması için de kritik öneme sahiptir. II. Abdülhamid, Panislamizm politikasını kullanarak Mısır halkının direniş ruhunu canlı tutmaya çalışmıştır. Halifelik makamının sağladığı dini otoriteyi etkin bir şekilde kullanan Abdülhamid, Mısır’da İngiliz işgaline karşı birleştirici bir rol üstlenmiştir. Mısır halkına yönelik telkinlerinde, İslam birliği vurgusunu öne çıkararak, İngiliz işgal yönetimine karşı dini ve siyasi bir direnç oluşturmayı hedeflemiştir. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin uluslararası platformlarda İngiltere’ye karşı yürüttüğü diplomatik çabalar da Abdülhamid’in bu dönemdeki stratejilerinin bir parçası olmuştur. Mısır halkını işgal yönetimine karşı bilinçlendirme ve direnişi destekleme amacıyla yapılan bu girişimler, İngiltere’nin Mısır üzerindeki mutlak hâkimiyetini geciktirmiştir.
II. Abbas Hilmi, İngiliz işgali altındaki Mısır’da Osmanlı’nın meşru bir temsilcisi olarak bir müddet önemli bir liderlik rolü üstlenmiştir. İngilizlerle tamamen iş birliği yapmak yerine, halkın çıkarlarını savunan bir tutum sergileyen II. Abbas Hilmi, İngiliz işgal yönetimine karşı yerel düzeyde muhalefeti örgütlemiştir. Özellikle ekonomik ve idari reformlar aracılığıyla Mısır halkının yaşam standartlarını iyileştirmeye çalışarak İngiliz sömürge politikalarına doğrudan meydan okumuştur. Ayrıca, Mısır halkının İngiliz karşıtı bilincini artırmak için çeşitli eğitim projelerini ve kültürel faaliyetleri desteklemiştir.
Mustafa Kâmil, Mısır milliyetçi hareketinin en önemli isimlerinden biri olarak, İngiliz işgaline karşı entelektüel ve siyasi bir mücadele yürütmüştür. Modern eğitim almış bir lider olarak, İngiltere’nin Mısır’daki varlığını uluslararası arenada eleştirmiş ve işgale karşı halkı harekete geçirecek söylemler geliştirmiştir. Kurduğu basın organları ve yazdığı eserlerle, Mısır halkının direniş bilincini artırmış, bağımsızlık düşüncesinin yayılmasını sağlamıştır. Özellikle Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik girişimleri, İngiltere’nin Mısır’daki politikalarını meşrulaştırmasını zorlaştırmıştır. Mustafa Kâmil’in liderliği, Mısır milliyetçiliğinin kurumsallaşmasında önemli bir dönüm noktasıdır.
Bu liderlerin çabaları, doğrudan İngiliz işgaline son vermeyi başaramamış olsa da, İngiliz sömürge politikalarını ciddi ölçüde sınırlandırmıştır. Özellikle Mısır halkının işgal karşıtı bir bilinç kazanmasında ve direniş hareketlerinin süreklilik kazanmasında bu liderlerin etkisi büyüktür. I. Dünya Savaşı sonrasında Mısır’ın bağımsızlık mücadelesine zemin hazırlayan bu çabalar, Osmanlı-Mısır ilişkilerinde de olumlu bir miras bırakmıştır. II. Abdülhamid’in dini ve siyasi stratejileri, II. Abbas Hilmi’nin yerel idari reformları ve Mustafa Kâmil’in entelektüel mücadelesi, Mısır’ın İngiliz işgaline karşı tarihsel direnişinde dönüm noktaları olarak kabul edilmektedir. Bu süreç, sadece Mısır için değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin uluslararası politikadaki etkisini koruma çabasının bir yansımasıdır[15].
4. Lord Cromer’ın Mısır Hakkındaki Eseri
Lord Cromer, 1908 yılında yayımlanan Modern Mısır adlı iki ciltlik eserinde, Mısır’daki yaklaşık 24 yıllık görev süresini ve bu süreçte gerçekleştirdiği faaliyetleri ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Lord Cromer’ın bu eseri, kendisinin Mısır’dan ayrılmasından sadece bir yıl sonra, okuyuculara sunuldu. Bu eser, yalnızca bir anı kitabı olmanın ötesinde, aynı zamanda Cromer’ın icraatlarını savunduğu ve Mısır’daki sömürgeci yönetim politikalarını meşrulaştırmaya çalıştığı bir metin niteliğindedir. Kitap, Cromer’ın Mısır’da modernleşme adına uyguladığı politikaların yanı sıra, dönemin siyasi ve toplumsal yapısına ilişkin eleştirel değerlendirmeler de içermektedir.
Cromer, eserinde Mısır’daki geleneksel yaşam biçimlerini ve kültürel değerleri sıklıkla eleştirmiştir. Ona göre, bu unsurlar modernleşme ve ilerlemenin önünde ciddi engeller teşkil ediyordu. Mısırlıların muhafazakâr yaklaşımlarını sorgulayan Cromer, toplumu modernleşme çabalarına uygun hale getirmek için radikal değişikliklere ihtiyaç olduğunu savunmuştur. Kitapta, özellikle ekonomi, eğitim ve altyapı alanlarında uyguladığı reformları detaylı bir şekilde övünerek anlatan Cromer, bu politikaların Mısır’ı çağdaş bir ülke haline getirme yolunda atılmış önemli adımlar olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, Mısır toplumunu ve kültürünü eleştiren Cromer, bu değerlere ilişkin değerlendirmelerini genellikle Batılı bir perspektiften yapmış ve Mısır’ın ilerlemesi için kaçınılmaz olarak İngiliz yönetimine ihtiyaç duyduğunu iddia etmiştir. Pamuk endüstrisinin geliştirilmesi, demiryolları ve telgraf hatlarının inşası, mali sistemin güçlendirilmesi gibi ekonomik reformlar, onun modernleşme politikalarının temel unsurları arasında yer almıştır. Ancak, Cromer bu reformları savunurken, sömürgeci bir yaklaşım sergilemiş ve bu politikaların İngiliz çıkarlarını önceleyen bir çerçevede tasarlandığını açıkça ifade etmiştir.
Eserde, Cromer’ın görevden ayrılmasının ardından Mısır’ın karşılaşabileceği zorluklar da ele alınmış ve bu sorunların çözümü için İngiliz müdahalesinin devam etmesi gerektiği savunulmuştur. Modern Mısır, dönemin Mısır’ını anlamak açısından önemli bir kaynak olmasının yanı sıra, İngiliz sömürgeciliğinin söylemsel bir aracı olarak dikkat çekmektedir. Cromer’ın bu eseri, sadece bir yöneticinin kişisel bakış açısını yansıtmakla kalmayıp, aynı zamanda İngiliz sömürgeci politikalarının ideolojik temellerini de gözler önüne sermektedir.
Lord Cromer, Mısır’da modern eğitim sisteminin oluşturulması ve geliştirilmesi adına gerçekleştirdiği faaliyetleri, reform projelerinin önemli bir parçası olarak sunmuştur. Modern okulların ve üniversitelerin kurulmasını da içeren bu projeler, Cromer’ın Mısır toplumunu Batılı bir anlayış çerçevesinde yeniden şekillendirme girişimlerinin temelini oluşturuyordu. Eserlerinde yalnızca kendi politikalarını savunmakla kalmayan Cromer, aynı zamanda Mısır’daki geniş siyasi ve toplumsal yapıya ilişkin eleştirel analizlerde bulunmuş ve bu analizleri Batılı sömürgeci bir perspektifle yapmıştır. Cromer, Mısır toplumunun kültürel ve dini unsurlarını kendi bakış açısıyla değerlendirerek, İslam’ın Mısır kimliğini şekillendirmedeki rolüne kapsamlı bir şekilde değinmiştir. Ancak bu süreçte, Mısır’daki geleneksel değerlerin ve muhafazakâr tutumların modernleşme yolunda önemli engeller teşkil ettiğini savunmuştur. Ona göre, İslami geleneklerin modernite ile uzlaştırılması oldukça zordu ve bu durum, ülkenin ilerlemesini yavaşlatıyordu. Cromer, bu çerçevede, bazı dini liderlerin tutumlarını dar görüşlülük olarak nitelendirmiş ve bu yaklaşımların modernleşme çabalarına zarar verdiğini öne sürmüştür.
Mısırlıların muhafazakâr tutumlarını eleştiren Cromer, Mısır toplumunu etnik köken, inanç ve sosyo-ekonomik yapıları temelinde analiz ederek genel bir profil çizmeye çalışmıştır. Toplumun geleneksel yapısına yönelik eleştirileri, modernleşme adına gerçekleştirdiği reformların haklılığını vurgulama amacı taşımaktadır. Bununla birlikte, İslam’ın Mısır kimliğinin şekillenmesindeki önemini de kabul eden Cromer, bu noktada kendi görüşlerini ifade etmiş ve bu kültürel yapının modernite ile nasıl bir ilişki içinde olması gerektiği üzerine değerlendirmelerde bulunmuştur. Cromer’ın, Mısır’daki eğitim reformlarına ve toplumsal yapıya ilişkin analizleri, dönemin sömürgeci bakış açısını yansıtan bir içeriğe sahiptir. Bu analizler, bir yandan Mısır toplumunu modernleşme çerçevesinde dönüştürmeyi hedeflerken, diğer yandan bu dönüşümü meşrulaştıran bir ideolojik temel sunma amacı taşımaktadır.
Cromer, eserinde, kültür, inanç, gelenek, tarım ve arazi kullanımı, eğitim ve bayındırlık gibi çeşitli temalar üzerinde derinlemesine bir inceleme yapmıştır. Kitap, açık ve doğrudan bir üslupla kaleme alınmış olup, büyük ölçüde Mısır tarihi ve toplumu üzerine yapılan gözlemlerle şekillenmektedir. Ancak, Lord Cromer’ın bakış açısının aşırı sömürgeci bir tutum sergilediği ve Mısır toplumunun ve kültürünün karmaşıklıklarını tam anlamıyla anlayamadığı ve ön yargısız bir şekilde analiz etmediği açıkça görülmektedir.
Genel olarak Cromer’ın Modern Mısır eseri, bir sömürge yöneticisinin zihniyetini ve politikalarını yansıtan özgün bir savunma raporu olarak kabul edilebilir. 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Mısır’da gerçekleşen ekonomik, sosyal ve politik değişimlere kapsamlı bir tarihsel bakış açısı sunan bu eser, aynı zamanda İngiliz sömürge yönetiminin bir savunması olarak da değerlendirilebilir. Bununla birlikte, İngiliz işgali altındaki Mısır’ı daha derinlemesine anlamak isteyenler için önemli bir başvuru kaynağı olmaya devam etmektedir. Modern Mısır, bu dönemdeki önemli değişim ve dönüşüm süreçlerine dair benzersiz bir perspektif sunarak, Mısır tarihi, sömürgecilik ve modernleşme üzerine yapılan araştırmalar için değerli bir tarihsel belge olarak varlığını sürdürmektedir.
5. Lord Cromer’ın Abbas Hilmi Paşa Hakkındaki Eseri
Lord Cromer, Mısır’daki başkonsolosluk görevini yürüttüğü süre boyunca, Mısır’ın Hidivi olan II. Abbas Hilmi Paşa hakkında kapsamlı bir biyografik eser kaleme almıştır. Bu eserin orijinal başlığı “Abbas II” olup, Türkçeye “II. Abbas” olarak çevrilmiştir. Kitap, Lord Cromer’ın 1907 yılında Mısır’daki görevinden emekli olmasından yaklaşık sekiz yıl sonra, 1915 yılında yayımlanmıştır.
Eser, 1892 ile 1914 yılları arasında Mısır’ı Hidiv olarak yöneten II. Abbas Hilmi Paşa’nın siyasi ve idari yaşamını detaylı bir şekilde ele almaktadır. II. Abbas, görev süresi boyunca hem yerel hem de uluslararası düzeyde pek çok zorlukla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle Avrupalı güçlerin Mısır üzerindeki etkisi, ülkenin siyasi istikrarını sarsmış, ekonomik zorluklar ise yönetim için ek bir yük oluşturmuştur. Bu dönemde, Mısır’daki sosyal yapıyı şekillendiren bu zorluklarla başa çıkabilmek için II. Abbas Hilmi Paşa çeşitli reformlar ve stratejik adımlar atmıştır.
Kitapta Lord Cromer, yalnızca II. Abbas’ın kişisel yaşamını değil, aynı zamanda iktidar döneminde Mısır’daki siyasi, sosyal ve ekonomik koşulları da ayrıntılı bir biçimde incelemektedir. II. Abbas’ın yönetim anlayışı, dönemin uluslararası ilişkileri ve özellikle İngiltere’nin Mısır üzerindeki etkisi bağlamında ele alınmaktadır. Lord Cromer, eserde, II. Abbas’ın İngiliz danışmanları ve hükümet yetkilileriyle olan ilişkilerini, Mısır’daki eğitim sistemini modernize etme çabalarını, ekonomik kalkınma yönündeki girişimlerini ve sosyal reformlarını kapsamlı bir şekilde tartışmıştır.
Kitap, aynı zamanda Mısır’ın modernleşme sürecinde karşılaşılan zorluklar ve bu süreçteki dönüm noktalarını da gözler önüne sermektedir. II. Abbas Hilmi Paşa’nın yönetimindeki Mısır’da gerçekleştirilen reformların, toplumsal yapıyı ve ekonomiyi nasıl dönüştürmeye çalıştığı, yazar tarafından derinlemesine işlenmiştir. Ayrıca, Lord Cromer’ın eserde II. Abbas’ın yönetim tarzını, devlet adamlığı becerilerini ve halkla olan ilişkilerini analiz etmesi oldukça ilgi çekicidir. Bu bakımdan, söz konusu eser sadece biyografik bir çalışma olmanın ötesine geçerek Mısır tarihine dair önemli bir kaynak eser özelliği taşımasına imkân sağlamaktadır.
Sonuç
Lord Cromer’ın “II. Abbas” isimli eseri, Mısır tarihinin önemli bir dönemine ışık tutmaktadır. Lord Cromer’ın bu döneme ilişkin anlattıkları, hem II. Abbas’ın hem de kendisinin, zamanın karmaşık siyasi ve sosyal yapısında yön bulmada karşılaştıkları zorluklara dair önemli bir perspektif sunmaktadır. Kitapta Lord Cromer, Mısır başkonsolosu olarak kendi deneyimlerinden ve II. Abbas ile olan etkileşimlerinden yararlanarak, II. Abbas Hilmi Paşa’nın ayrıntılı bir portresini çizmeye çalışmıştır. Lord Cromer’ın bakış açısı, özellikle dikkate değerdir çünkü bu süre zarfında Mısır’ın siyaseti ve yönetimi üzerinde, fiilen Britanya adına sorumluluk taşımaktadır. Bu dönemde Mısır’ın geleceğini şekillendiren pek çok önemli karar ve olayda, Cromer’ın görüşleri esas alınmış ve uygulanmıştır.
Kitap boyunca, Lord Cromer, II. Abbas Hilmi Paşa’nın yanı sıra, onun İngiliz danışmanları ve diğer yetkililerle olan ilişkilerini, Mısır’ın ekonomi, siyaset, kültür, sanat, güvenlik, maliye ve eğitim sistemlerini modernize etme girişimlerini ele almaktadır. Ayrıca, Mısır’ın çeyrek asırlık bir dönemdeki yönetim sürecinde ve karmaşık siyasetinde yön bulma çabalarını da kapsamlı bir şekilde değerlendirmektedir. Eser, Britanya’nın Mısır’ı açık ve örtülü bir biçimde işgal ettiği dönemin kritik anlarında, Mısır’ın karşılaştığı siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlara dair değerli bilgiler sunmaktadır.
EKLER
Ek I: Lord Evelyn Cromer’ın “Abbas II” Adlı Eserinin Tercümesi
1. BÖLÜM
II. ABBAS HİLMİ PAŞA’NIN TAHTA ÇIKIŞI OCAK-TEMMUZ 1892
Tevfik Paşa’nın son hastalığı – Ölümünden sonra alınan önlemler – II. Abbas’ın Mısır’a gelişi – Ferman olayı – Muhtar Paşa’nın müdahalesi –Temmuz 1892’deki durum.
2. BÖLÜM
MUSTAFA FEHMİ KRİZİ (TEMMUZ 1892-OCAK 1893)
Hidiv’in pozisyonu – İngiltere’de bakan değişimi – Mısır’daki netice – Kasım’daki mahalli durum – Mustafa Paşa’nın hastalığı ve görevden alınması – Lord Rosebery ile yazışma – Riyaz Paşa Başbakan seçiliyor.
3. BÖLÜM
KRİZİN AKIBETİ (OCAK 1893)
İngiliz partilerinin konumu – Yabancı hükümetin tutumu – Riyaz Paşa’nın tutumu – Mısır’da Ferman – Takviye istiyorum – Hükümet isteğe uyuyor – Lord Rosebery hükümetin politikasını bildiriyor – Rosebery’nin hamlesiyle ilgili yorumlar.
4. BÖLÜM
RİYAZ VE NUBAR’IN BAŞBAKANLIKLARI (OCAK 1893 – KASIM 1895)
Riyaz Paşa’nın tutumu – Hidiv’in İstanbul ziyareti – Mısır’da engelleme – Mahir Paşa’nın Savaş Bakanlığı’na aday gösterilmesi – Hidiv’in Yukarı Mısır ziyareti – Vadi Halfa’daki hareketi – Durumun ağırlığı – Lord Rosebery’nin talimatları – Fransa ve Rusya’nın tutumu – Hidiv boyun eğiyor – Riyaz Paşa görevinden istifa ediyor – Nubar Paşa kabine kuruyor – Riyaz deneyinin başarısızlığı – Nubar Paşa’dan sonra Mustafa Fehmi Paşa geliyor – Hidiv’in edindiği deneyim – Lord Rosebery’yle yazışma.
5. BÖLÜM
II. ABBAS’IN YÖNTEMLERİ
Tevfik Paşa’yla ilişkiler – II. Abbas’ın zenginlik hırslı – Kibarlığı ve mizah duygusu – Vakıfların yönetimi – Şeriat mahkemesi – Kadı – Prens Ahmet Seyf el Din olayı – İstanbul’la entrikalar – Jön Türklere sağlanan koruma – Leon Fehmi – Ele geçen mektup – Bedirhan Osman Paşa olayı – Siyah tabur isyanı.
SONUÇ
II. ABBAS
Giriş
1908 ilkbaharında yayınlanan Modern Mısır (Modern Egypt) adlı eserimde, Mısır’dan ayrıldığım 1 Mayıs tarihine kadar ülke tarihinde gerçekleşen reformları anlattım. Fakat Sudan’daki gelişmelerden ayrı olarak tamamen Mısır’da meydana gelen gelişmelerle ilgili başlıca siyasi olayların anlatımı, 7 Ocak 1892 tarihinde Tevfik Paşa’nın ölümüyle birlikte sona ermiştir.
Söz konusu olan o kitapta II. Abbas’ın Hidivliğe gelişinden kısa bir süre sonra meydana gelen olayları anlatmıştım. Mısır’daki duruma üstünkörü bile olsa bir aşinalığı olan herkes için bariz olması gereken bazı nedenlerle, o sırada Mısır tarihinin bu dönemini açıkça ele almayı arzu edilir bulmadım. Ama şimdi bunların yayınlanmasına engel olan koşullar geride kaldı.
1888’den beri Mısır’ın yönetim biçimindeki özel koşullar nedeniyle, ülke yöneticisinin kişisel karakterine değinmek kaçınılmaz olarak Britanya Hükümeti’nin ve sorumlu memurlarının yürüttüğü idare ve genel politika üzerinde çok önemli, hatta belirleyici bir etki yapacaktı.
II. Abbas’ın ister eylemleriyle ister karakteriyle ilgili olsun, şu ana kadar halka ulaşan hikayelerin çoğu eksik veya saptırılmıştır. Bunun nedenlerinden biri siyasi yandaşlıktır ki, Mısır halkının gerçek çıkarlarının ne olduğuyla ilgili samimi ama çoğu zaman hatalı bir görüşten kaynaklandığında bile bu neden en hafif deyimle anlaşılabilirdir. Bir diğer neden rüşvettir ve bunun mazur görülebilirliği çok daha azdır. Fakat en önemli neden, bağımsız bir fikir oluşturmak üzere gerçekten esas alınabilecek bilgilerin ortaya konmamış olmasıdır.
Genel olarak her zaman iyi huylu, belki bazen biraz aşırı safdil[16] olan yurttaşlarım ise çok yakın dönemlere kadar, onlara zaman zaman II. Abbas’ın icraatlarıyla ilgili olarak, çıkarcı, yarı bilgili veya aldatılmış gözlemciler tarafından sunulan akla yatkın mazeretleri dış görüntüye göre değerlendirmeye eğilimli olmuşlardır.
