Giriş
Tımar, askerî veya sivil görevlilere maişetlerine ve yapacakları hizmetlere karşılık olmak üzere belli bölgelerden kendi ad ve hesaplarına tahsil yetkisi ile tahsis edilmiş vergi kaynaklarını ve yıllık geliri yirmi bin akçeye kadar olan dirlikleri ifade etmektedir. Tımar sistemi; para ekonomisinin iyi derecede gelişmediği, pek çoğu aynî ürün olarak toplanan vergi gelirlerinin taşınması, paraya çevrilmesi, merkezî hazinede toplanıp buradan dağıtılmasının güç olduğu zamanlarda hem doğu hem de batıdaki pek çok ülkede zaman zaman uygulanan bir sistem idi. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nde tımarlı sipahi denilen süvari askeri ordusunun teşkilinde tımar sistemi uzun süre uygulanmıştır.[1] Tımar sistemi 1300-1600 yılları arasında sadece Osmanlı Devleti’nin askerî teşkilatlanmasında etkili olmamış, aynı zamanda devlete ait arazilerin işlenmesinde, reaya statüsünün ve ahalinin ödemek zorunda oldukları vergilerin tespitinde temel belirleyici faktör olmuştur. Sistemin devletin kuruluş dönemi padişahlarından Orhan Bey dönemine kadar uzandığı bilinmektedir.[2]
Tımar sisteminin ne olduğuna ve işleyişine dair umumî ve sancaklara ait kanunnamelerde bilgi bulunmaktadır.[3] Defter-i Hakanî Eminliği yapmış olan Ayn-ı Ali Efendi 1607 yılında yazdığı Kavânîn-i Âl-i Osmân der-Hülâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvân adlı eserinde,[4] 1653 yılı Temmuz ayı ortasında Silahdâr-ı Şehriyârî Kenan Ağa’nın bendelerinden olan Mustafa bin Mustafa tarafından istinsah edilen ve İlhan Şahin tarafından yayınlanan risalede[5] ve 30 Aralık 1653 tarihini[6] taşıyan ve Midhat Sertoğlu tarafından açıklamalı olarak yayınlanan Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi’nde tımar sisteminin uygulandığı yerler ile kimlere hangi hizmetler karşılığında dirlik verildiği belirtilmiştir. Şahin’in neşrettiği risalede alaybeyleri, çeribaşıları, dirlik sahiplerinin yaptıkları vazifeler, kılıç tımarlar,[7] tımar ve zeametin intikal şartları, sarayda görevli müteferrika, çavuş ve katiplerin sahip oldukları zeametlerin evlatları arasında nasıl taksim edileceği hakkında bilgiler bulunmaktadır.[8] Telhîsü’l-Beyân’da da tımarlı sipahinin sancağında oturmasının şart olduğuna, azledilmiş sipahiye iki yıl geçmeden tımar verilmeyeceğine, şehit sipahi oğluna tımarın ziyadesiyle verileceğine dair hükümler bulunmaktadır. [9]
Tımar sistemi içerisinde alaybeyleri ile çeribaşılarının önemli bir yeri vardı. Alaybeyi, tımarlı sipahilerin savaş dışı zamanlarda bulundukları yerdeki amiri idi. Tımar sahiplerinin bir nahiyelik bölgelerdeki amirleri ise çeribaşıları idi. Alaybeyleri, geliri yüksek olan zeamet tasarruf ederlerdi. Sipahilerin bütün talepleri çeribaşı vasıtasıyla alaybeyine iletilirdi. Alaybeyleri de bu istekleri sancakbeylerine değil doğrudan divana bildirirlerdi.[10]
Sancak kanunnamelerinde ve şahıslar tarafından yazılmış eserlerde bazı hususiyetlerine temas edilen tımar sistemi, 17. yüzyıl başlarından itibaren bozulmaya başlamıştır. Yazarı belli olmayan, ancak III. Murad, III. Mehmet, I. Ahmet ve II. Osman dönemlerinde yaşadığı tahmin edilen ve 1617-1620’lere tarihlenen Kitâb-ı Müstetab’da,[11] Ayn-ı Ali Efendi tarafından I. Ahmed’e sunulan Kavânîn-i Âl-i Osmâniye ve Havâkîn-i Sultâniye adlı 1607 tarihli eserde,[12] Koçi Bey tarafından 1631’de Sultan IV. Murad’a sunulan risalede[13] sistemin bozulmasına ve düzeltilmesine dair çözüm önerilerine değinilmiştir.