Bu konuda yedi yıl önce başlayan suskunluğun nedenleri artık mevcut değildir. Hiçbir şekilde kesin olmamakla birlikte muhtemeldir ki, eğer II. Abbas karanlık işler çevirmeye ve aşırı İngiliz düşmanlığını akıllıca gizlemeye devam etmiş olsaydı, öldüğü güne kadar Mısır Hidivi olmaya devam edecekti. Ama o, muhtemelen, devam etmekte olan savaşın nihai muzafferi olacak diye beklenen tarafa katılabileceği zannıyla, Büyük Britanya’nın düşmanlarıyla kader birliği yapmayı tercih etmiştir. Bu adımı atmakla siyasi bir intihar gerçekleştirmiştir. Bu yüzden onun Hidivliğe gelmesinden hemen sonra gerçekleşen olayların hikayesinin anlatılmaması için artık hiçbir neden olamaz. Umuyorum ve inanıyorum ki bu hikâye Britanya halkının bu konudaki inancını pekiştirecektir: Majestelerinin Hükümeti Mısır’ın son hükümdarını görevden alarak yalnızca siyasi bir adalet eyleminde bulunmakla kalmamış, aynı zamanda Mısır halkının da en yüksek çıkarları doğrultusunda davranmıştır.
Bu nedenle bu küçük kitap çağdaş Mısır tarihinin sadece bir bölümünü ele almaktadır. 1907’den beri Mısır’da gerçekleşen olayların tam bir anlatımını sunmak için bir çabada bulunulmamıştır. O olayların tarihinin uygun bir zamanda bu iş için nitelikli biri tarafından yazılacağına inanıyorum. Ne kendimi tatmin edebilecek ne de okuyucularıma herhangi gerçek bir fayda sunabilecek şekilde bunu kendim yazabilmemi sağlayacak materyallere sahip değilim. Bununla birlikte, son sekiz yıl boyunca Mısır’ın geçtiği çeşitli aşamaların belirgin bazı yönleriyle ilgili şahsi fikrimi çok kısaca belirtebilirim.
Uzun ve yakın bir ilişkiye dayalı olarak çok büyük bir saygı ve sevgi duyduğum yakın arkadaşım Sir Eldon Gorst, yirmi dört yıldır elimde bulundurduğum görevi çok istisnai bir zorluk zamanında, üstlenmeyi başardı. Her zaman çok iyi farkında olduğum ve sonraki olayların da kanıtladığı gibi, Mısır’daki Milliyetçi parti, vatandaşlarının fikirlerinin ve gerçek çıkarlarının sadık temsilcileri olmamalarına rağmen, siyasi sahnede önemli bir yere geldiler. Olağan bir gözlemci onların doğal bir etki gücü ve öneme sahip olduklarını düşünebilirdi ama gerçekte buna hiçbir zaman sahip değildiler. İngiltere’de, güçlü bir parlamenter çoğunluk tarafından desteklenen radikal bir hükümet iktidara daha yeni gelebilmişti. Britanya siyasi atmosferi demokratik ideallerle kaplıydı. Yaşlılık maaşı planlaması gibi çok değerli bir amaca dayalı olduğu halde uygulamasında ciddi hatalar olan ideal politikalardan bazıları sempatiyi fazlasıyla hak ediyordu. Bazı idealler çeşitli nedenlerle pratik siyasetin menzili dışında kalıyordu. Demokratik baskının, kıtasal hükümetleri silah güçlerinde geniş çaplı azaltmalar yapmaya ikna edeceği ve böylece evrensel bir barış çağını başlatacağı biçimindeki birkaç fikir ise tamamen hayaliydi ve ancak siyasi bir ütopyada yaşayanların beyinlerinde filizlenmiş olabilirdi. Bacon’ın idola fori diye tanımlayacağı bu idealler arasında, Doğu ülkelerinde Batılı kurumların hızla geliştirilmesi ihtiyacı önemli bir yer tutuyordu. Mısır’da bu yönde bir denemede bulunmanın kaçınılmazlığına katkıda bulunan pek çok koşul vardı. Hem etkili siyasetçiler hem de Britanya basınının bir kesimi ki bu ülkedeki durum hakkındaki bilgilerini genellikle Mısır’a hızlı bir ziyaretten sonra edinmişlerdir, Mısır kurumlarının liberal anlamda bir yeniden modellemeye ihtiyaç duyduğu, Mısır eğitimine uzun zamandır yeterli ilginin gösterilmediği ve Mısırlıların kendi ülkelerinin yönetiminde daha büyük ve daha etkili bir paya sahip olmasına izin verilmesi gerektiğine dair fikirlerini ısrarla savunagelmişti. Ayrıca, suçlanan çok sayıda kişinin, adaletsiz olmasa da şu anda aşırı derecede şiddetli olduğunu kabul edebileceğim cezalara çarptırılmasıyla sonuçlanan talihsiz Danşüvay olayı, mevcut rejimin muhalifleri tarafından güçlü bir şekilde istismar ediliyor ve Mısır yönetimindeki genel havayla ilgili tamamen yanlış bir izlenim veriyordu. Üstelik Türkiye ve İran’daki son olaylar, Britanya’da Liberal kişilerin ümitlerini ve coşkularını harekete geçirmişti. Çok kısa bir süre boyunca, Doğu gerçekten uykusundan uyanmış, Doğulu düşünce alışkanlıkları köklü bir değişim geçirmiş ve bu ülkelerin her ikisi de gerçek bir anayasal yönetime giden yola girmiş gibi göründü. Doğal olarak şu soru ortaya çıkıyordu: Liberal İngiltere geri kalıp diğer Müslüman ülke toplumlarının kendi inisiyatifleriyle sağladığı ayrıcalıkları Mısırlılara tanımayı ret mi edecekti?
İşgalin ilk yıllarında çok yoğun olan finansal zorlukların çözülmesi ve 1904 İngiltere-Fransa Dostluk Anlaşması’ndan sonra ciddi uluslararası sürtüşmelerin giderilmesiyle birlikte, Mısır’daki gelişmelerin yeni bir aşamaya girdiğini fark ettim. Ülkeden ayrılmamın ardından bazı değişikliklerin olacağını öngördüm ve 7 Mayıs 1907’de Kahire Konferans Salonu’nda geniş bir dinleyici kitlesine İngilizce yaptığım veda konuşmasındaki eleştirilerimde de buna dayalı olarak şöyle demiştim:
Bizi birbirimizden ayıran fark ilkeselden ziyade dereceyle ilgili. Onlar dörtnala koşmak istiyorlar. Bense, bu ülkenin çıkarlarını gerçekleştirmeye en uygun hızın hafif tempolu koşu olduğunu düşünüyorum. Bu hız geçmişte bize çok iyi hizmet etti. Bence bu devam etmeli, asla yürüme yavaşlığına düşmemeli, dörtnala da çıkmamalı. Şundan eminim ki, eğer hız çok fazla arttırılırsa, atın düşüp dizlerini kırmasına sebep olacak şeklinde ciddi bir risk doğacaktır
Sir Eldon Gorst kendi programını gerçekleştirmek için gerçekten dürüst ve çok cesurca bir girişimde bulundu. Bu, eğer ona Dışişleri Bakanlığı’ndan dikte ettirilmemiş olsaydı (herhangi bir fikir bildirimini haklı kılacak kadar bilgiye sahip olmadığım bir konu), uğraşmak zorunda kaldığı koşulların onun için zorunlu kıldığı bir programdı. Mısır kurumlarında herhangi büyük bir değişiklik yapılmadı ama bu nitelikteki düşünülebilir her tür değişikliklerin önemini abartmak kolaydır. Mısır gibi ülkelerde Hükümet mekanizmasının işletilme biçimi, kurumların kendilerinden daha büyük bir öneme sahiptir. Diğer taraftan, yönetime tamamen yeni bir ruh üflendi. Hidiv samimi iş birliğine davet edildi ve iş birliğinde bulunmasını sağlamak için de onu özellikle ilgilendiren, temel olarak kişisel nitelikteki meseleleri ele almada kendisine öncekinden çok daha fazla özgürlük tanındı. Britanya kılavuzluğu en aza indirildi ve Mısırlı Bakanlara ve onların baş yardımcılarına kendi sorumluluklarıyla ve kendi sağduyularına göre hareket etmeleri gerektiği hissettirildi.
Bu nitelikte bir denemenin kaçınılmaz olduğunu söyledim. Şimdi şunu da ekleyebilirim ki, bu denenmeliydi de. Mevcut bilgiler ve materyallere dayalı olarak, gerçek bir deney Mısır halkını ve Mısırlıların arzularına aşırı sempati duyan İngilizleri şuna ikna edecekti: himaye altından neredeyse tam bağımsızlığa doğru ani bir değişim, ülkenin tüm siyaset ve idare mekanizmasında ciddi bir kaymaya neden olmadan gerçekleştirilemezdi. Hidiv’in samimi iş birliğini sağlama çabası prensip olarak yeterince mantıklıydı ama o iş birliğini güvence altına almak için ödenmek zorunda kalınan bedel aşırıydı. Rütbelerde utanmazca bir çeşitlendirme gibi daha önceden bastırılmış olan bazı ciddi sui-istimallerin yeniden canlanmasına ve bireylere karşı adaletsizliğe, hatta zulme neden oldu. Üstelik bu planın Hidiv’in şahsi karakter kayasında parçalanması neredeyse kesindi. Tıpkı Virgil’in Drances’i gibi, Hidiv “seditione potens”di (isyana kışkırtmaya muktedirdi). Hain planların ustasıydı ve gizli kapaklı yollara o kadar düşkündü ki, gerçekten dosdoğru herhangi bir yolu uzun süre istikrarlı bir şekilde takip edemiyordu. Trajik derecede erken ölümü kısa bir süre öncesinde Sir Eldon Gorst ile yaptığım sohbetlere dayalı olarak şundan eminim ki, onun Hidiv ile olan balayı bitişe yaklaşıyordu (bu balayılar, II. Abbas türü Doğulularla ilk kez temasa geçen İngilizler için çok yaygın bir durumdur). Hidiv ile ilgili olarak, dürüstlük namına şunu da eklemeliyim ki, Sir Eldon Gorst’un ona karşı olan muamelesinden dolayı belirli bir derecede gerçek bir şükran göstermiştir. Sir Eldon’ın şifasız bir hastalığa tutulduğunu öğrendiğinde onu ziyaret edip üzüntüsünü ifade etmek için alelacele tebdili kıyafet İngiltere’ye gitmiştir. Bu, onun sergilediği performansla ilgili olarak duyduğum en iyi hamledir. Bu olayda sergilediği gerçek his nedeniyle onunla ilgili pek çok şey affedilebilir.
Mısır Bakanları’nın ve astlarının yönetim yetkisiyle ilgili olarak, çeyrek yüzyıldır istikrarlı bir ilerleme kaydediliyordu. Son derece makul bir dürüstlük ve yetki standardı hâkimdi. Bu yönde daha da fazla gelişim ümidiyle gelecek parlaktı. Fakat İsmail Paşa ve ondan öncekilerin bulaştığı yolsuz ve despotik yönetimin sona ermesinin üstünden bir nesil ya geçmiş ya geçmemişti ve bu nedenle de kozmopolitan Mısır yönetimi için gerekli çok komplike mekanizmayı yardımsız olarak idare edecek bütün bir personel takımının yaratılmasını beklemek fazlaydı. Sir Eldon Gorst’un yeteneğine, büyük ahlaki cesaretine ve Mısır olaylarıyla olan yakın aşinalığına bakıldığında rahatlıkla iddia edilebilir ki, onun gerçekleştirmek için yola çıktığı görevin başarılması imkânsızdı ve ondan daha az becerikli ellerde bu başarısızlık daha da kötü sonuçlanırdı. Bence eğer yaşasaydı, ismiyle ilişkilendirilmiş politikada önemli bazı değişiklikleri bizzat kendisi gerçekleştirirdi ve yine şüphem yok ki, yeni ortaya çıkan koşullarla başarılı bir şekilde başa çıkabilecek yeteneğe de sahipti.
Gelişmeler gösterdi ki, deneyin genel sonucu, siyasi saatin akrep ve yelkovanının geri alınmasıydı. Mısır otonomisi yeni topraklar kazanacağına toprak kaybetti. Ülkenin durumuna gerçekten aşina olan herkesin tahmin ettiği gibi bir tepki meydana geldi. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, ihtiyatlı ve etkin Britanya denetimi sistemine dönmek gerekecekti ve de Britanya Hükümeti’nin temsilcisinin daha doğrudan müdahalelerde bulunması gerekecekti. Üstelik ister yabancı ister yerli olsun, Mısır nüfusunun en azından çok önemli bir bölümünün (muhtemelen büyük çoğunluğunun) bu sisteme dönüşe kızmak bir yana, bundan memnun olacağına dair göstergeler de mevcuttu. Samimi ama artık soluğunu önemli oranda yitirmiş olan Mısır Milliyetçiliğinin en iyi bazı özellikleri hayattaydı ve hala hayatta olduğundan da eminim. Vatanseverlik namına sergilediği tek şey kendi ülkesinin himayecilerine karşı pervasızca sövüp saymak olan küstah ve son derece beceriksiz Milliyetçi demagogun istilası sona ermişti. Sir Eldon Gorst’un ölümüyle boşalan görevi devralmak üzere Lord Kitchener Kahire’ye gönderildi. Sonuçlar bu seçimin doğruluğunu ortaya koydu. Lord Kitchener hızla Mısır halkının tüm kesimlerinin güvenini kazandı ama şunu özellikle belirtmek gerekir ki bunu Mısırlıların kendi kendilerini yönetmelerine izin vererek değil, Hidiv’in faaliyetleri üzerinde katı bir kontrol uygulayarak ve Mısırlıları kendisi yöneterek yapmıştır. Bu göreve üç yıl önce gelmesi durumunda, benimsediği politika uygulanabilir miydi bu son derece şüphelidir, çünkü o zaman İngilizlerin Doğu Meşrutiyeti’nin gelişimine olan inancı henüz sarsılmamıştı. Mısır kurumlarında belirli değişiklikler yapıldı. Faydasız ve hantal bir yapı olan Genel Kurul feshedildi. Yasama Meclisi’nin yetkileri biraz arttırıldı. Her iki reformun da makullüğü anlaşıldı fakat ikisinin de çok büyük bir siyasi önemi yoktur. Gerçekleştirilen esas değişiklik, hükümetin, Britanya işgali gerçekleştiğinden beri herhangi bir dönemde olduğundan daha da belirgin bir şahsi karaktere sahip olmasıydı. Bazı itirazlara açık oluşu bariz olmakla birlikte bu hükümet türü ülkenin gerçek koşullarına uygundur ve kişisel güç Mısır toplumunun gerçek çıkarları doğrultusunda kullanıldığı sürece, büyük bir değişikliğe yönelik çok önemli bir ihtiyaç ortaya çıkmayacaktır. Fakat gelecekte, özellikle de eğer Kapitülasyonlar feshedilirse, Mısır kurumlarının başka bazı dönüşümler geçirecek olması sadece hayal edilebilir değil, son derece muhtemeldir. Eğer bu dönüşümler aşamalı olursa ve eğer ülkenin durumuna ve gerçek ihtiyaçlarına iyi aşina olanlar tarafından dikkatle hazırlanırsa, taraflardan hiçbirinin bu dönüşümlerden korkmasına gerek yoktur. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de, her tür ani ve keskin değişiklikler, bu değişiklikleri hazırlayanları hayal kırıklığına uğratacaktır çünkü ülke bunları sindiremeyecek ve kısa bir süre önce olduğu gibi bir reaksiyonun meydana gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Şimdi şu ana ve yakın geleceğe dönmek istiyorum. Mısır’ın siyasi kaderi otuz üç yıllık bir periyot boyunca dengede sallandıktan sonra sonunda kesin bir şekilde yerine oturdu. Ülke Britanya İmparatorluğu’yla birleşti[17]. Başka bir çözüm mümkün değildi. Devlet adamları becerikli olduğu ve aşırı bir acele içine girilmediği sürece, bu önlemin alınması engelleyici olmayacağı gibi, Büyük Britanya’nın kendi idaresi altındaki dış devletlerle ilişkilerinde bağlı olduğu rasyonel Liberal politikanın uygulanmasını da sağlayacaktır. Türkiye’yle olan ve Mısır’a veya Mısırlılara hiçbir zaman en ufak bir faydası olmayan bağ kesin bir şekilde koparılmıştır[18]. Mehmet Ali’nin ailesinin, şahsi arkadaşlığıyla beni uzun bir süredir onurlandıran ve yöneteceği insanlara fayda sağlayacağı yüksek mevkinin hakkını vermek için gerekli tüm niteliklere sahip olduğuna inandığım seçkin bir üyesi Mısır Sultanı oldu. Doğru anlıyorsam, eğer gelecekte herhangi bir zamanda bu düzenlemeyi değiştirmek gerekli görülürse, Britanya Hükümeti bunda zorluk yaşamayacaktır. Dikkat çeken ve bir gün önem kazanabilecek hususlardan biri olarak, Sultanlığın boş kalması durumunda veraset düzeni konusunda ne olacağıyla ilgili hiçbir kesinlik yoktur. İlhakla karşılaştırıldığında mandada bazı dezavantajlar olduğu inkâr edilemez; bu çok açıktır. 1882’den beri Britanya Hükümeti açısından çok sıkıntılı bir husus olan yabancıların dış-bölgesel hakları fiilen ortadan kalkmıyor. Üstelik şu anda bu hususta en küçük bir endişeye bile gerek olmadığına ikna olmuş olmama rağmen gelecekte bir risk olabilir ve diğer Doğu ülkelerinde olduğu gibi Saray zararlı ve utanç verici bir entrika merkezi haline gelebilir. Yine de, zannımca, Majestelerinin Hükümeti yerel kanaate saygılı olarak ve tam egemenlik varsayımı yerine manda tercihi göstererek çok basiretli davranmıştır. Mehmet Ali’nin ailesi aslında Mısırlı değildir, fakat zaman içinde bu sülalede saygıyı ve dikkati hak eden, belirli bir oranda gerçek milli duygu oluşmuştur. Üstelik, milliyetçilikten ayrı olarak, devletin en üst konumunda bir Müslümanın bulunacak olması, meşru Müslüman hissiyatını yatıştıracaktır.
Şu anda yapılmış olan siyasi değişikliğin bir sonucu olarak bundan sonra hangi adımların atılmasının gerekli olabileceğiyle ilgili herhangi derinlemesine bir tartışma, mevcut savaşın dozunun belirlenmesine kadar ertelenmek zorundadır. Bu nedenle görüşlerimi, özel öneme sahip iki noktayla sınırlıyorum.
Elbette kapitülasyonlar feshedilmelidir. Yeni atanan Sultan’ın yüksek temsilcisi tarafından Dışişleri Bakanlığı’nın talimatıyla yazılan 19 Aralık 1914 tarihli mesajda kapitülasyonların kalkışı kendini açıkça belli etmişti. Bu amacın gerçekleşmesini sağlamak için izlenmesi gerekecek yöntem üzerinde durmak için vakit erkendir. Fakat, daha önce de çeşitli defalar dikkat çektiğim bir nokta üzerinde vurgu yapmak istiyorum. Mısır’da yaşayan yabancılar, İngiltere’de yaşayan bir Fransız veya Fransa’da yaşayan bir İngiliz’in durumunda olduğu şekilde tam bir yabancı olarak düşünülemez. Hem sağlam politika hem de adalet, mevcut argümanın amaçları doğrultusunda, bunların Mısırlı olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna işaret etmektedir. Bu nedenle ben açıkça şu düşüncedeyim ki, kapitülasyonların kaldırılmasının bir sonucu olarak, Mısır’daki Avrupa Uyumundaki üye ülkelerin bu ülkenin Hükümetiyle ilişkilendirmeye yönelik bazı pratik ve itiraz edilmez yollar bulunmalı, seslerini duyurmak için gerekli imkânlara kavuşturulmalıdırlar. Bunun için çeşitli yöntemler vardır. Şimdi bu yöntemlerin birbirine göre avantajlarını ve dezavantajlarını tartışmayacağım. Sadece akılda bulundurulması gerektiğini düşündüğüm genel ilkeye işaret etmekle yetineceğim.
Dikkat çekmek istediğim ikinci husus belki daha da büyük bir öneme sahiptir. Yerel basın hiç kısıtlanmamışken, onu sınırlandırmaya yönelik en güçlü argümanları bile savacak denli özgürlüğünü kullanırken, son zamanların yapay Milliyetçi hareketi tam sürat yol alırken ve eski Sultan’ın ve eski Hidiv’in entrika güçleri en üst seviyedeyken, neden Mısır’daki işlerin kontrolden tamamen çıkmasıyla ilgili hiçbir ciddi tehlike olmadı? Türk militaristleri ve onların yoldaş Alman komplocuları tarafından kışkırtılan dini heyecan ve fanatizm hiç meyve vermedi ve hem Mısır hem de Sudan’da Britanya Hükümeti’ne karşı en kayda değer sadakat ve dostluk ifadeleriyle yanıtlandı? Şüphesiz Kahire, İskenderiye ve Hartum’daki Britanya garnizonlarının varlığı bu eşsiz siyasi fenomenlerin nedenlerini önemli ölçüde açıklıyor. Nedenlerden bir diğeri, daha eğitimli sınıfların, tehdidi altında oldukları Türk-Mısır[19] rejiminin kesin olarak hem Batı hem de Doğu yönetiminin en kötü özelliklerini bir araya getireceğini anlamış olması olabilir. Fakat bana göre, katkıda bulunan nedenler arasında en önemli olanı, tahrikçilerin, dini fanatiklerin veya siyasi entrikacıların amaçları doğrultusunda kullanabileceği hiçbir genel memnuniyetsizliğin mevcut olmamasıdır. Acımasız bir işkence ve zulmün kurbanları oldukları yönündeki en ikna edici propagandalara rağmen, hem Mısır hem de Sudan nüfusu kötü yönetildiklerine inanmayı reddetti. Neden hiçbir genel memnuniyetsizlik hâkim olmadı? Başlatılmasından ve yürütülmesinden bizzat sorumlu olduğum bir politikayı övüyor olduğumun tamamen farkında olmakla birlikte, bir kez daha, bu soruyu yanıtlamakta hiçbir tereddüdüm yok. Fakat konu o kadar önemli ki, bu nitelikteki kişisel bazı hususların serbest fikir ifadesini engellemesine izin vermemek gerekir. Bence Mısır’da ya da Sudan’da genel bir memnuniyetsizlik meydana gelmemiş olmasının gerçek nedeni, iki ülkenin (Sudan ve Mısır) devlet harcamalarının dikkatli bir şekilde kontrol edilmesi, finansal kaynaklara uygun hale getirilmesi ve böylece vergilerin düşük tutulmuş olmasıdır. Vergi toplayıcının maymun iştahlı talepleri sona erdiğinde ve hatta bir önceki neslin hayal bile edemeyeceği kadar düştüğünde, Mısırlı fellahın ya da Sudanlı kabile üyesinin kendini baskı altında veya kötü muamele altında görmesini beklemek için bir neden yoktur.
Pek çok fırsatta bu konu üzerinde durdum ve eğer bunda ısrar ediyorsam, bunun nedeni çok büyük bir siyasi öneme sahip olmasıdır. Mısır ve Sudan politikasının köşe taşı, ırk, dil, din ve sosyal gelenekler gibi bağların yokluğu durumunda, yönetenlerle yönetilenler arasındaki tek bağlantının maddi çıkarlarda bulunması gerektiği gerçeğidir ve bu çıkarlar arasında en önemlisi, empoze edilen mali külfetlerin hafifliğidir. Dolayısıyla bana göre, karşı karşıya olduğumuz siyasi koşullar öyledir ki, diğer tüm hususlar vergilendirmeyi düşük tutma gerekliliğine uyarlanmalıdır. Mısır ve Sudan’ın yönetiminde gerçekten sorumlu olanlar, neredeyse tamamen kendi başlarına, yukarıda belirtilen ilkeye dayalı bir politikanın yürütülmesine güvenmek zorunda kalacaktır. Ekonomi hiç popüler olmadığı için hemen hiç destek bulamayacaklar ve kesin bir şekilde pek çok çevre tarafından da sert bir şekilde eleştirileceklerdir. Ne yerel halk ne de Britanyalılar nezdinde büyük oranda bir kamuoyu desteği sağlamayı başaramayacaklardır. Genel olarak İngilizler, İngiliz gelenek ve uygulamalarına dayalı olarak fikirlerini belirlemeye çok eğilimlidir. Kendi ülkelerinde kısa bir süre önce devlet harcamalarında ve kamusal yüklerde birkaç yıl önce imkânsız olarak görülecek derecede bir artış oldu, bunun neticesinde kamuoyu ekonomi konusunda demoralize oldu ve bağlı devletlerin ekonomik idaresiyle ilgilenmedeki ulusal vicdan muhtemelen birkaç derece körleşti. Buna rağmen pek çok öncü İngiliz siyasetçi ve etkili gazete, Mısır’da yerel otonominin hızla geliştirilmesi için gerekli bir önlem olarak Mısır eğitim sisteminin ilerletilmesinin siyasi arzu edilebilirliği üzerinde ısrar etmekten yorulmadı. Ben şahsen, ulusal karakterde bir dönüşüm olmadan ki bunun da yavaş bir süreç olması gerekir, okullarda ve kolejlerde[20] uygulanabilecek şekilde böyle bir eğitimin Mısırlıları kendi kendilerini tam bir şekilde yönetmeye muktedir kılacağını sanmıyorum. Ama şu anda üzerinde ısrar etmek istediğim husus bu değil. Ben sadece eğitimin maliyetliliği üzerinde durmak ve ağır vergilendirmenin empoze edilmesini gerektirecek kadar gelişkin bir eğitim politikası benimsemenin siyasi mantıksızlığına dikkat çekmek istiyorum. O zaman da çok farklı bir çevreden saldırılar olacaktır. Hevesli, iyilik bilincinde, bir şeyler yapma gücü olan yönetici, daha fazla yol, köprü, hastane ve gelişmiş medeniyetin diğer tüm teçhizatı için velvele çıkaracak ve bu amaçları hızlı bir şekilde gerçekleştirmek için gerekli çok ağır harcamadan kaynaklanacak nihai sonuçları görmezden gelme eğiliminde olacaktır.
Sorumlu Mısır ve Sudan devlet adamları, tamamen kendi içinde değerlendirildiğinde bu nitelikteki önerilere ne kadar sempati gösterebilecek durumda olurlarsa olsunlar, bürokratik yöneticiyle de siyasi hayalciyle de aralarına mesafe koymak için gerekeni yapacaklardır. Ne kadar çekici olursa olsun, eğer masraflı planlara girme konusunda tereddüt içindeyseler, ülke kaynaklarının orantısız maliyetleri kaldıracağından emin olana kadar akıllıca davranacaklardır! Eğitimin yaygınlaştırılmasını (özellikle teknik eğitim ve kızların eğitimi), kamu hizmet binalarının inşasını ve ilgili diğer ilerleme biçimlerini teşvik edeceklerdir ama sadece yeni ve ezici vergiler dayatmak zorunda kalmadan ne kadar teşvik edilebiliyorsa o kadar.
Şu anda gelişim aşamasında olan savaş Mısır Hazinesi için elbette önemli bir sıkıntı yaratacaktır. Pek çok durumda kamu işlerinin icrasının ertelenmek zorunda kalacağından ve çeşitli alanlardaki ilerlemelerin de duracağından şüphem yok. Ama bu sıkışıklığın geçici olmasını ummak mümkündür. Mısır devlet finansının oldukça sağlam durumu ve kısa bir süre önce Hükümet’in emrinde olan büyük rezerv göz önünde bulundurulduğunda, makul bir basiretle mevcut krizi vergi yükünü arttırmadan aşmak imkân dahilinde olmalıdır. Bununla birlikte, yerel basında, İskenderiye’de mal giriş vergisinin (oktruva) yeniden düzenleneceğiyle ilgili olarak gördüğüm bir haber beni biraz endişelendirdi. Bu son derece kötü bir vergi, çünkü en fakir kesimlerin kullandığı günlük tüketim maddelerini kapsıyor. Üstelik Hükümet’e bağlı bazı temsilcilerin yasadışı birtakım uygulamalarda bulunması için de çok özel imkânlar sağlıyor. Oktruva vergilerinin bir daha ülkenin sürekli mali sistemine dahil edilmeyeceğine samimiyetle inanıyorum.
Bu eserin son bölümünün çok kısa bir süre önce yazıldığını belirtmek istiyorum. Diğer bölümler yıllar önce, ilgili olaylar hafızamda tazeyken yazılmıştır. Fakat orijinal metinde bazı değişiklikler yapılmıştır.
Londra, 26 Ocak 1915
1. BÖLÜM
II. ABBAS HİLMİ PAŞA’NIN TAHTA ÇIKIŞI OCAK-TEMMUZ 1892
Tevfik Paşa’nın son hastalığı – Ölümünden sonra alınan önlemler – II. Abbas’ın Mısır’a gelişi – Ferman olayı – Muhtar Paşa’nın müdahalesi – Temmuz 1892’deki durum.
7 Ocak 1892’de Kahire’nin birkaç mil güneyindeki Helvan’da kalmakta olan Hidiv Tevfik’in tehlikeli bir hastalığa yakalandığını öğrendim. Hemen Helvan’a gidip Majesteleriyle ilgilenen Alman doktoru gördüm. Hidiv’in ancak birkaç saatlik ömrü kaldığını söyledi.
Acil eylem gerekiyordu. Yapılması gerekeni yapmada herhangi bir tereddüt, ciddi siyasi neticeler doğurabilirdi. Başbakan Mustafa Fehmi Paşa, Dışişleri Bakanı Tekran (Tigrane) Paşa, Sir Elwin Palmer ve ben toplandık. Sultan’ın 1878 Fermanı’na göre, Tevfik Paşa’nın en büyük oğlu Prens Abbas onun yasal varisiydi. Babasının ölümünden sonra onun Hidivliğini ilan etmede vakit kaybedilmemesi gerektiğinde anlaştık. Ferman ergenlik yaşını on sekiz olarak bildiriyordu. Prens Abbas reşit miydi? Kesin doğum tarihini kimse bilmiyordu. Sonunda, yıllarca Tevfik Paşa’nın hizmetinde bulunmuş yaşlı bir Türk bulundu. Ondan Prens Abbas ‘ın 14 Temmuz 1874’de doğduğunu öğrendik. Yani Prens Abbas henüz reşit değildi ve ancak 14 Temmuz 1892’de olacaktı. Ferman, Hidiv’in reşit olmaması durumunda bir Naiplik Meclisi’nin oluşturulmasını gerekiyordu; ama muhtemelen entrikaya ve çeşitli bölgelerde zorluklara neden olacak olan bir fetret devrinden sakınmak isteniyordu. Bunun üzerine biri çıkıp Müslüman bir prensin yaşının Müslüman takvimine göre hesaplanması gerektiğini fısıldadı. Müslüman takviminde yıl 354 günden oluşuyordu. Bu hesaplamaya göre Prens Abbas 24 Aralık 1891’de, yani babasının ölümünden on dört gün önce reşit olmuştu.
Tevfik Paşa’nın ölümünden hemen sonra, Viyana’daki Prens Abbas’ın Kahire’ye davet edilmesi, Sultan’ın bilgilendirilmesi ve Prens Abbas ülke yönetimine geçene kadarki ara dönemde görevli bakanların idareyi sürdüreceğine dair bir genel duyuruda bulunulması kararlaştırıldı. Bu prosedürün benimsenmesi Türklerin araya girmesine neden oldu; bu korkutucu ve oldukça zorlu süreç yaratacaktı.
Sonra ben Kahire’ye döndüm. Aynı gün akşam 7’de Tevfik Paşa öldü.
Helvan’da düzenlenen program hiçbir sapma olmaksızın uygulandı. Hiçbir entrikanın meydana gelmesine zaman tanınmadı. Sultan mevcut durumu kendi tarzıyla onayladı. Londra’daki Türk Büyükelçisi 8 Ocak’ta Lord Salisbury’ye, Tevfik Paşa’nın ölümü üzerine Mısır Hidivliğine Prens Abbas’ın geçirilecek olmasının İmparator Hazretlerini memnun ettiğini ve yeni Hidiv’in tahta gelişine kadar yönetimi geçici olarak sürdürmek üzere Bakanlar Kurulu Başkanı’nın görevlendirilmiş olduğunu bildirdi.
Hidiv’in 16 Ocak’ta Kahire’ye varması üzerine, Britanya ve Mısır’ın toplu garnizonu Abidin Sarayı’nın önündeki meydanda geçit töreni yaptı. Sultan’ın telgrafı yüksek sesle okundu, askeri birlikler selam durdu, birleşik askeri bandolar Türk Milli Marşı’nı çaldı. Bu gösterinin amacı Britanya Hükümeti’nin Hidiv’i desteklerken Sultan’ın meşru haklarını da tanıma arzusunu açıkça göstermekti.
Hidiv Kahire’ye gelişinden hemen sonra görevdeki Bakanları onayladı. Onunla olan ilk görüşmemde bende iyi bir izlenim bıraktı. 21 Şubat’ta Lord Salisbury’ye şöyle yazmıştım: “Genç Hidiv’in son derece Mısırlı olacağını görüyorum.” Bu, yakında olacaklarla ilgili bir resim sunuyordu.
Şu an için Hidiv’in belirsiz ve disiplinsiz Mısırcı eğilimleri onu İngiliz düşmanı değil Türk düşmanı bir mücadeleye sevk etti. Sultan’la ilişkileri kötü başladı. Zaman ilerledikçe, Hükümdar ile kulu arasındaki ilişkiler giderek gerginleşti. “Ferman Olayı[21]“ olarak bilinen olay hakkında yaptığım kısa açıklamaya başka bir şey eklemem gerekmiyor. Bu olay üç ay sürdü. Neticede Sultan durumdan çok rahatsız oldu.
Bu dönemde rahatsızlığa neden olan bir başka olay daha oldu. Fransız Başkonsolosu M. De Réverseaux, Hidiv’in tahta çıkışından kısa bir süre sonra, Mustafa Fehmi Paşa’nın yerine daha güçlü bir Başbakan seçmenin arzu edilebilir olduğunu ima etmişti bana. Daha güçlü derken, daha az İngiliz hayranı birini kastediyordu. Doğal olarak herhangi bir değişikliğe karşı koydum.
Bir süre sonra Muhtar Paşa Hidiv’e Bakanlarını değiştirmesi için baskı yaptı. Mustafa Fehmi Paşa’nın istifa etmesini tavsiye etti ve bu istifanın arzu edilebilirliğini açıkça dillendirdi. Türk Temsilcisinin bu hareketi Fermanların ruhuna aykırıydı. Hidiv’in ayrıcalıkları konusundaki Türk baskısına olan direnişini destekledim. Sonuç olarak Sultan’a telgraf çekerek Muhtar Paşa’nın davranışlarını şikâyet etti ve özel olarak göreve getirilen kendi bakanları ile Muhtar Paşa’nın önerdikleri arasında, kendi bakanlarına olan tam güvenini ifade etti. Bu olaylar İstanbul’da çok büyük bir rahatsızlık yarattı. Sultan İngiliz düşmanı bazı gazete editörlerine ve diğerlerine anlamsız bazı rütbeler - nişanlar dağıtarak İngiltere’den intikam aldı. Bu arada Britanya gücünün üstünlüğü konusunda iyi bir başlangıç yapılmıştı. Hidiv şu an için Türk baskısına direnmede İngiltere’nin yardımına muhtaçtı.
Ferman olayının yarattığı karışıklık azaldıktan sonra, siyasi bir duraklama oldu. Bir süre için hiçbir ciddi olay meydana gelmedi. Temmuz başında, Hidiv değişikliğinin Mısır’daki yerel durumda hiçbir önemli değişikliğe neden olmayacağı ümidiyle Londra’ya gitmek üzere Mısır’dan ayrıldım. Kısa bir süre sonra bu düşüncemde yanıldığımı anlayacaktım.
2. BÖLÜM
MUSTAFA FEHMİ KRİZİ (TEMMUZ 1892-OCAK 1893)
Hidiv’in pozisyonu – İngiltere’de bakan değişimi – Mısır’daki netice – Kasım’daki yerel durum – Mustafa Paşa’nın hastalığı ve görevden alınması – Lord Rosebery ile yazışma – Riyaz Paşa Başbakan seçiliyor
Olaydaki görüntüler hayırlı bir gelecek ümidi beslememi sağladığı halde, Tevfik Paşa’nın ölmekte olduğunu duyduğum zaman edindiğim ilk izlenimin tamamen yanlış çıkacağına inanmakta gerçekten zorlandım. Helvan’daki Alman doktor bir Hidiv değişiminin kaçınılmaz olduğunu söylediğinde, Mısır Hükümeti adıyla bilinen dayanıksız siyasi binanın mecburen sert bir şekilde sallanacağı aklımdan geçmişti. Kader, varlığı ciddi bir ölçüde bu adamın hayatına bağlı olan bir sistemi sarstığındaki kadar hak etmemişti hiç Homer’si yıkıcılık sıfatını. Bu kader hayatının en güzel döneminde yıktı bu adamı.
Tevfik Paşa’nın ölümünden önceki on yıl boyunca Mısır’ın yönetim sisteminin temel özellikleri neydi? O sistemin köşe taşı, bir yanda Hidiv ile en yüksek Mısırlı birkaç yetkili arasında, diğer yanda ise Britanyalı Başkonsolos ile en yüksek Britanyalı birkaç yetkili arasında iyi bir anlayış olması gerekliliğiydi. On yıl boyunca bu iyi anlayış mevcuttu. Nadiren sürtüşmeler oldu ama meseleleri halletmek ve mevcut zorlukları tatmin edici bir şekilde çözümlemek her zaman mümkün oldu. Ama bu sistem, uygulamada oldukça iyi işlemesine rağmen, bariz şekilde çok yapaydı. Herhangi sert bir şoka direnme gücü en hafif deyimle şüpheliydi. Gerçekten de asıl şaşılacak olan şey nasıl bu kadar uzun bir süre ayakta kalabildiğiydi.
Skolastik olarak sağlam ama çok dar nitelikli bir Avusturya kolejinde eğitimini yeni bitirmiş, on sekiz yaşındaki deneyimsiz bir gencin kendini bu tür bir sistemin zorunluluklarına uyarlamak için gerekli zekâya, sabra, yargıya ve öz-hâkimiyete sahip olması düşünülebilir miydi? Bu özelliklere yeterli derecede sahip olması açıkça hiç muhtemel değildi. Üstelik, Prens Abbas’ın gelmesinden önce, konuyla ilgili gerçekleri bilebilecek bir konumda olan Avusturyalı bir arkadaşım, Prens’in eğitim gördüğü Viyana’daki kolejin onun karakterine etkisi hakkında iyi bir fikre sahip olmadığı ve çok soruna neden olabileceği konusunda beni uyarmıştı. Etrafını kötü danışmanların çevireceği kesindi. Etrafındakilerde dalkavukluğu doğrudan veya dolaylı olarak teşvik etmese, doğulu kökeniyle ters düşerdi. İngilizlerin Mısır’daki konumu, onları yanlış tanıtılmaya ve saldırıya özellikle açık bir hale getirdi. Elbette Hidiv Britanyalıların tavsiyelerini dinleyerek kendini alçaltmamaya sevk edilecekti. Zayıf ruhlu babasının büyük bir sabırla taktığı eziyetli Britanya boyunduruğunu atmalıydı. Sonuçlardan korkmasına gerek yoktu. Elbette Mısırlılar Mısırı yabancı yardımı olmadan yönetebilirlerdi. Hidiv’in kulak verdiği, Britanya kontrolüne diğer tüm sınıflardan daha tahammülsüz olan ne idüğü belirsiz melez Mısırlıların fikri her zaman buydu. Üstelik Fransa ve onun arkasında Rusya, Mısır otonomisinin ateşli savunucusuydu[22]. Henüz çocuk olması onunla ilgilenme zorluğunu daha da arttırıyordu. 12 Kasım 1892’de Lord Rosebery’ye şöyle yazdım:
Hidiv pek çok önemsiz konuda oldukça aptal davrandı ama çok küçük ve deneyimsiz olduğu için katı tutumla yargılanmaması gerektiğini düşünüyorum. Diğer taraftan, eline bir kutu kibrit alan on yaşındaki yaramaz bir çocuğun, bir kundaklamaya girişen kırk yaşındaki bir adam kadar büyük bir yangın çıkarabileceği de akılda tutulmalıydı. Gençliğine gösterilen müsamaha ile düşüncesiz ve inatçı bir ahmaklığın neden olabileceği tehlikeli sonuçları önlemek için gerekli sertlik arasındaki çizgiyi çizmek kolay değildi. Dahası var. Acaba Hidiv’in ilk bakışta göründüğü kadar Mısırlı olduğu kesin miydi? Görünürdeki tavrı Mısırlı bir vatansever tavrıydı. Ekim 1892’de ben Mısır dışındayken ve Bay (sonradan Sir) Arthur Hardinge yerime bakarken, Hidiv ona Mustafa Fehmi Paşa’nın ‘Mısırlılar tarafından çok fazla İngiliz gibi görüldüğü, yeterince Mısırlı gibi görünmediği’ konusunda şikâyette bulunmuş.
Hidiv diğer yandan ise, özel sekreteri olarak atadığı İngiliz düşmanı bir İsviçreli olan Rouiller Bey’in “harika bir Mısırlı” olduğunu düşünüyordu. Genç efendisinin eğitilmemiş zihnine çekici gelen temelsiz bir mantığa sahip Tekran Paşa için ise şöyle demiş:
Hidiv olmadan önce onu yalnızca bir Ermeni olarak tanıyordum. Bir Ermeni’nin bir Mısırlı kadar iyi olabileceğini görmek beni biraz şaşırttı.
Eğer gerçekse ve sağlıklı bir kanala yöneltiliyorsa, Hidiv’in vatanseverliği sempati ve saygıyı hak ediyordu. Ama gerçek miydi? Doğru kanala yönlendiriliyor muydu? Hidiv ve etrafındakiler, aslında eşanlamlı olmaktan son derece uzak olan Hidivlik ve Mısırlılık terimlerinin anlamlarını karıştırmıyor muydu?