Dirlik gelirlerinden ve sahiplerinden yeterince istifade edemeyen devlet, öncelikle tımar ve zeamet arazilerinden başlamak suretiyle 18. yüzyıldan itibaren hasları mukataa haline getirip, bunları iltizama vermeye başlamıştır. Kurulu sistemde dengenin birden bozulmaması için mukataaya alma işlemine öncelikle küçük dirliklerden başlanmıştır.[14] Tımar ve zeametlerin mukataa sistemine dahil edilmesi III. Selim Dönemi’nde İrâd-ı Cedîd Hazinesi’nin kurulması ile hız kazanmıştır. Mirasçısı olmayıp mahlul kalan, özel nedenlerle mahlul addedilen, mîrîce zapt edilen, gelir azlığı nedeniyle ferağ edilen tımarlar, İrad-ı Cedid Hazinesi’nce idare edilmek üzere bu hazineye terk edilmiştir.[15] 1827 yılına gelindiğinde elli üç sancakta bulunan 5200 tımarlı sipahi, gelirleriyle Asâkir-i Mansûre süvarisi haline getirilmiştir. 7 Haziran 1844 tarihli sadrazamlık emri ile zaptiye teşkilatında görevlendirilmek suretiyle talipli olanların tımarları hazineye bağlanmış, istekli olmayanlar ise emekli edilmek ve kendilerinden cebelü bedeliyesi alınmak suretiyle tımar sistemine son verilmiştir.[16]
Bozulmasına rağmen tımar sisteminin düzeltilmesi ve ıslahı yolunda 1732 yılında bir kanun ve 1777 yılında bir nizamname/kanunname çıkarılmıştır. Sistemdeki bozulma, bunun sebepleri, alaybeyi, çeribaşı ve tımarlı sipahilerin sorumlulukları ile zeamete sahip müteferrika, çavuş ve katiplerin sayıları ile vazifeleri bu kanunnamelerde belirtilmiştir. Bu kanunnamelerden sonra 1791 ve 1792 yıllarında da tımar ve zeamete dair iki kanunname[17] çıkarılmıştır. Aşağıdaki başlıklarda bu kanunların muhtevası ile birbirleri arasındaki benzerliklerle farklılıklara değinilmiştir.
1. 1144/1732 ve 1191/1777 Yıllarına Ait Tımar Kanunları
Ele aldığımız tımar ve zeamet düzenine ait kanunların/nizamnamelerin yer aldığı “Tahvîl-i Nizâm” adlı defter, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi, Bâb-ı Asâfî Dîvân-ı Hümâyûn Sicilleri Tahvîl (Nişân) Kalemi defterleri kataloğunda 84 numara ile kayıtlı bulunmaktadır.[18] Defter 174 sayfa olup 49x22 ebatlarında ciltli ve ebruludur. Çalışmamıza konu olan Gurre-i Şaban 1144/29 Ocak 1732 ve Gurre-i Şaban 1191/4 Eylül 1777 tarihli tımar ve zeamet düzenine dair kanunların/nizamnamelerin ilki defterin 5-9., ikincisi 10-13. sayfaları arasında bulunmaktadır. Birinci nizamnamenin başında hatt-ı hümayuna ve nizamnameye dair bir tanımlama bulunmayıp doğrudan nizamnameyle başlamıştır. İkinci kanunun başında sekiz satırlık “Mübârek Hatt-ı Hümâyûn-ı Şevket-makrûn Sûretidir” ifadesi ile başlayan bir hatt-ı hümayun bulunmaktadır. Bundan sonra “Sûret-i Nizâmnâme-i Müstahsenedir” denilerek nizamname kaydedilmiştir. 4 Eylül 1777 tarihli nizamname, Cevdet Tarihi’nde de zikredilmiş olup burada hatt-ı hümayun, nizamname suretinin sonuna konulmuştur. Bu eserde hatt-ı hümayun “Sûret-i Hatt-ı Hümâyûn” şeklinde, nizamname ise “Sûret-i Nizâmnâme-i Tîmâr ve Ze’âmet” şeklinde başlıklandırılmıştır.[19]
Tımar ve zeamet sistemine dair yapılmış bazı çalışmalarda 4 Eylül 1777 tarihli nizamnamenin içeriğine değinilmiş olmasına rağmen tam metnine rastlanmamıştır.[20] 29 Ocak 1732 tarihli kanuna ise konuya dair literatürde rastlanmamıştır. Devletin kuruluşundan Tanzimat sonrasına kadar varlığını devam ettiren tımar sistemi ile alakalı bu iki kanun/nizamname metinlerinin neşri ile tımar sisteminde görülen aksaklıklar ve alınmaya çalışılan tedbirler daha iyi anlaşılmış olacaktır.