Bunlar dikkatli bir şekilde ele alınması gereken önemli sorulardı. Hidiv’in Mısır nüfusunun refahını etkileyen tüm konulara çok az ilgi gösterdiği ve vatanseverlik patlamalarının genel olarak sadece hayali bir saygısızlık algıladığı durumlarda ortaya çıktığı, karakterinin baskıcı ve keyfi olduğu, sahip olduğu otoriteyi uygulamada adil olmadığı, genel olarak tebaasının gerçek çıkarlarından ziyade şahsi saygınlığına ve konumuna önem verdiği ortaya çıkınca, bu soruların önemi de kendini daha fazla belli etti. Şu anda pek çok ahmakça eylemi ve değersiz amacı kapsar hale getirilen çekici vatanseverlik adı altında, çok büyük bir zahmetle ortadan kaldırılmış olana benzeyen şahsi bir hükümet sisteminin yeniden kurulmasını istemiyorsak dikkatli olmamız gerekiyor. Genç Hidiv’in despot dedesine karşı ifade ettiği hayranlık ve kanuna uyan babasının anısına gösterdiği son derece uygunsuz saygısızlık da tehlike sinyalleri yayıyordu ve tüm dünyanın önünde bu kadar serbestçe sergilenen bu vatanseverliğin aslında sahte olabileceği inancına neden oluyordu.
Ben Mısır dışındayken İngiltere’de bir Genel Seçim gerçekleştirildi. Seçim sonucunda Lord Salisbury görevden ayrıldı ve Bay Gladstone göreve geldi. 18 Ağustos’ta Lord Rosebery Dışişleri Bakanlığı görevine geldi. Bu değişiklik, Mısır’daki gelişmeler açısından son derecece şanssız bir zamanda gerçekleşti.
Bir doğulunun, İngiltere’deki parti siyasetinin durumu konusunda kendi tahmine dayalı olarak herhangi siyasi hesaplama yapması tehlikelidir. Kahire’deki yerel siyasetçiler ise tehlikenin farkında değildi. Bu tehlikeden sakınmaya çalışmadılar. Özellikle Tekran Paşa İngiliz gazetelerinin dikkatli bir okuyucusuydu. Britanya kamuoyunu ölçmedeki isabetliliğiyle gurur duyuyordu. Yeni iktidara gelmiş olan liberal partinin bir kesiminin Mısır’ı hızla terk etme taraftarı olduğunu biliyordu. Bu nedenle Tekran Paşa ve arkadaşları Britanya boyunduruğunu atmak için en üst seviyede bir çabaya girişmek için eşsiz bir fırsatın yakalandığına vurgu yaptılar. Bay Gladstone’un hisleri iyi biliniyordu. Onlara kesinlikle boyun eğecekti. Fakat neyse ki o günler geçti. Hidiv, kozmopolitan sempatileri olan bir devlet adamı tarafından yönetilen Britanya hükümetinin onun tarafını tutacağından, başkonsolosun tarafını tutmayacağından belki de emindi.
Tekran Paşa’nın müdahaleleri hatalıydı ama kafalarındaki gerçeklere göre bu müdahaleler gayet anlaşılabilirdi ve haklıydı da. Genç Hidiv’in aklı istikrarsız bir durumdayken ve açık bir şekilde İngiliz düşmanlığına yönelirken, ne yazık ki İngiltere’de beklenmedik bir hükümet değişikliği neticesinde, eksik bilgili Kahireli politikacılar, İngiliz karşıtı bir politika benimsemenin başarılı sonuçlanacağına inanmıştır.
Sir Arthur Hardinge’in benim yokluğum sırasında yazdığı mektuplar ve mesajlar beni bir değişikliğe hazırladı. 13 Ekim’de şöyle yazmıştı:
Hidiv sarayın ruh halini ‘Mısırlı’ olarak tanımlıyor. Saraya bağlı çoğu Bey ve Paşa’nın zevk ve eğitim açısından sempatileri İngilizden ziyade Fransız olmasına rağmen, Mısır’da Fransız siyasi ideallerini benimsemiyorlar. Tıpkı Tekran Paşa gibi, herhangi bir yabancı destek olmaksızın kendilerini yönetebileceklerini hayal ediyorlar. Kendileri için ve korumaları altında olanlar için yer ve güç edinme arzusundalar. Resmi sınıf dışında Mısır nüfusunun büyük bir bölümünün duygularını pek bilmediklerini ve fazla umursamadıklarını düşünüyorum. Din konusunda oldukça serbest kavramları olan umursamaz Müslümanlardan oluşuyorlar çoğunlukla.
Başbakan Mustafa Fehmi Paşa bariz bir şekilde bir saldırı hedefi olarak belirlenmişti. Yazın Avrupa’daydı. Ekim başında Mısır’a döner dönmez, bakanlıklarda bir değişimin yakın olduğu söylentileri yayıldı.
Kahire’ye döndüğümde Sir Arthur Hardinge’in yerel durumla ilgili anlattıklarının doğru olduğunu gördüm. Temmuz’da dost görünen Hidiv Kasım’da düşman olmuştu. Tutumunda meydana gelen değişiklik için herhangi belirli bir neden ileri sürmek mümkün değildi. Sir Colin Moncrieff’in Londra’daki bir göreve atanmasını öncelikle gazetelerden öğrenmişti. Ama arkasını dönmüş ve Hidiv’in huzurunda olduğunu bilmeyen bir İngiliz görevlinin onu selamlamamış olduğunu, Mısır görevindeki bir başka İngiliz görevlinin onun resepsiyonuna uzun çizmelerle gelmiş olduğunu ama aslında pantolonla gelmesi gerektiğini, sadece birkaç ay önce Somersetshire’de patates çapalayan ve Hidiv diye birinin var olduğunu muhtemelen hiç duymamış olan bir İngiliz askerinin Hidiv’i taşıyan tren o istasyondan geçerken koltuğundan kalkmamış olduğunu, Kumandanın hiçbir suç işlememiş belirli bazı görevlileri aniden görevden atmayacağını ama Hidiv’in herhangi bir yargılama olmaksızın onların atılmasını istediğini, polisin İngiliz yöneticisinin eşit ölçüde aksi olduğunu ve küçük bir hata nedeniyle Hidiv’in kızdıran bir görevliyi savunduğunu ve asabi bir çocuğun ve onun dalkavuklarının gözünde bu ve benzer bazı olayların, ülkenin yasal yöneticisini aşağılamaya yönelik bilinçli bir planın varlığını gösterdiğini daha erken öğrenmiş olması gerekirdi[23].
Bu nitelikteki ufak tefek şikayetler genel bir memnuniyetsizliğin dışadönük ve görünür işaretleriydi ve bu memnuniyetsizliğin kökenindeki neden, Britanya taburlarının ülkeyi işgal ediyor olması ve Britanya sivil ve askeri yöneticilerinin Hidiv’in istediğini yapmasını engellemesi, Hidiv’in ise ne kadar saçma ve kaprisli olursa olsun iradesinin kesinlikle yasa olması gerektiğini düşünmesiydi. Etrafındaki insanlar, Voltaire’in belirli hayali saray mensuplarına söylettiği nakaratı ona tekrarlayarak bu görüşü onaylıyorlardı:
“Ne görkem! Ne ihtişam!
Ah, bu soylu bey
Kendinden hoşnut olması gerekir!”
Bu zihin yapısının doğal bir sonucu olarak Hidiv Mısır’daki her Britanya görevlisine, Martial’in Sabidius’a baktığı gibi ve iyi bilinen epigramın İngilizce çevirmeninin Dr. Fell’e baktığı gibi bakıyordu. Ben İngiltere’nin temsilcisi olduğum için, doğal olarak kendimi pek çok sabidius arasında yönetici pozisyonuna yükselmiş buldum. Hidiv beni ve diğer İngilizleri neden sevmediğini tam olarak söyleyemiyordu ama bizden hoşlanmadığından şüphesi yoktu.
Kısa bir süre sonra anladım ki sert bir çatışma kaçınılmazdı. Fakat kaçınılmaz göründüğünde bile bir çatışmayı zorlamak genel olarak kötü bir diplomasidir. Sonuçta bazen en nitelikli gözlemcilerin tahminleri bile yanlış çıkar ve hiçbir şiddetli çatışma meydana gelmez. Bu olayda, bir çatışma provoke etmek özellikle akılsızca olurdu. Düşmancıl, hatta dostane ama yanlış bilgilendirilmiş eleştiricilerin, olayların gerçek gelişim rotasını ters çevirmesi çok kolaydı. Modern demokrasinin tüm jargonu ve replikleri Hidiv’in tarafındaydı. Tüm nüfusun hakları ve gerçek çıkarları yanında yer alan güçlü hükümet bir anda adaletsiz, keyfi ve zalim bir görüntüye sokulabilirdi ve dünya, o güçlü hükümetin düşmanı olan zayıf hükümetin zayıflığını sui-istimal ettiğine ve çiçekli retorik söylemler içinde aslında Mısır’daki baskının ve kötü yönetimin bizzat kendisini teşkil ettiğine inanmakta tereddüt ederdi. Benim yöntemim belliydi. Nihai kriz ne kadar kesinse, bir krizin provoke edildiği yönünde herhangi bir şüphe yaratmamak için aşırı derecede ılımlılık da o kadar gerekliydi. Diğer taraftan, eğer Britanya Hükümeti bir çatışmaya zorlanırsa, bundan zaferle çıkmaları esastı. Diplomasi, Polonius’un oğluna yazdığı kılavuzdaki ilkelere dayalı olarak yapılmalıdır.
Bu yüzden Mısır’a dönünce dikkatli bir ılımlılık tutumu benimsedim. Çeşitli önemsiz konularda onların isteklerinin daha vurgulu bir şekilde desteklenmesi gerektiğini savunarak pek çok Britanyalı görevliyi hayal kırıklığına uğrattım. Bu çelişkili ruhun zayıflıkla karıştırılacağını, iş birliği sağlamayacağını, aksine düşmanlık eylemini teşvik edeceğini ve bunun da nihayetinde güçlü bir önlemde bulunulmasını gerektireceğini biliyordum. Yine de bana göre bu tutumu benimsemek, kamuoyunun bir çatışmaya hazırlanmasını ve çatışma meydana geldiğinde de çatışma öncesinde sergilediğim sabır nedeniyle karşı taraftan çok daha iyi bir konumda olmamı sağlama avantajı vardı. Sorumlu bir konumda olan biri için, aşırı acelecilikle suçlanma riskine girmekle karşılaştırılırsa, aşırı sabırlılıkla suçlanması hemen her zaman daha iyidir. Bu olayda bir çatışmanın benim üzerime zorlanması için fazla beklemek zorunda kalmadım.
Aralık’ın sonuna doğru Mustafa Fehmi Paşa akciğerlerinde bir tıkanma ile yatağa düştü. Onunla ilgilenen İngiliz Doktor Paşanın hayatının çok büyük tehlikede olduğunu söyledi. Ölümü durumunda ne yapılması gerektiğini düşünmek gerekiyordu. 29 Aralık’ta Lord Rosebery’ye telgraf çektim:
Sir Elwin Palmer’ın Hidiv ile yaptığı bir sohbette, Başbakan’ın muhtemel ölümü durumunda gerekli olacak düzenlemeler tartışıldı. Atanacak en iyi insan Riyaz Paşa olacaktır, çünkü Müslümanlar arasında en etkili olanıdır. Ama ne yazık ki Hidiv şahsen Riyaz Paşa’dan hiç hoşlanmıyor ve Hidiv hazretlerini onu seçmeye zorlamak faydasız olacaktır. Karakterlerine bakılacak olursa, çok geçmeden karşı karşıya geleceklerdir... Bence doğrudan müdahale gerekmeyecektir ve Hidiv son derece itiraz edilebilir bir atama yapmak istemedikçe mümkün olduğunca kenarda durmayı öneriyorum. Atanmasını istemediğim Tekran Paşa istisna olmak üzere, Hidiv’in kimi atadığının fazla bir önemi olduğunu sanmıyorum.
Tekran Paşa’nın atanmasını istemememin iki nedeni vardı. Birincisi, İngiliz düşmanı bir politika benimseyeceğinden şahsen emindim. İkincisi ise, bir Ermeni ve Hıristiyan olarak, Müslümanların düşüncelerini kontrol edemeyeceğini düşünüyordum. Meseleyi Hidiv ile tartışırken doğal olarak bu iki husustan ikincisi üzerinde daha fazla vurgu yaptım. 1 Ocak 1893’te Lord Rosebery bana telgraf çekerek mümkünse Tekran Paşa’nın atanmasından sakınmanın gerekliliği konusunda benimle aynı fikirde olduğunu söyledi. Ama eğer Hidiv Tekran’a kilitlenirse muhalefeti çok zorlama taraftarı olmadığını söylüyordu. Bu görüşe tamamen katılıyordum. 2 Ocak’ta Hidiv’i gördüm. Tekran Paşa’yı seçmemesini tavsiye ettim ama bu seçime mutlak bir veto koymadım. Argümanlarımın hemen hemen hiçbir etki yapmadığı ve Mustafa Paşa’nın ölümü durumunda onun yerine Tekran Paşa’nın seçileceği izlenimiyle Hidiv’in yanından ayrıldım.
Bu arada, meselenin önemi büyük oranda azalmıştı. Mustafa Fehmi Paşa’nın durumunda bir düzelme oldu. Birkaç gün sonra tehlikeyi atlattı. Artık ortada Başbakan değişikliğiyle ilgili bir mesele kalmadığını düşündüm. Sonra 15 Ocak’ta, yani Hidiv ile son görüşmemden on üç gün sonra, Özel Sekreteri bana Mustafa Fehmi’nin görevinden alındığını ve yerine Fahri Paşa’nın atandığını bildirdi. Sonradan iyice emin oldum ki, Hidiv’in Türk sekreteri Mustafa Paşa’nın odasına girip onu istifaya zorlamıştı. İyileşmekte olduğu halde, Paşa siyasi meselelerde herhangi bir tartışmaya giremeyecek kadar hastaydı ve inatçı efendisine makul bir tavsiyede bulundu. Kesin karar verilmeden önce Hidiv’in “Lord Cromer’e danışmasının” iyi olacağını söylemişti. Bunun ardından Kahire’nin siyasi sahnesinde kasıla kasıla yürüyenlerden öfkeli vatanseverlik çığlıkları yükselti. Mustafa Paşa’nın davranışını kınamak için hiçbir kelime yeterince güçlü değildi. Hükümdarına ve ülkesine karşı ihanet işlemişti. Yüreksizdi. Şuydu, buydu. Hidiv’in değil de yabancı bir gücün temsilcisinin iradesiyle görev yapmış biri gibi görülüyordu. Böyle iğrenç bir suç işleyen bir Başbakan için en hafif ceza görevine aniden son verilmesiydi. Mustafa Fehmi Paşa’yla birlikte görevlerine ani bir şekilde son verilen ekonomi ve adalet bakanlarının tek suçu, bakanlıklarına ilişen Britanyalı yetkililerle samimi iş birliği yapmış olmaktı. Seksen yaşlarındaki Ekonomi Bakanı ve Adalet Bakanı, görevden alınışlarını ofislerindeki astlarından veya sokakta rastladıkları tanıdıklarından öğrenmek zorunda kalmışlardı.
Mustafa Paşa’nın yerine Tekran Paşa’nın seçilmemiş olmasının nedeni, görevi reddetmiş olmasıydı. Sağlam unsurları olan bir idare kuramayacağının farkındaydı. Ama Fahri Paşa Tekran Paşa’nın kopyası gibiydi. İtiraza açık olan şey Başbakanlığa seçilmesinden ziyade, seçilme biçimiydi. Eğer Hidiv daha önce bana danışmış olsaydı, özellikle Mustafa Paşa’nın uzun bir dinlenme gerektiren sağlık durumunu göz önünde bulundurarak Fahri’nin veya başka herhangi bir paşanın seçilmesine herhangi güçlü bir itirazda bulunmazdım. Ama tüm olay ben konseye alınmadan planlanmış ve yürütülmüştü. Kabineden tüm İngiliz hayranı bakanları silip süpüren ve İngiliz etkisine güçlü bir yumruk indirmeye yönelik olduğu açık olan bir darbeyi kabullenmek mümkün değildi.
15 Ocak günü öğleden sonra Hidiv ile görüştüm ve izlediği yolla ilgili itirazlarımı bildirdim. Söylediklerinden anladığım kadarıyla adımlarını gözden geçirmesini sağlamak zor olacaktı fakat yeni bakanların ben Lord Rosebery’yle iletişim kurma vakti bulmadan resmî gazetede yayınlanmayacağı sözünü aldım. Lord Rosebery’ye çektiğim telgrafta durumla ilgili bilgileri verdikten sonra şunları ekledim:
Eğer Hidiv’in bundan sonra bu olayda davrandığı gibi davranmasına izin verilirse buradaki hem İngiliz yetkililerin hem de İngiliz Hükümeti’nin durumu değişecektir. Bir süredir öngördüğüm şekliyle, Hidiv ile bir mücadele kaçınılmazdır ve bunu ertelemek tavsiye edilebilir değildir. Meseleleri bir dönüm noktasına getirecek bu fırsatın kaçırılmaması gerekir
Şundan eminim ki, Hidiv’in bu tutumu benimsemesinin en önemli nedenlerinden biri, majestelerinin mevcut hükümetinin beni bir önceki hükümet kadar tam bir şekilde desteklemeyeceği şeklindeki hatalı inancıdır.
Yönetiminiz için şu anda sadece tavsiyede bulunmak bence faydasız olacaktır. Benim önerim, Britanya Hükümeti’nin Başbakan değişikliği gibi önemli meselelerde kendilerine danışılmasını beklediğini ve şu anda bu konuda bir değişikliğin hem arzu edilmez hem de gereksiz göründüğünü ve Fahri Paşa’nın Başbakanlığa seçilmesinin Britanya Hükümeti tarafından kabul edilemez olduğunu açıkça belirten bir telgraf göndermeniz ve benim bu telgrafı Hidiv’e götürmemdir. Bir değişikliği önlemek için gerekli olabilecek herhangi bir adımı atmam için bana yetki tanınmalıdır.
Ayrıca, Hidiv başka adalet ve ekonomi bakanları atamak istemektedir ve ben bu değişikliklere itiraz etmezdim.
Bu konunun Britanya Hükümeti için önemine özellikle dikkat çekmek istiyorum. Eğer Hidiv’in bu konuda kazanmasına izin verirlerse, son on yıldır sürdürdüğüm sisteme devam etmek artık mümkün olmayacaktır ve Mısır meselesinin itiraz edilebilir bir şekilde üzerimize yıkılması çok muhtemeldir. Ama eğer Hidiv’e bir ders verirsek, muhtemelen başka sıkıntı çıkmayacaktır.
Hidiv ben Londra ile görüşme vakti bulana kadar yeni bakanları resmî gazetede yayınlamama sözünü tuttu ama görev yerlerine gitmelerine izin verdi. Ben de üst seviye Britanyalı yetkililere benden izin gelmedikçe bakanları tanımamalarını bildirerek yanıt verdim. Bu hamle, Hidiv’in arkadaşları ve taraftarları arasında büyük bir infiale neden oldu.
Ayın 16’sında Londra’da bir Bakanlar Kurulu toplandı ve sonucunda bana şu telgraf gönderildi:
Britanya Hükümeti bakan değişiklikleri gibi önemli meselelerde kendisine danışılmasını beklemektedir. Şu anda herhangi bir değişiklik gerekli veya zorunlu görünmemektedir. Bu yüzden Fahri Paşa’nın Başbakan seçilmesini onaylayamayız.
Bu mesajı Hidiv’e götürmekle yetkilendirildim ve Londra’ya danışmadan yeni adım atmama talimatı aldım.
Ayın 17’sinin sabahında Hidiv’i gördüm ve onunla olan görüşmemi Lord Rosebery’ye şu cümlelerle bildirdim:
Bu sabah saraya gittim ve hükümetin telgrafının bir kopyasını Hidiv’e verdim. Ayrıca, Mustafa Paşa’nın Başbakanlığa iade edilmesi durumunda, Mazlum ve Butros’un Adalet ve Ekonomi Bakanları olarak seçilmesine itiraz etmeyeceğimi de kendilerine bildirdim. Hemen bir yanıt almak için bastırmamın adil olmayacağını, eğer farklı düşünmüyorsa yanıtını yarın alacağımı söyledim. Zamanın mevcut olduğunu, bu yolu izlemesinin en samimi ümidim olduğunu, çünkü bu yolu izlememesi durumunda meselenin daha ciddi ve komplike bir hal alacağını ekledim. Hidiv’in söylediği hiçbir şey, vermek istediği yanıtın niteliğiyle ilgili bir gösterge taşımıyordu.
Elbette bu süre zarfında yabancı temsilcilerin, özellikle Fransa ve Rusya’nın takındığı tutumları da takip ettim. Fransız ve Rus Başkonsoloslarının bu son darbede bir parmağı olup olmadığı şüpheye açıktı, fakat uzun süredir kullandıkları dilin Hidiv’in İngiltere’ye olan direncini teşvik edici bir nitelikte olduğu konusunda en ufak bir şüphe yoktur. Fakat olaylar ciddi bir seyir alınca alarma geçtiler. Fransız Başkonsolosu’nun “ne kendisinin ne de Muhtar Paşa’nın bu son yönetici değişikliklerinde herhangi bir şekilde bir etkisi olmadığı, o sabah Hidiv’i ziyaret ettiği ama hangi yolu benimsemesi gerektiğiyle ilgili ona bir tavsiyede bulunmayı reddettiği” şeklinde bir sekreterime verdiği bilgiyi telgrafla Lord Rosebery’ye aktardım.
Rus Başkonsolosu’na gelince, öncekine dayalı olarak onun siyasi tutumunun kesin bir tahminini yürütebileceğimden emindim. Rusya Fransa’yı memnun etmek için İngiltere’yi iğnelemeye hazırdı ama sadece Fransız-Rus ittifakı sevgisi için ciddi bir mücadeleye girmeye istekli değildi. Dolayısıyla Hidiv yalıtılmıştı. İyi gün dostları onu terk etmişti. Biraz kararlılıkla ona kendi koşullarımızı dayatabiliriz.
Tüm duruma baktığımda, meseleyi mümkünse Londra’ya daha fazla başvuruda bulunmadan lokal olarak halletmeyi tavsiye edilebilir buldum. Bu amacı gerçekleştirmenin tek yolu, Mustafa Fehmi Paşa’nın tekrar göreve getirilmesinde ısrar etmemekti. Bunu destekleyen, oldukça geçerli iki argüman vardı. Birincisi, Mustafa Paşa hala o kadar hastaydı ki, görevine dönmesi için kesinlikle önemli bir miktarda zaman geçmesi gerekirdi. Çok geçmeden onun yeniden göreve alınması için bir fırsat meydana gelecekti[24]. İkincisi, genç Hidiv’i aşırı küçük düşürmek akıllıca olmayabilirdi. Eğer ona cömert davranırsak, gelecekteki kötü davranışları için tüm mazeretler de ortadan kalkardı.
Ayın 17’sinin öğleden sonrasında Tekran Paşa ve Butros Paşa benimle görüştü. Amaçları, bir düzenleme yapmak için bir çabada bulunmak ve ertesi sabah Hidiv’e bir ziyarette bulunmamı sağlamaktı. Uzun uzun tartıştıktan sonra önemli hususlarda uzlaşmaya vardık. Mustafa Fehmi Paşa Başbakanlığa geri dönmeyecekti. Fahri Paşa görevden alınacaktı. Riyaz Paşa Başbakan seçilecekti. Ayrıca, Hidiv benim bildirdiğim koşullarda resmi bir açıklama yapacaktı. Öyleki bu benim özellikle önem verdiğim bir husustu: “İngiltere’yle en dostane ilişkiler geliştirmek için çok istekli olduğunu ve gelecekte tüm önemli meselelerde Britanya Hükümeti’nin tavsiyesini isteyerek benimseyeceğini” söyleyecekti.
Ertesi sabah Hidiv’i ziyaret ettim. Meseleler önceki akşam konuşulan düzenlemeye uygun olarak kararlaştırıldı. Bakanlıklarla ilgili kriz çözülmüş oldu. İki taraf da kesin bir zafer elde etmedi. Bir uzlaşma sağlandı.
Şimdi krizin akıbetini anlatacağım.
3. BÖLÜM
KRİZİN AKIBETİ (OCAK 1893)
İngiliz partilerinin konumu – Yabancı hükümetin tutumu – Riyaz Paşa’nın tutumu – Mısır’da Ferman – Takviye istiyorum – Hükümet isteğe uyuyor – Lord Rosebery hükümetin politikasını bildiriyor – Rosebery’nin hamlesiyle ilgili yorumlar
Fahri Paşa’nın görevden alınması, İngiltere’nin United Press’i tarafından sıcak bir şekilde alkışlandı. Bu sırada İngiliz partilerinin kendilerine özgü (garip) bir konumları vardı. Avam Kamarası’ndaki hükümet çoğunluğu yalnızca kırktı. Liberal partinin önemli bir bölümü iç işlerde Bay Gladstone’un kılavuzluğunu izlemeye hazır olmakla birlikte Lord Salisbury’nin dış politikasını destekleme eğilimindeydi. Birkaç yıl önce Manchester ekolü olarak bilinen güç, yani ne pahasına olursa olsun barışı savunan anlayış soluyordu. Bu ekol Cobden tarafından yaratılmıştı ve Lord Palmerston’un dış politikasını karakterize eden agresif tutumun ve kıta ülkeleri ilişkilerine olan aşırı müdahalenin doğal bir yankılanmasıydı. Deneyimler göstermişti ki tam bir izolasyon politikası Britanya’nın çıkarları için zararlıydı ve aşırı müdahaleyle karşılaştırıldığında dünya barışı için daha tehlikeli bile olabilirdi. Dış politikası pek çok Liberal tarafından onaylanan, hatta Bay Gladstone tarafından övülen Lord Salisbury, iki uç arasında mutlu ve mantıklı bir denge bulmuştu. Bundan da fazlası, Britanya ordularının ve politikasının son yıllarda Güney Afrika’daki yenilgileri ve de Sudan işlerinin kötü yönetimi, Britanya ulusunun zihninde derin bir iz bırakmıştı. Barışın sağlanması konusunda, kendi zihnini bilmeyen zayıf bir hükümetin kararsızlığının, nispeten güçlü bir hükümetin kararlı eyleminden daha tehlikeli olabileceği keşfedildi. Böylece dünya, Britanya’nın dış memleketlerdeki çıkarlarının soylu ve makul savunmasının, Britanya’nın siyasi programının temel bir parçasını oluşturduğunu anlıyordu. Sudan’da barışın bozulmasına neden olan şey, meşru sorumluluklardan kurtulmaya yönelik aşırı arzuydu; bu durum savaşımsı bazı operasyonlara neden olmuş olabilir. Gerçeklerin müsamahasız kabulü, en barışçıl niyetlerden daha iyiydi. Son deneyimler göstermişti ki tehlikeli bir kanalda devlet gemisini serbest bir şekilde akıntıya bırakmak yerine dümene asılmak daha akıllıcaydı. Böylece Liberal Emperyalizm ortaya çıktı. Liberal emperyalistler Lord Rosebery’yi liderleri olarak görüyordu. 1892 genel seçiminde kararsız olan pek çok kişi, Lord Rosebery’nin kılavuzluğu temelinde onaylayabilecekleri bir dış politikanın benimsenebileceğini düşünerek Gladstone’a oy vermişti muhtemelen.
Avrupa’nın dost güçlerinin onayı en az Britanya basınınınki kadar sıcaktı. İtalyan Dışişleri Bakanı “Hidiv’in bakan değişiklikleri yoluyla Mısır’daki İngiliz politikasını bozmaya yönelik aptalca girişiminin, Britanya hükümeti tarafından yanıtlanış biçiminin sağlamlığı” dolayısıyla Roma’daki Britanya büyükelçisini tebrik etti. Viyana’da ise Kont Kalnoky Sir Augustus Paget’e şöyle dedi:
Bu olay, İngiltere’de hangi hükümet iktidarda olursa olsun, majestelerinin hükümetinin Mısır politikasının değişmeyeceğini dünyaya göstermesi bakımından çok güzel.
Fransız hükümeti sönük bir protestoda bulundu. M. Waddington, “yapılanların despotluğuna” itiraz etti çünkü bunun, gerçek bir ilhak yönünde Fransa dahil tüm Avrupa’ya yönelik olarak da benimseneceğinden endişeleniyordu. Lord Rosebery ise ona şu şekilde yanıt verdi:
Bir despotluk olduğu konusunda haklı. Ama bu despotluk, başbakanlığa hiç uygun olmayan bir şahsı haber vermeden, bir uyarıda bulunmadan ve danışmadan seçen Hidiv içindi.
İstanbul’da Sir Clare Ford, Bab-ı Ali’nin yüksek yetkilileri arasında “durumu sakin bir şekilde kabul etme arzusunun” hâkim olduğunu bildirdi. Fakat bir süre sonra, Kahire’deki Britanya garnizonu birazdan anlatacağım gibi arttırılınca, Sultan “giderek kızgınlaştı ve kendinden emin bir şekilde etrafındakilere yakında bunu tam bir terkin izleyeceğini” söyledi. Sultan’ın öfkesinin nedeni ne olursa olsun, pratik netice her koşul altında aynıydı gibi görünüyor. Sir Clare Ford şöyle bildiriyordu: “Majesteleri şu anda benimseyeceği tavır konusunda oldukça kararsız ve ne yapması gerektiğini bilmiyor.”
Dolayısıyla genel olarak, Bay Gladstone’un hükümeti konumunu oldukça güçlendirmişti. Britanya ulusu ve yabancı güçler, gerekmesi durumunda liberal bir hükümetin güçlü eylemde bulunabileceğini göstermişti. Liberal emperyalistlerin partilerine bağlılığı artmıştı. Liberaller, dış işleriyle ilgilenme yeteneği konusunda siyasi rakiplerinin tekel olmadığını tüm dünyaya gösterdiklerini düşünüyorlardı. Tüm partilerin ılımlıları gelişmelerden memnundu. Yurtdışındaki düşman eleştirmenler birkaç protesto sözü etti ama genel olarak, onlara gösterilen sağlam şey karşısında herhangi bir eyleme geçmeye tereddüt ettiler.
Kısa bir süre sonra, Riyaz Paşa’nın başbakanlığa atanmasında bir hata yapıldığı ortaya çıktı. Ama o sırada bu göreve onun seçilmesi lehindeki argümanlar daha yoğun görünüyordu. Bana göre yapılması en akıllıca olan şey, Hidiv’in kısa bir süre önceki davranışlarıyla uyandırdığı Müslüman hareketine çok güçlü bir şekilde karşı koymamak, sadece onu yönlendirmeye çalışmaktı. Fakat kılavuz seçenekleri çok sınırlıydı. Fransızlaşmış Mısırlı, Müslümanlar üzerinde hiçbir ağırlık taşımıyordu. Sarıklılar arasında bakanlık seviyesine çıkarılacak kadar eğitimi ve deneyimi olan kimse bulunamıyordu. Tamamen Türk ekolünden gerici bir paşa düşünülemezdi. Ülkedeki tüm Avrupalı görevlilerle mücadele eder, yerlilerin sempatilerini de kazanamazdı. Pratik olarak, eğer Müslüman hareketini kanalize etmeye yönelik bir denemede bulunulacaksa, seçenekler Riyaz Paşa’yla sınırlıydı. Fransızlaşmış Mısırlı’dan ve Ermeni’den daha az ’Avrupalıydı. Umduğum ve inandığım kadarıyla, Müslüman takipçilerinden de daha az Müslümandı. Birden fazla kere Başbakan olmuştu. Hidivlik unvanı altında kendilerini tekrar göstermeye başlayan Arap fikirlerini teşvik etmenin tehlikesini biliyordu veya biliyor olması gerekirdi. Ülkesindeki bir başkaldırının İngiltere’nin askeri bir müdahalesiyle bastırılmasının neden olduğu sıkıntıyı görmüştü. Etkili biriydi ve eğer gücünü devlet adamlığına yakışır bir şekilde kullanırsa ve çatışan çıkarları uzlaştırmaya çalışırsa, Mısır otonomisi yönünde gerçek bir adımın atılması düşünülebilirdi.
Riyaz Paşa’nın akıllıca davranmasıyla ilgili beslediğim tüm ümitler kısa bir süre sonra suya düştü. Genç Hidiv’i basiretli davranmaya ve uzlaşma yoluna sevk edeceğine son davranışlarını övdü ve onu İngiltere’ye karşı durmaya teşvik etti. 19 Ocak’ta Riyaz Paşa ile Sir Elwin Palmer arasında bir görüşme gerçekleşti. Riyaz Paşa onunla benimle olduğundan daha rahat bir şekilde konuştu. Lord Rosebery’ye telgraf çektim:
Sir Elwin Palmer Riyaz Paşa’nın tamamen Hidiv’in tarafını tutmayı amaçladığı sonucuna vardı ve kullandığı dilden çok rahatsız oldu. Başbakan Riyaz Paşa sohbet sırasında Hidiv’in davranışının onun halk arasındaki saygınlığını çok arttırdığını ve tüm Mısırlıların onun tarafında olduğunu söyledi. Paşa’nın çevresi için bu muhtemelen doğru.
Tevfik’in yönetimi sırasında bakanlık değişiklikleri sıkça meydana gelmişti ve bunlar Kahire’nin dedikoducularına malzeme olmuştu. O olaylarda tüm geçici heyecanlar kısa süre içinde sönmüştü ama bu olayda halk arasındaki heyecanın dedikodu seviyesini geçtiği açıktı. Mısırlı bir arkadaşım bunun Arabi hareketinin başlangıcına benzediğini ama bu sefer Hidiv’in lider olarak görüldüğünü söyledi. Ayrıcalıklarından mahrum olan veya istismar ettiği güce engel olunan her paşa, kendi kalbindeki gavuru lanetleyen her bağnaz Müslüman, her başarısız mevki avcısı, yasadışı kazançları Britanya kontrolüyle kesilen her memur, kendini Britanyalı resmi üstüyle eşit, hatta daha üstün sanan her aklı havada genç Mısırlı, muhtemelen farkında olmadan Batı medeniyetine karşı isyan bayrağını kaldırmakta olan ahmak genci destekledi. Kendini bir reformcu olarak sunan Fransızlaşmış Mısırlı, ülkenin kırbaçla ve yolsuzlukla yönetildiği günler için özlem duyan gerici Paşayla el ele verdi. İngiliz düşmanı basın, yakın zamanda meydana gelen olayları ısrarla yanlış yansıtıyordu. Hidiv’in mutlak bir zafer kazandığı söyleniyordu. Gelecekte İngiliz tavsiyelerine uyma konusunda ciddi bir söz vermiş olduğu ısrarla inkâr ediliyordu. İngiliz hayranı yerel bir gazete olan Mukaddem’in binası önünde öfkeli bir gösteri ve şiddet sergilendi. Çeşitli kentlerde şiddetli bir Avrupa-karşıtı dilin kullanıldığı mitingler düzenlendi. Hidiv’in vatansever tutumunu tebrik etmek için Kahire’ye temsilciler geldi. Avrupalılar alarma geçti. Yerel bankalar kredi vermeyi reddetti.
Tüm bu dışadönük, görünür işaretlere rağmen hareket aslında sığ ve suniydi. Hidiv’in İngilizlere olan direncini paşaların emriyle öven fakir, cahil köylü şeyhler aslında içlerinden İngilizlerin Hidiv’e karşı sert durmasını ve onları geçmişin sui-istimallerine dönmekten kurtarmasını umuyordu. Britanya hükümetinin paşaların söylediklerini kabul edip askerlerini Mısır’dan çekmesi durumunda ülkede buna üzülmeyecek çok az kişi vardı. Bir bireyin hem Britanya askerlerinin ülkeyi terk etmesini isteyen bir vatansever, hem de aynı zamanda kalmalarını isteyen iyi bir hükümet yanlısı olması Batı aklı için anlaşılması kolay olmayan bir şeydir. Eğer Modern Mısır’ın okuyucularını, bu olağanüstü entelektüel manevranın bazı Mısırlılar için mümkün olduğuna ikna edemediysem, Doğu karakterinin tutarsızlıkları üzerinde boşuna durmuşum demektir.
On milyon sessiz ’Mısırlının sempati göstermemiş olması bakımından bu hareket yüzeysel olmakla birlikte fazlasıyla zararlıydı. Eğer engellenmezse ciddi bir tehlikeye neden olabilir. Cahil ve her şeye inanan bir nüfusla irtibat halindeki birkaç ahlaksız liderin varlığında, sonucun tahmin edilmesi kolay değildi. Üstelik sadece ülke hakkında biraz bilgisi olanlar tüm bu hareketin gerçek dışılığını görebiliyordu. Duruma biraz dışarıdan bakan, hatta yakından bakıp da yanlış bilgilenen bir gözlemci, bu kadar serbestçe gösterisi yapılan sahte vatanseverliğe aldanabilirdi. Paşalar Mısır halkınınkinden tamamen farklı idealleri temsil ediyordu. Halk ya cehalet ya da korku nedeniyle sessiz kalırken, paşalar aşırı derecede gürültücüydü ve sadece Arapça değil, aynı zamanda saf Paris Fransızcasıyla bağırıyorlardı. Dolayısıyla olağan bir gözlemcinin, paşaların sesiyle Mısır halkının sesini birbirine karıştırması kolaydı.
Bir tedavi uygulamadan önce hastalığın gerçek doğasını belirlemek esastı. Yaşadığımız sıkıntının, İngiltere’deki hükümetin Mısır’da sahip olduğu kontrolü kaybetmekte olduğu yönündeki cüretli fikirden kaynaklandığından hiçbir şüphem yoktu. Hastalığın yapısı buydu ve ilacı basitti. Britanya garnizonunun arttırılması hem ciddi bir şekilde tehdit altında olan halk sükûnetinin muhafaza edilmesini sağlayacak, hem de insanların Britanya hükümetinin tutumunu tamamen yanlış anladığını göstermek suretiyle dalgalı siyasi suları yatıştıracaktı.
Bu nedenle Ocak’ın 19’unda Lord Rosebery’ye telgraf çektim:
Hidiv’in dilinden ve tutumundan memnun olmama rağmen, aynı zamanda yerel durumla ilgili bir rahatsızlık duyuyorum. Anladığım kadarıyla Riyaz Paşa son zamanlarda çok dincileşti ve dolayısıyla fanatik ve Avrupa karşıtı bir ruhla eylemde bulunması muhtemeldir. Daha önce Riyaz Paşa’dan hiç hoşlanmayan Hidiv şu anda onun keyfi karakterine sempati besliyor olabilir ve ikisi İngiltere’ye karşı birleşebilir. Bu olursa tehlike meydana gelir.
Dün çok sayıda yerli Hidiv’i ziyaret etti. Bu gösteri kısmen önceden ayarlanmış olmakla birlikte ve Hidiv’in aslında hiçbir popülerlik kazanmamış olmasına rağmen, onun yabancı karşıtı ve Hıristiyan karşıtı bir Mısır vatanseveri konumuna gelmesini hiç istemeyiz. Basının aşırı Müslüman hissiyatını temsil eden bu kısmı çok şiddetli ve zararlı bir ses tonu benimsedi[25].
General Walker’ın ve benim fikrime göre, Britanya garnizonu çok zayıf. Garnizonun hemen büyütülmesini istemem gerekiyor. Daha fazla sıkıntının önlenmesinde, İngiltere hükümetinin, güçlü bir şekilde önerdiğim bu çözümü hemen benimsemesi kadar işe yarayacak bir şeyin mevcut olmadığından eminim. Hidiv’in ve Riyaz Paşa’nın başka herhangi bir aptalca harekete kalkışmasına zaman tanımadan garnizonun takviye edilmesi gerekliliğini önemle bildiririm.
Birkaç başka yazışmadan sonra, 23 Ocak’ta aldığım şu telgraf beni tatmin etti:
Son gelişmeler karşısında sizinle ve Britanya generaliyle aynı fikirde olan Britanya Hükümeti Mısır’daki Britanya garnizonunu takviye etmeye karar vermiştir. Herhangi bir neden bildirmeksizin Hidiv’e ve Başbakanına durumu bildirmenizi istemek zorundayım.
Bu bildiri hemen etkisini gösterdi[26]. Riyaz Paşa’nın tutumu değişti. Önceki tutumunun neden olduğu heyecanı bastırmak için bazı çabalar gösterdi. Çeşitli yerleşim birimlerinde yürütülen Avrupa karşıtı ajitasyon durduruldu. Avrupalıların ve geniş ama pasif bir kitle olan yerlilerin güveni tazelendi. Herkes hissetti ki Britanya hükümeti sabrının sınırlı olduğu ve gerekirse medeniyetin çıkarları doğrultusunda eyleme geçeceği yönünde güçlü bir işarette bulunmuştu.
Kısa bir süre sonra Lord Rosebery hükümetin Mısır’daki gelişmelerle ilgili görüşlerini ifade eden bir mesaj yazdı ve bu mesaj yayınlandı. Son olaylara değindikten sonra şunlar söyleniyordu:
Daha fazla zorluğun çıkması durumunda Britanya işgalinin koşullarının değiştirilmesi gerekebilir ve bu değişimin olması durumunda, işgalin halkın önemli kesimlerinin duygularına zıt bir şekilde sürdürülmesinin gerekip gerekmediği veya bunun durdurulmasının iyi olup olmayacağı sorulabilir
Ancak, bu görüşe belli başlı temel düşünceler karşı gelir. Öncelikle Mısır’daki çok sayıdaki Avrupalının önemli çıkarlarının ve güvenliğinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. İkinci olarak, özellikle ülke halkının dostluk ve şükran dışında bir his duyması arzu edilmez ama halkın dostluk ve şükran duygularını açıkça ve kararlı bir şekilde ifade etmesi kolay olmayabilir. Önemini her zaman sürdüren bir husus olarak, bu ülkenin politikasının belirli kesimler arasındaki aceleci şahsi tepkilere veya ajitasyona kaydırılması doğru veya uygun değildir. Üçüncü olarak, Avrupa’nın ve medeniyetin genel çıkarı doğrultusunda açıkça yürütülen görevi bırakmak ve bu yöndeki on yıllık başarılı çabanın neticelerini terk etmek imkânsız görünmektedir. Ve dördüncü olarak, bu koşullar altında Britanya taburlarının çekilmesi muhtemelen önceki yolsuz ve sakat yönetim sistemlerine hızla dönülmesiyle sonuçlanacak, bunun neden olacağı karışıklık ise daha da zor koşullar altında yeni bir müdahale gerektirecektir. Ama şu anda o müdahalenin alabileceği biçimi tartışmak gerekli değildir.
Tüm bu hususlar, şu an için izlenecek tek bir yol olduğunu göstermektedir. Bizim kılavuzluğumuz altında oluşturulan yönetim biçimini sürdürmemiz ve Mısır’ın gelecekteki refahını güvence altına alacak bir yönetim ve yargı sisteminin inşasına doğru sabırlı ve müdahalesiz bir şekilde devam etmemiz gerekiyor.
Bahsettiğim türde, hükümdarın ve Avrupa güçlerin fikirlerine yeniden başvurmanın gerekli olabileceği koşullar meydana gelebilir.
O durumda öne sürülebilecek önerileri şu anda tartışmanın bir faydası yoktur ve sonucu tahmin etmeye çalışmamız da gerekmiyor. Ama an azından şu mutlak kesinlikle söylenebilir: Mısır hiçbir durumda Avrupa kontrolünden çıkmayacaktır ve bu kontrol ileride şu anda olduğundan daha katı ve yorucu bir biçimde de uygulanabilir. Böyle bir şeyin kısa vadede gerçekleşmesi muhtemel değildir fakat son gelişmelere bakınca bunun ihtimalini daha iyi görebiliyoruz. Diğer taraftan bu olayların, Britanya hükümetinin her zaman bildirdiği ve Sultan’ın ve Avrupa güçlerinin de Britanya taburlarının Mısır’dan çekilmesi öncesinde gerekli olduğunu eşit oranda kabul ettiği düzen, adalet ve iyi yönetimin güvenliğini ne kadar ciddi bir şekilde zedelediğini görmemek mümkün değildir.
Lord Rosebery hem kendi ülkesinin hem de Mısır’ın iyi tavrını hak etmiştir. Mısır işlerini durumun zor koşulları altında mümkün olan en sağlam zemine oturtmuştur. Sonuçları ne olursa olsun Mısır’ın hızla terk edileceği fikrini elemiştir. Büyük bir ulusun tüm dünya karşısında ağırbaşlı bir şekilde üstlendiği sorumlulukları aniden bırakmayacağını ilgili herkesin bilmesini sağlamıştır.
26 Ocak’ta Lord Rosebery’ye telgraf çektim:
Kanaatimce, Hidiv’in almış olduğu ders kendilerinin şu an için davranışlarına çok dikkat etmesini sağlamaktadır.
Haklıydım, çünkü bir yıl sonra Hidiv’in İngiltere’ye karşı olan bastırılmış düşmanlığı yeniden alevlendi. İkinci bir dersin verilmesi gerekiyordu. Şimdi bu ikinci dersin içeriğini oluşturan süreci anlatacağım.
4. BÖLÜM
RİYAZ VE NUBAR’IN BAŞBAKANLIKLARI (OCAK 1893 – KASIM 1895)
Riyaz Paşa’nın tutumu – Hidiv’in İstanbul ziyareti – Mısır’da engelleme – Mahir Paşa’nın Savaş Bakanlığı’na aday gösterilmesi – Hidiv’in Yukarı Mısır ziyareti – Vadi Halfa’daki hareketi – Durumun ağırlığı – Lord Rosebery’nin talimatları – Fransa ve Rusya’nın tutumu – Hidiv boyun eğiyor – Riyaz Paşa görevinden istifa ediyor – Nubar Paşa kabine kuruyor – Riyaz deneyinin başarısızlığı – Nubar Paşa’dan sonra Mustafa Fehmi Paşa geliyor – Hidiv’in edindiği deneyim – Lord Rosebery’yle yazışma.
27 Ocak’ta Lord Rosebery’ye yazdığım telgrafta şöyle demiştim:
Yakın gelecekteki durum temel olarak Riyaz Paşa’nın Hidiv’in zihni üzerinde etkide bulunabilme gücüne bağlıdır.
Zaman ilerledikçe iki husus her geçen gün netleşti. Birincisi, Riyaz Paşa, Hidiv’in İngiltere’ye karşı düşmanlığını yumuşatma amacıyla onun üzerinde etkide bulunmaya ya isteksizdi ya da bunu başaramıyordu. İkincisi, olayların girmesini istediğim rota ters döndü. Riyaz Paşa Hidiv’i değil, Hidiv ve muzır çevresi Riyaz Paşa’yı etkiliyordu.
İsmail Paşa’nın yönetimi sırasında Riyaz Paşa derinlemesine kavradığı bir durumla uğraşmak zorunda kalmıştı. Yüksek bir cesaret ve gerçek bir devlet adamlığı sergiledi. Şu anda anlattığım olaylar da onun o zaman ülkesine yaptığı hizmetleri herhangi bir şekilde gölgelemez. 1893’de ise çok az anladığı bir durumla uğraşıyordu.
Kabul edilmesi gerekir ki Riyaz Paşa pek çok zorluklarla çevrili bir durumu halledecek kadar siyasi bilgi ve sezgiye sahip değildi. Çelişkili duygular onu hırpalıyordu. Avrupa karşıtıydı ve çok meşru bir anlamda Mısır yönetimi üzerindeki Avrupa kontrolünü en aza indirmek istiyordu fakat kendi gerçek duygularına yenilmekten korkuyordu. Müslüman bağnazlığını önemsemiyordu. Sonra eylemlerinin sonuçları konusunda endişeye kapıldı. İngilizlerden hoşlanmıyordu ama Fransa’nın eline düşmektense İngiltere’nin ellerine düşmeyi tercih ediyordu. Parlamenter kurumlardan nefret ediyordu ama sahte Mısır Parlamentosu’nu İngiltere’ye karşı bir tutum benimsemeye ve saldırmaya teşvik ediyordu. İsmail Paşa tarafından çok ağır bir şekilde istismar edilen şahsi gücü Hidiv’e yeniden kazandırmanın sonuçlarından korkuyordu ama genç efendisinin kaprislerine karşı gelmekten çekiniyordu. Arapçı fikirlerden nefret ediyordu ama Mısırlıların toplumdaki Türk-Mısır unsurları üzerindeki üstünlüğü için mücadele ettiklerini biliyor olması gereken kişilerle doğal olmayan bir ittifaka doğru kayıyordu. Tüm Avrupa temsilcilerinin ülkeden ayrılmasını istiyordu ama dönüp dolaşıp Avrupa desteği olmadan bir şey yapamadığını itiraf etmek zorunda kalıyordu. Özgür bir basın fikrinden nefret ediyordu ama doğrudan veya dolaylı olarak gazetecilerin en kötü kesimi arasında aşırı yasal izinleri teşvik ediyordu.
Eylemleri aklında mevcut olan karışıklığı iyi yansıtıyordu. Sürekli Avrupa karşıtı bir yöne dönüyordu ve sonra koşulların baskısı altında adımlarını düzeltmek zorunda kalıyordu. Sir John Scott ve diğer Britanyalı yetkililerin Bakanlar Kurulu toplantılarına katılmalarına izin vermiyordu; bunun hemen ardından ilk kararını tersine çeviren bir belgeyi imzalamak zorunda kalıyordu. Bir an tüm yerel yetkilileri Britanyalı polis memurlarıyla iletişimi kesmeye yönlendiren asabi bir genelge yayınlıyor hemen ardından önceki emirleriyle açıkça çelişen başka bir genelge yayınlıyordu. Bir an bağnaz gazetecilerin İngiltere’ye saldırmasını teşvik ediyor, bir sonraki an gazetesini yayınlamaması ve Mısır’ı terk etmesi için ülkenin en bağnaz gazetecisine para ödüyordu.
1893 yazı sırasında meydana gelen tek önemli olay Hidiv’in İstanbul ziyaretiydi. Tekran Paşa ona eşlik etti. Bu ziyaretten büyük şeyler bekleniyordu. Hidiv yönetime bir Türk düşmanı olarak başlamıştı. Şimdi ise İngiliz düşmanlığı etkisi altında siyasi pusulanın karşı kutbuna yöneliyordu. Türklerin ilgisini kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Britanya boyunduruğundan kurtulmak için Sultan’a başvurdu. Britanya işgalinin zorluğunu anlattı, Mısır’daki Britanyalı yetkililer hakkında şikayetlerde bulundu. Bu şikayetler keyfi ve büyük ölçüde asılsızdı. Bu hamleyle eşzamanlı olarak Tekran Paşa diğer yabancı elçiliklere gitti ve Mısır’ın durumuyla ilgili destek istedi. Bir Mısırlı şeyhler grubu Halife sıfatıyla Sultan’a bir dilekçe sunmak için İstanbul’a gitti:
Ey Yüce Halife, sahte gerekçelerle ülkemize yerleşen, defalarca terk etme sözü vermiş olmasına rağmen tiksindirici varlığıyla kutsal toprağımızı kirletmeye devam eden yabancı karşısındaki durumumuzu görmeniz için size yalvarıyoruz.
Bu misyon tam bir başarısızlıktı. İstanbul’daki Britanya maslahatgüzarı şöyle diyordu: “Sultan babacan bir tavırla Hidiv’e kaderine boyun eğmesini, zamana güvenmesini, İngilizlerle iyi geçinmesini tavsiye etti.” Bu arada Tekran Paşa “Sultan tarafından çağrıldı ve herhangi bir şekilde mahcubiyet ve zorluk yaratabilecek bir politika izlememesi ve Hidiv’e bu yönde tavsiyelerde bulunmaması için uyarıldı.” Sonuç olarak Tekran Paşa’nın tavrı tamamen değişti. İngilizlerle iyi geçinmek için samimi bir arzu ifade etti ve İstanbul’daki İtalyan Büyükelçisine “Hidiv’in ziyaretinin, ziyaret öncesindeki algıya yönelik sahip olunan tüm illüzyonları tamamen silmiş olduğunu” söyledi. Maslahatgüzar Sir Arthur Nicolson şöyle bir yorumda bulunuyordu:
Her halükârda Sultan İngiltere’den korktuğunu göstermiştir ve Hidiv’in isteklerini kabul etmemesinin nedeni de korkudur.
Şeyhlerin ve önderlerin dilekçesine gelince, Sultan açık nedenlerle herhangi türde kalabalık gösterilerini sevmiyordu. Sir Arthur Nicolson şöyle yazdı:
İleri gelenler Hidiv’den bile daha fazla rahatsız oldular. Misyonlarının amacı tamamen başarısız oldu ve eğer haber kaynağım doğruysa, hareketleri engellendi ve aşırı derecede rahatsız olacakları şekilde takip edildiler. Sultan’ın huzuruna kabul edilmediler (Yıldız Bahçesi’ndeyken padişah köşküne yaklaştırılmadılar). Dilekçeleri kabından hiç çıkamadı ve hatta Hidiv’i görmeleri veya yakınlarında oturmaları yasaklandı.
Sultan’ın aklındaki ne olursa olsun, ileri gelenlerin gördükleri muameleyi hak ettiklerine şüphe yoktur. Hatta bu dilekçe, tüm İngiliz karşıtı komedideki en gülünç bölümlerden biriydi. İngiliz düşmanı olduğu bilinen yaşlı bir şeyhe dilekçeyi neden imzaladığı soruldu. Gülümsedi ve yanıt verdi:
Hepsi boş laflar. Devem veya atım boşu boşuna benim sabrımı zorladığında ona ‘Lanet olsun sana! Allah canını alsın, domuzun oğlu!’ derim. Eğer bunun gerçekten olacağını bilsem böyle bir şey söylemem. Hayvanın bundan zarar görmeyeceğini bilirim. Keza ben bir dilekçeyi imzalayayım veya imzalamayayım İngilizlerin burada kalacağını biliyorum. O halde ne fark eder? Hükümdarımı memnun ediyorum. İngilizler durduğu yerde duracak ve çıkarlarımı gözetecek. Sonuçta herkes mutlu.
Dilekçeyi imzalayanların pek çoğunun bu fırsatçı şeyhle benzer fikirde olduğuna şüphe yoktur.
Dolayısıyla Hidiv’in İstanbul ziyaretinin tek neticesi, o yönden yardım gelmeyeceğine ikna olmuş olmasıdır. Giderken militan, dönerken ise asık yüzlü, biraz azarlanmış bir İngiliz düşmanıydı. Bu ziyaretin sonucunun bu şekilde olacağını tahmin etmiştim ve dolayısıyla onu vazgeçirmek için bir şeyler yapmam gerektiği telkin edildiği halde böyle bir şey yapmamıştım.
Temmuz başında İngiltere’ye gittim. Ekim’de döndüğümde siyasi barometre yaklaşan bir fırtınanın şaşmaz işaretlerini gösteriyordu. Devletin her biriminde Mısırlı bakanlar ile AngloMısırlı yetkililer arasında aşağı yukarı akut seviyelerde sürtüşmeler baş göstermişti. Mısırlılar düşmanca bakıyor ve engelleyici oluyordu. İngilizler maruz kaldıkları baskıya kızıyordu. İçermeleri doğaldı fakat nadiren durumun daha zor bir hale gelmesine izin veriyorlardı.
Baskının şu anda almış olduğu hal, bununla mücadeleyi zorlaştırmıştı. Herhangi belirgin bir durum ortaya çıktığında müdahaleye davet ediliyordum ve söz konusu meselenin nispeten tatmin edici bir çözümüne varmayı genellikle başarıyordum. Fakat yönetimin her küçük ayrıntısına müdahale etmek imkânsızdı. Baskının büyük bölümü soyuttu ve daha az kötü değildi. Reform çalışması binlerce küçük yolla engelleniyordu. En yüksekten en düşüğe kadar neredeyse tüm yetkililer İngiliz karşıtı ekibin bir parçasıydı. Hepsi İngiliz düşmanı değildi. Aksine. Bu davranışlarının nedeni, yükselme durumlarının Hidiv ile ve Riyaz Paşa’yla aralarının iyi olmasına bağlıydı. Bu yüksek otoritelerin her ikisi de ancak belirgin bir şekilde İngiliz düşmanı olanların kendi nazarlarında yükselebileceğinin anlaşılmasını sağlıyordu. Hidiv Britanyalı yetkililere sempati gösteren veya onlara işlerinde yardım çabası gösteren herkese en yüksek düşmanlığını gösteriyordu. Saraya saygılarını sunmak için gelen şeyhler ve önderler Hidiv tarafından ayrılıyor ve “İngilizlerin arkadaşları” olarak açıkça taciz ediliyorlardı. Yukarı Mısır’daki etkili bir toprak sahibinin bir daha saraya adım atması yasaklanmıştı ve onlara yöneldiği için artık onlarla arasını geliştirmeye çalışmasının daha iyi olacağı söylenmişti. Tek suçu bazı Britanya polis memurlarıyla iyi geçiniyor olmasıydı.
Bu durumun böyle süremeyeceği açıktı. İngiliz yetkililerin tüm şikayetlerini dinledim fakat açık bir şekilde yaklaşmakta olan mücadelede kendi savaş yerimi seçmeye kararlıydım. Bu kavganın bir tarafta Britanya halkı tarafından kavranabilecek, diğer yanda ise herhangi yabancı bir gücün müdahalesine zemin bırakmayacak bir konu üzerinde sonuca getirilmesi gerekiyordu. Uğraşmak zorunda kalacağım kişilerin karakterlerini bildiğim için, yeterince bekleme sabrı göstermem durumunda düşmanlarımın aptallığının bana etkili bir yumruk indirebileceğim uygun bir fırsat sağlayacağından emindim. Tahminlerimi boşa çıkarmadılar.
Ben İngiltere’de bulunurken Mahir Paşa Savaş Bakanlığı Müsteşarı seçildi. Bu durumu duyar duymaz bazı zorlukların yaklaşmakta olduğunu sezdim. Hidiv askeri konularla uğraşma konusundaki büyük isteğini zaten göstermişti. Hidiv’in güvenini kazanan Mahir Paşa, Mısır Ordusu Başkumandanı General Kitchener’in otoritesini küçük düşürmeye adamıştı kendini[27]. 1894 Ocak’ının başında Hidiv Mahir Paşa’yla birlikte Nil’e çıktı. Kısa bir süre önce Muhtar Paşa Asvan, Korosko ve Vadi Halfa’da mevzilenen yerli taburları denetlemişti. Etkililiklerini övgüyle dile getiriyordu. Askeri meseleler konusunda elbette tamamen bilgisiz olan genç Hidiv, savaş sırasında hükümdarlığının muhteşem birliklerini yönetmiş olan bu eğitimli askerden farklı düşüncelere sahipti. Gördüğü her şeye çocuksu eleştiriler yağdırdı. Britanya subaylarını aşağıladı. Ordunun tüm mevkilerine anlaşmazlık tohumları ekmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Sonuçta 19 Ocak’da Vadi Halfa’da olaylar bir kırılma noktasına geldi. General Kitchener bana telgraf çekti:
Bu öğleden sonra Hidiv hazretleri resmi geçitte İngiliz subayları aşağılayıcı çeşitli yorumlarda bulundu ve sonra da bana Mısır ordusunun bu kadar etkisiz olmasının kendi fikrince bir yüz karası olduğunu söyledi. Hemen saygılı bir dille istifamı sundum. Hidiv cepheye geldiğinden beri benim için ve diğerleri için şu açık ki, neredeyse tüm İngiliz askerlerle ilgili hoşnutsuzluk ifade ediyor. Bugünkü dili haksız bir eleştiri dizisinin en üst seviyesine ulaştı. Bu nedenle kendilerinin Mısır ordusuyla ilgili sözlerine daha fazla göz yumamadım ve onların onuru için istifamı sundum. Bunun üzerine Hidiv çok samimi bir tavır takındı ve istifamı geri çekmem için bana sürekli yalvardı. Ona İngiliz subayların böyle aleni bir şekilde azarlanması durumunda bu ülkedeki mevcudiyetlerinin savunulmaz hale geleceğini ve durumun bu şekilde devam etmesi halinde Mısır ordusundaki yetkin subayların hizmetlerinden yararlanmamın imkânsızlaşacağını söyledim. Hazret bana güveninin tam olduğunu bildirdi ve ben de istifa etmekte ısrar etmeyeceğimi bildirdim ama istifamı kesin bir şekilde çekmedim.
Bu telgrafı alınca ilk dikkatimi çeken şey, anlatılan olayın ağırlığıydı. Aldığım resmi ve siyasi eğitimin akla kazıdığı en önemli şeylerden biri, herhangi bir silahlı grubun disipliniyle alay etmenin aşırı ahmaklığı ve tehlikesidir. Herhangi bir koşul altında çok büyük olan bu ahmaklık ve tehlike, subayların Avrupalı ve Hıristiyan, askerlerin ise Afrikalı veya Asyalı Müslümanlar olduğu bir durumda ona katlanır. Britanyalı subaylar son on yılda, Mısır askerinin ilk görevi olarak, kendi yetkileri dahilinde Hidiv’e sadakat aşılamak için ellerinden geleni yapmıştır. Bunu yapmaları doğaldır. Mısır’da bulunmalarının nedeni Mısır ordusunun son Hidiv’e karşı ayaklanmış olmasıydı. Fakat birden durum tersine döndü. Genç Hidiv askerleri kendi subaylarına karşı sadakatsizliğe ve itaatsizliğe teşvik etmeye başlamıştı. Dolayısıyla askeri disiplinin köküne darbe vuruyordu. Orada da durmadı. Mısır ordusu homojen değildir. Kısmen siyahlardan, kısmen de fellahlardan oluşur. Bu iki ırk arasında her zaman belirli bir düşmanlık hissi mevcut olmuştur. Hidiv belki de ne yaptığının tam bilincinde olmadan, bu düşmanlığı ateşlemek için elinden geleni yaptı. Bu tür bir davranışı yeterince kınayacak kelimeler bulmak zor. Kendi deneyim sürecimde, yüksek ve sorumlu bir pozisyondaki insanlar arasında, Hidiv Abbas’ın bu olaydaki tutumu kadar zararlı bir davranışa rastlamadım.
Dikkatimi çeken ikinci husus beklediğim fırsatın gelmiş olmasıydı. Uygun bir savaş alanı seçmek gerçekten zor olacaktı. Düşmanca eleştiriciler bile Mısır’daki Britanya subayların son derece ümitsiz mevcutlardan etkili bir ordu yaratmasının olağanüstülüğünü kabul ediyordu. Hidiv’in ordunun verimiyle ilgili şahsi fikrinin kıymetsizliğini göstermek için bir iddiada bulunmaya gerek yoktu. 1882’deki olayların anısı halkın zihninde hala canlıydı. En düşük zekaya sahip biri bile Hidiv’in inatçı ahmaklık kariyerinin devam etmesine izin vermenin tehlikeli olduğunu bir bakışta anlardı. Kendi askerleriyle oynadığı ve askeri organizasyonun esas olmayan parçalarıyla ilgili ayrıntılarına müdahale ettiği süreçte, büyüklerin bunu gençliğe vererek tolerans göstermesi mümkündü ama onun davranışları genellikle çok miktarda gereksiz sıkıntı yaratıyordu. Fakat en üst seviye cömertlik bile, tamamen bir ruh lakaytlığı ile kendi ordusunda bir isyanı teşvik eden, bu yolla kendi akılsızlığının neticesini başkalarına da yaşatma riski doğuran bir gencin davranışını mazur gösteremez. İngilizler, haklı olarak gurur duydukları Britanyalı subaylara Hidiv’in gösterdiği tavırdan doğal olarak gücenir. Bu davranış Fransızların da hoşuna gitmez. Hatta Fransızlar yerli ordunun etkililiğinin güçlendirilmesiyle doğrudan ilgileniyorlardı. Mısır ordu mekanizmasının sarsılması durumunda, Mısır’da bir Britanya garnizonuna ihtiyaç duyulmadığını kanıtlamak için güvendikleri temel argümanlardan biri ortadan kalkar. Sultan Fransızlarla büyük ölçüde aynı fikirdeydi. Britanya’nın Mısır işgaline sıcak yaklaşan güçler Hidiv’in davranışlarına baktığında, bu işgalin sürmesi için bir başka neden daha görür. Mısırlı bakanlar Hidiv’i savunamaz. Özellikle Riyaz Paşa kendi deneyimlerine dayalı olarak, ordudaki bir isyanın meydana getireceği karmaşayı biliyordu. Hidiv’in İngiliz düşmanlığı politikasını desteklemeye ne kadar istekli olursa olsun, kendisini şu anda sergilenen davranışla ilişkilendirmekten çekinecektir.
Bu nedenlerle Hidiv’in cezalandırılmayı fazlasıyla hak ettiğini, onun şiddetli bir şekilde cezalandırılmasının Avrupa ve Mısır’ın çıkarına olduğunu düşünüyordum. Kendi eylemiyle kendisini bir cezanın kaçınılmaz olduğu bir duruma sokmuştu. İlk bakışta ne kadar avantajlı görünürse görünsün, her siyasi durumun belirli risk ve tehlikeleri vardır. Siyasetçinin ve diplomatın işi herhangi belirli bir olayla ilişkili özel risklerin ve tehlikelerin doğru bir tahminini yapmaktır. Bazen saldırı fırsatı doğduğunda, sabır göstermek akılsızcadır; etkili bir darbe vurulmalıdır. İsmail Paşa’nın tahttan indirilmesi ve İskenderiye’nin bombalanması, Mısır’ın yakın tarihindeki örnek olaylardandır. Diğer bazı zamanlardaki mesele ise, saldırı fırsatı olasılığı kendini gösterdiği halde bunun cazibesine var güçle direnmektir. Ocak 1894’de bu cazibeye direnmek gerektiğini düşündüm. Durumdan makul ve ılımlı bir şekilde yararlanılması durumunda bunun pek çok avantaj sağlayabileceğini ama eğer Britanya hükümeti durumu suistimal edip Hidiv’in burnunu yere çarparsa kendi amacıyla ters düşebileceğini hissettim. Hidiv ve etrafındakiler mutlaka gerçekleri çarpıtacaktı. Tek suçu bir değerlendirme hatası yapmak gibi gösterilecek olan deneyimsiz bir gencin aşırı sert bir muameleye maruz bırakıldığı duygusu ülke dışına yayılırsa, her zaman cömert olan İngiliz sempatizanları hemen Hidiv’in tarafında gösterilecekti. Üstelik aşırı şiddet, düşmancıl yabancı diplomasinin elini güçlendirirdi ve ılımlılık böyle bir durumu önlerdi. Dolayısıyla şimdiye kadar, karar yetkisi bende olduğu sürece, yeterli ama aşırı olmayan bir küçük düşürme operasyonu üzerinde ısrar ettim.
Bunları söylüyorum çünkü Mısır işleri hakkında yazmamın temel amaçlarından biri, bundan sonra Doğu yönetimi veya diplomasisiyle ilgilenme ihtimali olan yurttaşlarıma, Mısır tarihinde zaman zaman ortaya çıkanlar gibi meselelere nasıl müdahale edildiğiyle ilgili bir dizi örnek sunmaktır. Müdahalenin başarılı olup olmadığı kararını onlara bırakıyorum.
Anlatıma devam edecek olursam, 20 Ocak’ta General Kitchener’e şu mesajı gönderdim:
Hamlenize tüm onayımı sunuyorum. Eğer uygun görüyorsanız Hidiv’e bildirin ki etkililiği şüphesiz olan Mısır ordusu hakkındaki konuşma biçimini büyük bir üzüntüyle öğrendim ve meseleyi Dışişleri Bakanlığı’na bildirdim.
Ayrıca temel bilgileri Lord Rosebery’ye telgrafla bildirdim. Mahir Paşa’nın Savaş Bakanlığı’ndan çıkarılmasını önerdim ve eğer bu önerim karşısında ciddi bir muhalefet söz konusuysa, Mısır ordusunun işgal ordusunun yönetimini tamamen eline alma riskinin mevcut olduğunu da söylemem gerektiğini bildirdim.
Lord Rosebery hemen (21 Ocak) şu kararlı cümlelerle yanıt yazdı:
Hidiv’in Vadi Halfa’daki ordu kumandanı ve İngiliz subayları hakkında yaptığı küçük düşürücü yorumlarla ilgili 20’sinde yazdığınız hızlı raporunuzu okudum.
Hidiv’e bu durumu çok ciddiye aldığımı söyleyin. Britanya subaylarını aşağılamak hazret için bilinçli uygulama haline gelmiş gibi görünüyor. Britanya hükümeti buna izin veremez. Hükümet izin verecek olsaydı bile Britanya ulusu vermezdi. Kötü bir danışman, bir çatışma nedeni ve uyumlu ilişkiler önünde bir engel olan Mahir Paşa’nın görevden alınması ve Britanya subayları ve ordusunun övülmesi için bir emir verilmesi, kanaatimce Hidiv’in telafi için yapabileceği tek şeydir. İstediğimizi yerine getirmeyi reddetmesi durumunda, Mısır ordusunun daha fazla Britanya hükümeti kontrolü altına alınması şeklinde sert önlemler alınmalıdır ve yakın zamanda meydana gelen aşağılamanın çeşitli örneklerinin yayınlanması suretiyle eğer buradaki halk durumu anlayacak olursa, Britanyalı subaylar için aşağılayıcı muamelelere karşı koruma sağlanmalıdır[28].
Bu telgrafı aldıktan sonra Riyaz ve Tekran Paşalarla bir görüşme yapmak için başvuruda bulundum. Onlara durumun vahametini açıkladım, Mahir Paşa’nın görevden alınmasını ve ordu için övgüde bulunulmasını talep ettim. Hidiv’in davranışının basiretsizliğini gördüler ve Hidiv’in sözlerinin yanlış anlaşılmış olabileceğini dile getirdiler. Ben de yanıt olarak Britanya hükümetinin sadece sözlü açıklamalarla tatmin olmayacağını, önerilen çözümün kabul edilebilecek minimum çözüm olduğunu söyledim.
Bunun üzerine bakanlar Hidiv’e telgraf çekti. Akıllılık ederek yanıtı bana göstermediler. Tatmin edici olmadığı kesindi. Bunun üzerine Riyaz Paşa Hidiv’e bizzat gidip bir anlaşmaya ulaşmaya karar verdi.
Bu arada Kahire’de bir kaynama hali vardı. Fransız ve Rus hükümetlerinin nasıl bir tutum göstereceği soruluyordu. Tutumları büyük ölçüde tahminimdeki gibiydi. Fransız Başkonsolosu gelip Hidiv için daha iyi koşullar elde etmeye çalıştı. Ben de belirtilmiş olandan daha aşağıda hiçbir koşulun kabul edilmeyeceğini söyledim. Hem Fransız hem de Rus Başkonsolosları, Hidiv’in bariz bir şekilde hatada olduğu bir konu hakkında, Britanya hükümeti ile Hidiv arasında açık bir kopma meydana gelmesinden sakınmak istiyordu. Dolayısıyla uzlaşma doğrultusunda etkide bulunmaya çalıştılar.
Hidiv boyun eğdi. 26 Ocak’ta Resmî Gazete’de ordu başkomutanı için yazdığı bir mektup yayınlandı ve bu mesajda birkaç hafta önce söylenen sözleri geri aldı. Ordunun durumuyla ilgili tam memnuniyetini ifade etti:
Hem Mısırlı hem de İngiliz subayları kutlamaktan zevk duyuyorum ve Britanya subaylarının ordumda hizmet veriyor olduğunu görmekten memnunum.
Birkaç gün sonra Mahir Paşa Savaş Bakanlığı’ndaki görevinden alındı ve Port Said Valisi olarak atandı. Onun yerini ise General Kitchener’in seçtiği bir aday aldı.
“Cephe Olayı” denen bu olay Riyaz Paşa yönetiminin sonunu getirdi. Riyaz ve çalışma arkadaşları İngiltere’ye karşı mantıksız direnişe devam ettiği sürece Hidiv’in tam sempatisini kazandılar. Fakat cephe olayında olduğu gibi onu aptalca bir davranışa sevk ettiklerinde bu sempati bir anda yok oldu. Sonraki iki ay boyunca Kahire’de bakanlıklarla ilgili bir krizin yaklaştığını gösteren semptomlar ortaya çıktı. Hidiv’in bakanlarıyla arasının kötü olduğu gün be gün belli oldu. Desteklemek için bir girişimde bulunmam durumunda bakanların süresini uzatabilirdim ama buna kalkışmak için yeterli neden bulamadım. Şüphesiz bir şekilde bu bakanlar görev süreleri boyunca yaptıkları en akıllıca hareketi yapıyor olacaklardı. Ama Hidiv’in onlara karşı olan kızgınlığı tamamen haksız değildi. Ona göre onlar önce onu İngiliz düşmanı bir politika benimsemeye teşvik etmişler, sonra da bunun kaçınılmaz sonuçları geldiğinde onu yalnız bırakmışlardı. Benim bakış açıma göre, zorunluluk altında alınmış tek bir uyumlu adım, uzun süredir sürdürülen bir düşmanlığı bağışlamak için yeterli değildi. Hiçbir şey yapmamam durumunda bakanların düşeceği hemen hemen kesindi. Düşeceklerine seviniyordum. Bunun benim açık bir hamlemin sonucu olarak değil de mevcut koşulların doğal bir sonucu olarak meydana gelmesinin daha iyi olduğunu düşünüyordum. O yüzden sessiz kaldım ve olayları izledim.
14 Nisan’da Hidiv beni davet etti ve bakanların istifa ettiğini söyledi[29]. Ocak 1893’te Britanya hükümetine verilen söze uygun olarak Riyaz Paşa’nın yerine kimin seçilmesi gerektiği konusunda bana danıştı. Nubar Paşa’nın seçilmesini tavsiye ettim. Tavsiyem kabul edildi. 1893’te ikisi de kaba bir şekilde görevlerinden alınan Mustafa Fehmi Paşa ve İbrahim Paşa’nın (Fuat) yeni kabinin parçası olmasında ısrar ettim. Diğer taraftan Fahri Paşa’nın dahil edilmesine de itirazım olmayacağını söyledim. Biraz tereddütten sonra bu öneriler kabul edildi.
Riyaz deneyinin başarısızlığından bir ders çıkardım. Bu ders, Mısır’daki Müslüman kanaatine Riyaz Paşa gibi insanlarla kılavuzluk etmeye çalışmanın faydasızlığıdır. Bence bu deney denemeye değerdi. Eğer başarılı olsaydı yerel siyasi durum daha iyi hale gelebilirdi. Eğer tekrar denenseydi ikinci bir başarısızlık hemen hemen kesindi. Avrupalılaştırılmamış Müslümanların günümüz Mısırını yönetmekte son derece yetersiz oldukları açıktır. Dolayısıyla yönetimin geleceği, çeşitli türlerde Avrupalılaşmış Mısırlılarda yatıyor.
On sekiz ay süren Nubar Paşa idaresinin tarihi birkaç satırda ifade edilebilir. Onun devlet adamlığı, Hidiv’in tutumunun akıl dışılığını görebilmesine fazlasıyla yetiyordu. Uzlaşma için göreve geldiğini açıkça beyan etmişti. Britanya ve Mısır yetkililerini uzlaştırma çabaları başarıyla sonuçlandı. Onun yönetimi sırasında en önemlisi İç işleri Bakanlığı’nın yeniden organize edilmesi olan çeşitli faydalı reformlar gerçekleştirildi.
1895 ilkbaharında Nubar Paşa Mısır’dan uzun süre ayrılmasını gerektiren şiddetli bir kaza yaşadı (bir ayak bileğinin kırılması). Kasım’da sağlığı bozuk olarak döndü. Temelde yapması gerekenleri yapmıştı. Devletteki görevinden emekli olmaya yönelik çok doğal isteğini ifade etti[30]. On sekiz aylık görev süresi boyunca Nubar Paşa’nın uzun resmi kariyer geçmişinin herhangi bir önceki dönemine göre Mısır halkının daha fazla şükranını hak ettiğini düşünüyorum.
Bazı açılardan emekliliği özel bir fırsat anına denk geldi. Hidiv 1895 yazında İstanbul’daydı ve Sultan’dan gördüğü muameleye çok bozulmuştu. Deneyimsiz olmasına rağmen, Britanya işgalinin günlerinin sayılı olduğuna söz veren ve yemin eden M. Deloncle başta olmak üzere Avrupalı tahrikçilerden elde edilebilecek hiçbir şey olmadığını anlamıştı. Üstelik Ermeni meselesi de tartışılıyordu. Önemli güçlerin, özellikle İngiltere’nin Sultan’a karşı tutumu, Sultan’ın kuluna bir uyarı niteliği taşıyordu. Tüm bu hususlar göz önüne alındığında, Nubar Paşa’nın yerine İngiliz dostu Mustafa Fehmi’nin seçilmesine Hidiv’in nispeten dostça bir tutum göstermesi ve itiraz etmeden razı olmasına fazla şaşırmamak gerekir.
Shakespeare deneyimin mücevher olduğunu ve genellikle ‘çok büyük bir bedelle alındığını’ söyler. Hidiv tahta çıkışını takip eden üç yılda kazandığı deneyim için, prestij ve itibar kaybı biçiminde çok büyük bir bedel ödedi. Yine de bu deneyim için çok değerliydi. Mısır’daki Britanya politikasına karşı açıkça direnmenin faydasız olduğunu öğrendi.
1882’de işgalin başlamasından beri Büyük Britanya ile Mısır arasındaki diplomatik ilişki tarihinde iki dönüm noktası oldu. İlki 1887’de hem Britanya hem de Mısır çıkarları için çok şanslı bir biçimde Sultan Wolff Anlaşması’nı onaylamayı reddettiğinde gerçekleşti ve bu durum bizi ülkeyi zamansız bir şekilde terk etmekten doğacak tüm zorluklardan ve mahcubiyetten kurtardı. İkincisi 1894’deydi. Bu kitapta anlatılan olaylardan sonra II. Abbas’la ilgili zaman zaman önemli zorluklar yaşandı ama Lord Rosebery’nin Dışişleri Bakanlığı’nda kaldığı olaylı dönem boyunca Britanya’nın üstünlük savaşı kazanıldı. Zaferin övgüsü temelde ona aittir çünkü onun samimi desteği olmasaydı çok zayıf kalırdım.
Lord Rosebery’nin Dışişleri Bakanlığı görevinden ayrılması beni çok üzmüştü. Bunun ardından aramızda geçen aşağıdaki yazışmaları aktarmadan edemedim. 9 Mart 1894’te bana şunu yazdı:
“SEVGİLİ CROMER,
Sana hoşçakal demem gereken üzücü an geldi.
Birlikte fırtınalı zamanları atlattık ve uzun zamandır senin birlikte kaplan avına gitmek için iyi bir adam olduğunu düşünüyorum. Şimdi böyle bir ava ancak bir ağaçtan veya yüksek bir tepeden katılabilecek durumdayım ama yine de işe yarayabilirim.
Senin için ne kadar iyi duygular beslediğimi biliyorsun ve bizi birleştiren bağı kesmenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsin.”
Saygılarımla,
ROSEBERY
6 Mart 1894’de Lord Rosebery’nin Başbakan olduğunu öğrenir öğrenmez ona şu mektubu yazdım:
“SEVGİLİ LORD ROSEBERY
Rauter’den duyduğumuz doğruysa, sizi kutlamalıyım, kutlamamalı mıyım bilmiyorum, çünkü siz bunu bir kutlama konusu olarak düşünmüyor olabilirsiniz. Neticede zihnimde en baskın olan his tamamen bencilce bir his, çünkü o his, bir daha sizin emriniz altında hizmet etme zevki ve ayrıcalığını tadamayacak olmanın neden olduğu derin bir üzüntüdür. Bana resmi olarak verdiğiniz samimi desteği ve tüm gayrıresmi ilişkilerimizde gösterdiğiniz nezaketi ve güveni asla unutamam. Çok ağır olabilecek yeni görevlerinize rağmen, zaman zaman Abbas’la olan mücadelemi izleyecek vakti bulmanızı diliyorum.”
En içten saygılarımla,
CROMER.
5. BÖLÜM
II. ABBAS’IN YÖNTEMLERİ
Tevfik Paşa’yla ilişkiler – II. Abbas’ın zenginlik hırslı – Kibarlığı ve mizah duygusu – Vakıfların yönetimi – Şeriat mahkemesi – Kadı – Prens Ahmet Seyfeddin olayı – İstanbul’la entrikalar – Jön Türklere sağlanan koruma – Leon Fehmi – Ele geçen mektup – Bedirhan Osman Paşa olayı – Siyah tabur isyanı – Sonuç
II. Abbas’la aramda daha sonra geçen şahsi ilişkilere dair bir şeyler ekleyeyim.
Britanya’nın Mısır işgalinin ilk dokuz yılı boyunca babasıyla olan ilişkilerime dair anılarım genel olarak iyidir. Tevfik Paşa’nın ne çok güçlü bir karakter olduğu söylenebilir ne de büyük bir yetenek. Ama daha önce hakkını vermeye çalıştığım hakiki bazı iyi özellikleri vardı[31]. Hiç Avrupa’yı ziyaret etmemişti ama Mısır’ı iyi biliyordu ve Mısırlıların milli karakterini çok iyi tanıyordu. Ülkenin iç yönetimiyle ilgili tüm konulardaki fikirleri dikkate değerdi. Siyasi ve idari meselelere karşı gerçek ve belki biraz gelişigüzel ilgisi vardı. Bu tür meseleleri tartışırken aramızda herhangi ciddi bir fikir farklılığının ortaya çıktığı tek bir durum hatırlamıyorum. Tevfik Paşa’nın kendini zenginleştirmeye veya onu kızdıran birinden intikam almaya yönelik keyfi veya haksız bir eylemde bulunması neticesinde müdahalemi gerektiren tek bir olayın olmadığından eminim. Özel ilişkilerinin yönetiminde dikkatliydi ve şahsi ilişkilerindeki davranışları, bilebildiğim kadarıyla kusursuzdu.
II. Abbas’la olan ilişkilerim ise elbette çok daha farklı bir nitelikteydi. Hidivliğe adım attığı sırada herhangi siyasi veya idari deneyimi olamayacak kadar gençti. O zamana kadarki neredeyse tüm ömrünü Avrupa’da geçirmişti ve dolayısıyla yerel bilgiden mahrumdu. İç yönetimle ilgili daha büyük meselelere herhangi gerçek bir ilgi gösterdiğini hiç görmedim ama yetkililerin atanmasına sürekli karışıyordu ve yaptığı seçimler tamamen şahsi çıkarlarına ve tercihlerine dayalıydı. Hatırasına çok az saygı gösterdiği babasının zamanında olan şeylerin aksine, aramızda ortaya çıkan sürtüşme neredeyse tamamen şahsi meselelerden kaynaklanıyordu. Görünüşe göre Hidiv’in hayattaki temel arzusu elindeki tüm imkânlarla kendini zengin etmekti. Aslında epeyce bir servet biriktirdi ve bunu çarçur edip sonunda kendini çok utandırıcı bir ekonomik duruma soktu. Sürekli etrafındaki zenginlikleri kendi eline geçirmeye çalışıyordu ve büyük hayranlık duyduğu dedesi İsmail Paşa’yı izleyerek tüm bunları yasal prosedürlere uygun bir şekilde yapıyordu. Yasa adına büyük adaletsizlikler yapılmasını önlemek genelde pek kolay değildi.
Devam etmeden önce, Hidiv ile olan tartışmalarımda meydana geldiği iddia edilen “olaylarla” ilgili olarak zaman zaman özellikle İngiliz basınında çıkan bazı aptalca haberlere dair birkaç kısa yorumda bulunabilirim. Bunların hepsi tamamen uydurmaydı. Son derece kültürlü olan II. Abbas bana her zaman en büyük nezaketle davrandı. Lord Canning’in Hindistan Ayaklanması sırasında çok bilgece bir şekilde söylediği gibi, şiddet ile gayreti birbirine karıştırmak kadar büyük bir hata yoktur. Hemen her zaman çok nazik olan yüksek sınıftan Doğulularla ilişkilerde de sertliği kaba veya taşkın dil kullanımıyla karıştırmak eşit ölçüde büyük bir hatadır. II. Abbas’la ilişkilerde tüm nezaket kurallarına uymak özellikle kolaydı, çünkü hem zekiydi, hem de bende her zaman en sıcak sempatiyi uyandıran gerçek bir mizah duygusu vardı. Bununla ilgili bir örnek vereyim. Bir keresinde Mısır’da, Asvan Barajı’nda çalışmak üzere getirilen çok sayıda İtalyan işçinin varlığından dolayı çok telaşlanmıştı. Çoğunun aşırı anarşist olduğu düşünülüyordu. Kimlikleri Kahire’deki herkes tarafından bilinen birkaç “gizli polis” getirildi İtalya’dan. Bunlar her zaman Hidiv’e yakın duruyorlardı. Bir sohbet sırasında hazrete bu kadar telaşlanmasına gerek olmadığını, çünkü eğer anarşistler birini öldürecekse, onu öldürme ihtimalleri ile beni öldürme ihtimallerinin aynı olduğunu söyledim. Bu fikir ona çok yeni ve sevindirici geldi gibi görünüyordu. Durumun mizahiliğini hemen anladı. Yüzü gülücüklerle doldu ve neşeyle “Doğru ya!” dedi.
Esasta yerel olan bazı kurumların kendine has özelliği, Hidiv’in şahsi servetini arttırması için büyük fırsatlar sağlıyordu. Bunlar Vakıflar ve Şeriat Mahkemesi’ydi.
Vakıfların yönetimi dini bağışlar ve hayır bağışları, reşit olmayanların ve kendi işlerini yürütme yeteneği olmayanların mülkleri ve benzer her türlü konuyu kapsıyordu. Yönetimin elindeki gelirler çok büyüktü. Bu gelir uzun süredir çok yanlış yönetiliyordu. Son yıllarda istismarlar özellikle aşikardı ve Hidiv yönetimi neredeyse tamamen eline geçirmişti. Bu suiistimallerin çok iyi farkındaydım ama bu konularda bir reformda bulunmak için herhangi büyük bir adım atmayı erteledim. İki nedenim vardı. Birincisi, Mısırlıların gözünde yarıdini bir karakterle yönetilen bir kuruma el koymadan önce, bu konuda uyanmaya başlayan Müslüman memnuniyetsizliğinin gelişmesini ve etkili bir talepte bulunacak hale gelmesini beklemenin uygun olduğunu düşündüm. İkinci olarak, Mısır otonomisi yönünde artan talebi göz önünde bulundurarak, Mısırlıların kendilerinin herhangi bir Avrupa yardımı olmaksızın temelde yerli olan bir kurumu ne kadar yenileştirebildiklerini görmek için uzun ve sabırlı bir bekleyişe değeceğini düşündüm. En aşırı partizanın bile birilerinin bu konuyu mazeret göstererek İslam dinine karşı örtülü bir saldırı gerçekleştirmekte olduğuna Mısır halkını ikna edemeyeceğinden emin olduğum için, konuya birkaç düzenleme getirmeyi başardım. Ama bunun dışında hiçbir şey yapmadım. Hidiv’in müdahalesini ortadan kaldırmak ve vakıfların yönetimini daha sağlam bir temele oturtmak üzere konuya daha ciddi bir şekilde eğilme sorumluluğu Lord Kitchener’e aitti. Bunu uzun süredir Mısır tarihinde gerçekleştirilmiş en faydalı reformlardan biri olarak görüyorum.
Şeriat Mahkemesi bir tür Mısır Yüksek Mahkemesi olarak tanımlanabilir. Boşanma, vasiyet vb gibi Müslüman Osmanlı bireylerinin şahsi durumlarıyla ilgili tüm meselelerle ilgilenir. Bu meseleler, Müslümanlar için şanssız bir şekilde, İslam’ın değiştirilemeyen kutsal yasasıyla yönetilir. Tüm Müslüman ülkelerinde çok-evlilik ve kölelik kadar ilerlemeyi engelleyen şeylerden biri de bu değişmezliktir. Bu mahkemelerde kadı çok yakın tarihlere kadar her zaman İstanbul’dan atanan bir Türk olmuştur. Mısır’daki görev süremin son kısmında kadı aşırı tutucu Türk ekolünün nadide örneklerindendi. Britanyalı yargı reformcuları için bir engeldi. İlişkili olduğu sistemin mükemmelliğinden emindi ve reform çabalarını engellemek için en inatçı direnişi gösterdi. Şahsi olarak ona çok sempati duyuyordum. İyi yönleri vardı. Tamamen dürüsttü ve bildiğim kadarıyla rüşvet yedirilmesi mümkün değildi. Ayrıca bağımsızdı ve Hidiv’in servet edinme projelerine yardım etmeyi kesinlikle reddediyordu. Yönettiği yargı sisteminde, İslam’ın kutsal yasasını hiç çiğnemeden reform yapılabileceğine ikna etmeye çalıştım bazen onu. Hindistan’da Hıristiyan yargıçların bile Müslüman davacıları tam tatmin edecek şekilde yasayı uyguladıklarını söyledim ve sadece “sarıklılar” olarak bilinen sınıf yerine, sağlam bir hukuk eğitimi almış kişilerden de mahkemelere Müslüman yargıçlar atanmasına kesinlikle hiçbir itirazda bulunulamayacağını açıkladım. Tüm bu argümanlardan hiç etkilenmiyordu. Bununla birlikte, son derece hassas olan İslami vicdanını incitmeden adaletin doğal akışının sağlanmasına yardımcı olabildiğinde bunu çok istekli bir şekilde yapıyordu. Örneğin davalarda bazen eşinden ayrılıp başkasıyla evlenmek için Müslüman olan yerli Hıristiyanlar oluyordu. O zaman kocalarla ilgili hükümleri veren Müslüman yasasına göre çocuklar Hıristiyan anneden alınabiliyordu. Böylece ağır ve zalim bir adaletsizlik yapılıyordu. Kadıyla bu konu hakkında konuştuğumda, meselenin kendi önüne getirilmesi durumunda yasa ne emrediyorsa onu yapmak zorunda olacağını söylüyordu ama böyle edepsiz bir kocaya karşı hiçbir sempatisi olmadığını, bu tür çıkarlar için Müslüman olan kişilerden hiç hoşlanmadığını ve zaman zaman olduğu gibi eğer meseleleri ahlaki baskıyla veya yasal olmayan yöntemlerle, doğru olduğunu düşündüğüm şekilde halledersem, kendi adına buna hiçbir itirazı olmayacağını da eklerdi. Bu değerli ve kesinlikle kolay bulunmayan özellikler, kadının tüm hukuki reformlara karşı olan inatçı muhalefetini yeterince telafi ediyordu şahsi kanaatime göre. Ne yazık ki ben Mısır’dan ayrıldıktan sonra, gerekli olduğu düşünülen değişiklikleri getiremedikleri için çok kızgın olan yasal reformcular, bu engelleyici kadıdan kurtulmak için çok çaba harcadılar. Amaçları kendilerininkinden çok farklı olan Hidiv’in doğal ve çok istekli bir müttefik olduğunu keşfettiler. Başardılar. İstanbul’dan yeni bir kadı atandı. Bildiğim kadarıyla sonuç, büyük bir hata yaptıklarını anlayan reformcular için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Mahkemelerde etkili bir reform yapılamadığı gibi, yeni kadı Hidiv tarafından kullanılmaya açık bir araçtı.
Dolayısıyla, vakıf yönetiminin ve mahkemeleri yöneten alçak bir yargıcın emriyle Hidiv’in kendini zengin etme planları için büyük olanaklar yaratıldı.
Meydana gelen ve nispeten çok azının Britanya otoritelerinin kulağına gittiğinden emin olduğum istismarlar kesinlikle çoktu. Ama bunları uzun uzun anlatmama gerek yok. Aradan geçen birkaç yıldan sonra, benim zamanımda meydana gelen vakaların çoğunun ayrıntısı artık aklımda değil ve bu tür olaylarda ayrıntıların kesinliği çok önemlidir. Ama vakalardan birinin temel özelliklerini verdim. Bu pek çok diğer vakayı da tanımlıyor.
Hidiv ailesinin Seyfeddin Bey adlı bir üyesi, kayınbiraderi Prens Ahmet Fuat Paşa’ya suikastta bulunmaya çalıştı. Ceza mahkemesinde yargılandı ve hapse atıldı. Sonradan bu şahsın akıl hastası olduğu anlaşıldı. Hidiv’in izniyle, İngiltere’deki özel bir akıl hastanesine gönderildi. Çok zengindi. Bildiğim kadarıyla topraklarından elde edilen yıllık gelir yaklaşık 40.000 sterlindi. Bu olayda, çok yetenekli olmasa da tamamen dürüst olduğu düşünülen birinin malların yönetimine atanmasında ısrar ettim. Mısır’dan ayrıldıktan sonra benim seçtiğim kişi bu görevden alındı. Hidiv durumu kontrolü altına aldı ve o olayda biriken çok miktarda parayı ve arazinin yıllık gelirini kendi servetine geçirdiğine şüphe yoktur. Bu nedenle çok kısa bir süre önce bir Mısır gazetesinde okuduğum şu paragrafa şaşırmadım (Arapça bir gazetedeki bir paragrafın tercümesi):
Prens Ahmet Seyfeddin Bey’in mülkünün incelenmesi neticesinde, mülkün büyük miktardaki gelirlerinin ya kötüye kullanıldığı ya da başka kanallara aktarıldığı ortaya çıktı. Mülkün yönetimi Hidiv’e bağlıydı.
II. Abbas’la olan anlaşmazlıklarımın zengin kaynaklarından biri de, Sultan Abdülhamit’in elinde kolayca kullanılabilen bir araç haline gelmiş olmasıydı. “Sina Yarımadası” olayında İstanbul’la olan entrikalar özellikle boldu. Bu olayda Sultan Türk sınırını Akdeniz’deki ElAriş’ten Süveyş’e uzanan bir hatta genişletmeye yönelik kararlı ama başarısız bir çabada bulundu[32].
Jön Türkler partisi Mısır’a kaçan pek çok üyesine Britanya hükümeti tarafından sağlanan koruma için İngiltere’ye büyük bir şükran borçludur. Tamamen teknik bir bakış açısıyla, moralini bozan Osmanlı bireylerinin kendisine teslim edilmesini istemek Sultan’ın yasal hakkıydı fakat Britanya hükümeti Mısır’da en üst seviye bir güce sahip olduğu sürece, buradaki siyasi suçluların İstanbul’da göreceklerine benzer bir yargılamadan geçirilebilmesi gerekir. Elbette İstanbul’a çağrılan bireyin siyasi bir suçlu olmadığı, ceza gerektiren bir suç işlediği sıkça iddia edildi. Bu tür vakalarda yanıt, suçluların korunması gibi bir arzunun mevcut olmadığı ve eğer kanıtlar Mısır’a gönderilirse, suçlanan şahsın bir Mısır ceza mahkemesinde yargılanacağıydı. Elbette böyle bir kanıt hiç gelmedi.
Hidiv’in bu tür işlere karışma derecesiyle ilgili birkaç örnek vereyim.
Bir keresinde İstanbul’da Leon Fehmi adlı bir adam casusluk için tutulmuştu. Sonradan Sultan’ın sinirine dokundu. Hayatı tehlikedeydi ve Mısır’a kaçtı. Sultan onun İstanbul’a geri gönderilmesi konusunda çok istekliydi. Adam Hidiv’in İskenderiye’deki sarayına çağrıldı. Yolda rastladığı bir arkadaşına, birkaç saat içinde geri dönmemesi durumunda beni durumdan haberdar etmesini söyledi. Ben Kahire’deyken arkadaşı belirtilen sürenin geçmesinden sonra bana telgraf çekti. Hemen Mısır hizmetindeki çok muktedir bir Britanya yetkilisini İskenderiye’ye gönderdim ve Hidiv’i görüp durumla ilgili bilgileri almasını söyledim. Hidiv Leon Fehmi’nin nerede olduğuyla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadığını ve ayrıca şahsın saraya hiç çağrılmadığını söyledi. Hazretle sonraki bir görüşmemde bu iddiaları tekrarladı ve üzerindeki haksız şüphelerden dolayı sitemde bulundu. Daha sonra anlaşıldı ki, Leon Fehmi saraya varınca Hidiv’in kendisini görmemiş, hazretin İstanbul’a doğru yola çıkmak üzere olan yatına bindirilmiş. Sonra Britanyalı görevlinin Hidiv ile konuşmasından sonra yattan indirilmiş. Hidiv Leon Fehmi’nin sarayında tutuklu bulunmadığına dair şerefi üzerine yemin ederken haklıydı ama adamın zorla yakın bir yerdeki bir eve kapatıldığını söylememişti.
Meydana gelen karmaşa neticesinde Leon Fehmi İstanbul’a gönderilmedi. Gizlice Port Said’e götürüldü ve oradan Marsilya’ya hareket etmek üzere olan bir vapura bindirildi. Daha sonra Mısır’a döndü ve büyük oranda doğru olduğunu düşündüğüm bir açıklama yayınladı olanlarla ilgili. Kimse ona inanmadı. Hem Avrupalı hem de Mısırlı yerel basın onun hikayesini inceledi ve Hidiv’e atılan iftiralardan dolayı yüksek sesle kızgınlıklarını ifade ettiler. Bu hatalı görüşleri düzeltme gereği hissetmedim. Leon Fehmi’nin kendisi çok fazla sempatiyi hak etmiyordu. Adamın Sultan’ın pençelerinden kurtarılmış olmasıyla, Britanya ilkelerinin onurunun yeterince onaylandığını düşündüm. Bu yüzden sessiz kaldım.
Bir başka örnek vereyim. Bir gün Kahire polisinin İngiliz yöneticisi beni görmeye geldi ve belirli bir evdeki elbise dolabında, bazı Jön Türkleri ağır bir şekilde tehlike altına sokan bazı dokümanlar bulunduğunu, evin ekonomik olarak kötü durumda olan sahibine Hidiv tarafından başlatıldığına inanılan bir dava açıldığını, Jön Türklerin çok endişelendiğini ve hatta Hidiv’in bu belgeleri Sultan’ın eline teslim etmesi durumunda Hidiv’e yönelik bir suikaste teşebbüs edilmesi ihtimali olduğunu ve eğer herhangi birşey yapılacaksa bunun acilen yapılması gerektiğini, çünkü suç teşkil eden dokümanların bulunduğu dolaba mahkeme emriyle mühür vurulmak üzere olduğunu söyledi. Mahkeme emriyle vurulmuş mühürleri kırmak ciddi bir meseledir. Bu nedenle, böyle birşeye mahal bırakmamak için polis müdürünün hemen o eve gitmesini, dolabı açmasını ve içindekileri Britanya dairesine getirmesini söyledim. Bu talimat yerine getirildi. Sonra belgeler imha edildi.
Anlatılmaya belki de daha değer olan üçüncü olay, büyük bir Kürt sülalesinin lideri olan ve Sultan’ın en sevdiği yaveri olan Bedirhan Osman Paşa’yla ilgili olandır. Bu paşa Jön Türk eğilimli olduğundan şüphelenilmesi neticesinde gözden düştü fakat tutuklanmaktan kurtulup Mısır’a kaçmayı başardı. Onu gördüm ve Mısır’da bulunduğu süre içinde entrikalardan uzak durması koşuluyla korunacağını bildirdim. Buna söz verdi ve sözünü tuttu. Sultan onun tüm mallarına el koydu, rütbelerini iptal etti ve İstanbul’a gönderilmesini talep etti. Bu istek reddedildi. Sonra Hidiv Osman Paşa’nın İstanbul’a gitmesi için elinden gelen herşeyi yaptı. Paşa tavsiye için Britanya devlet dairesine başvurdu. Kahire’de kalmasının kendisi için çok daha iyi olacağı söylendi. Başka bir zaman ona Hidiv’in bir ajanı ile Sultan’ın özel sekreteri arasında ele geçirildiği iddia edilen bir mektup gösterilmiş. Bu mektupta Sultan’ın hata yaptığına ikna olduğu, olanlardan dolayı pişman olduğu, Osman Paşa’nın dönmesini ve tüm mülklerini tekrar üzerine almasını istediği yazılıydı. Maruz kaldığı kayıplardan dolayı tazminat da ödenecekti. Osman hala şüpheliydi. O zaman Hidiv dostluğunun bir kanıtı olarak ondan şu anki sıkıntısını atlatması için büyük bir miktarda borç parayı (sanırım 500 sterlindi) kabul etmesini istedi. Bunun üzerine paşa Sultan’ın teklifinin gerçek olduğuna ikna oldu. İstanbul’a gitmeyi kabul etti. II. Abbas ona Osmanlı Bankası’ndan bir ödeme emri ve yüksek tavsiye mektubu vb verdi ve paşa Britanya Devlet Dairesi ile iletişim kurmadan, bir arkadaşla sözlü bir şükran veya açıklama sunmadan Mısır’dan ayrıldı. İstanbul’a varınca gemide tutuklandı, hapse atıldı ve Trablus’un iç bölgelerine gönderildi. Uzun bir süre sonra serbest bırakıldı (Abdülhamit’in düşmesinden önce) ve İstanbul’a döndü. Büyük bir sıkıntı içindeyken Hidiv’in ödeme emrini hatırladı ve belgeyi geri almayı başardı. Bankaya götürdü. Belge müdüre gönderildi ve şu yazıyla geri gönderildi: “Ödeme emri Hidiv Hazretleri tarafından iptal edilmiştir...” İptal tarihi, Osman’ın İskenderiye’den ayrıldığı tarihti. İptal edilen ödeme emri Doğu Sekreterim Bay H. Boyle tarafından görülmüştü.
II. Abbas’la uğraşırken karşılaştığım zorlukların farklı bir örneğini daha anlatayım. Bu örnek, bu kitapta daha önce anlatılan olaya rağmen Hidiv’in ordunun disiplinine karışma arzusundan vazgeçmediğini gösteriyor. Güney Afrika Savaşı’nın başlangıcında, Mısır ordusunun Sudan’daki siyah taburlarında görev yapan en iyi Britanya subaylarından birkaçı, ait oldukları Britanya ordusu alaylarına dönmüşlerdi. Ayrıntılı olarak anlatmak istemediğim ve bu deneyimli subayların ayrılmak zorunda olmaması durumunda muhtemelen hiç meydana gelmeyecek koşullardan dolayı orduda bir memnuniyetsizlik hâkim oldu. Siyah taburlardan biri isyan etti. Sonradan öğrenildiği kadarıyla Hidiv’in söylediği bazı sözler, isyancıların Hidiv tarafından desteklenmekte olduklarını anlamasını sağladı. İsyan kansız bir şekilde bastırıldı. Elebaşı olanlardan bazıları askeri mahkemede yargılandı ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Cezalarını çekmek üzere Kahire’ye gönderildiler. Hidiv ile konuyu görüşürken, kesin bir kanıtını elde etmenin çok zor, hatta imkânsız olduğu, isyancılarla olan suç ortaklığı konusuna hiç girmemenin daha iyi olacağını düşündüm. O nedenle taburlarından bazılarının onun şahsına karşı yaptığı büyük saygısızlık üzerinde durdum ve hüküm giyenleri görüp onlara bir şeyler söylemesini önerdim. Arapça’ya çevrilmek üzere ona kendi tercihim olan sözleri sundum. Hidiv büyük bir ikilemde kaldı çünkü teklifimi kabul etmek de reddetmek de ona hiç çekici gelmiyordu. Reddederse, tıpkı dedesi gibi kendi ordusunda bir isyanı kışkırtmış olmasından ciddi bir şekilde şüphelenilmeye açık bir duruma sokmuş olacaktı kendini[33]. Eğer kabul ederse, isyancılar ondan hiçbir etkili yardım bulamayacaklarına ve ordu üstünde bu yöndeki etkisinin büyük ölçüde sona erdiğine ikna olacaklardı. Tahmin ettiğim gibi ikinci yolu seçti.
II. Abbas’ın karakter ve davranışlarına bakıldığında, onunla aramdaki ilişkilerin samimi olmasının imkânsız olduğunu göstermeye yetecek kadar çok şey anlattım. Tüm bu zorlukları yaşarken, II. Abbas’a karşı hiçbir şahsi düşmanlık beslemediğimi de eklemek istiyorum. Tarih, yönetim becerileri eski Hidiv kadar, hatta onunkinden daha elverişsiz olan pek çok Doğulu ve Batılı yöneticinin icraatlarını kaydetmiştir. Eğer hiç engellenmeden istediğini yapmasına izin verilseydi, Büyük Britanya’nın Mısır’daki medenileştirici çalışmaları zayıflardı, çeşitli yozlaşmışlıklar tekrar artardı ve hatta İsmail Paşa’nın zamanında olduğu gibi Mısır tekrar siyasi ve ekonomik maceracının mutlu av sahasına dönüşebilirdi. Pindar’ın satırlarında çok önemli doğrular var:
Zayıf karakterli bir adamın bile bir şehri sarsması küçük bir şeydir, ama Tanrı aniden yöneticiye kılavuzlukta bulunmazsa şehri tekrar yerine sağlam bir şekilde dikmek gerçekten zorlu bir iştir.[34]
Ek II: Kitabın Aslı