1732 ve 1777 yıllarına ait bu kanun/nizamnamelerden sonra da sistemde görülen aksaklıkları gidermeye yönelik 1206/1791 yılında ve 21 Muharrem 1207/8 Eylül 1792 tarihinde kanunname yayınlanmıştır. Bu kanundan ilki Mustafa Cezar tarafından tam metin olarak[21], 1792 yılına ait olanı ise Nizam-ı Cedîd Kanunları (1791-1800) isimli eserde “Kânun-ı Cedîd” adıyla neşredilmiştir.[22] Her iki kanuna dayalı olarak tımar sistemine dair getirilen yenilikleri Özkaya yazdığı makalede ele almıştır.[23]
1.1. 1732 Yılına Ait Tımar ve Zuama Kanunu’nun Muhtevası
Gurre-i Şaban 1144/29 Ocak 1732 tarihli Tımar ve Zuama Kanunnamesi’nin giriş kısmında, eyalet askerinin neden bozulduğuna temas edilmiş ve eyalet askeri için olmazsa olmaz kanunların neler olduğu belirtilmiştir. Kanunnameye göre eyalet ve livaların zeamet ve tımar sahipleri, devlet kurulduğundan beri daima intizamlı, birlikte hareket eden muktedir askerî birliklerdi. Bu dönemlerde alaybeylik, hak edene verilmekte, zeamet ve tımar tevcihleri alaybeylerince yapılmakta, tımar ve zeamet sahipleri sancaklarında oturmakta ve alaybeylerinin bayrağı altında toplanmakta idiler. Bu üç husus, tımar kanunlarının esasını oluşturmaktaydı. Macaristan seferleri bertaraf edildikten sonra[24] bu üç esasa uyulmadığından eyalet askerinde bozukluklar meydana gelmiştir. Rumeli’deki tımar ve zeamet sahiplerinin bu zamanda Vidin ve Niş kaleleri hizmetine ve İran taraflarına[25] tayin edilmeleri, aynı şekilde Anadolu’daki tımar ve zeamet erbabının uzun süren şark seferlerinde görevlendirilmeleri, evlerinden ve yerlerinden uzak kalmalarına ve dirlikleri hakkıyla zapt edememelerine neden olmuştur. Bu durumda olan eyalet askerleri eski güç ve kuvvetlerini kaybetmişler ve perişan hale gelmişlerdir. Bunun yanında alaybeylikler de uzun zamandır şefaat ve rica ile ehil olmayan kimselere verilir hale gelmiştir. Alaybeyleri “nâ-mevcûd” ve “terk-i hıdmet” bahanesi ile dirlik sahiplerini azletmeyi âdet haline getirmişlerdir. İstanbul’da kadı ve naip arzları ile hariçten kimselere tımar ve zeamet tevcih edilir olmuştur. Ayrıca vezir, mîrimîrân ve ayan adamları da arzuhal ile tımar ve zeamet almaya başlamışlardır. Bu kişiler barış zamanında sancağında, sefer zamanında da alaybeyi bayrağı altında bulunmadıklarından bu mümtaz askerin durumu perişan hale gelmiştir. [26]
Kanunnamede eyalet askerinin içinde bulunduğu durum yukarıdaki şekilde açıklandıktan sonra neler yapılması gerektiği hususu üzerinde durulmuştur. Bu anlamda yukarıda belirtilen üç esas kaidenin işler hale getirilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Artık tımar ve zeametler kadı, naip ve cebelü tahsildârları arzları ile değil, aksine alaybeyleri arzları ile yapılacak, zeamet ve tımar sahipleri sancaklarında oturacak ve kimseye himaye ile tımar ve zeamet verilmeyecektir. Alaybeylikler için Devlet-i Aliyye, vezirler ve valiler tarafından otuz kuruş kalem harcından başka kapı harcı, aidat ve caize alınmayacaktır. Alaybeylik başka sancaktan olanlara, tımar ve zeametle alakası olmayan ayan ve gediklilere değil, her sancağın zaim ve tımar sahipleri arasından vakarlı, askerin işlerini bilen ve yürütebilecek sadık, güvenilir, nüfuzlu, tavırları düzgün, güç, kuvvet sahibi ve gayretli kişilere gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra sancaklıların reyi, oluru ve vezirlerin arzı ile verilecektir.[27]
Tımar ve zeamet sahipleri garazlarına yenik düşerek falanı alaybeyi isteriz, şunu istemeyiz demeyecek ve iki fırkaya ayrılmayacaktır. Cümlesi belirtilen vasıflara sahip kişiyi alaybeyi olarak benimseyecek ve ona itaat edecektir. Eyalet valisi de sancak sahiplerinin seçtiği ve mahzar verdiği alaybeyini İstanbul’a arz edecektir. Alaybeyleri hizmetlerinde kusuru olmadıkça tek bir söze dayanarak, haklarındaki iddialar araştırılmadan ve doğruluğu ortaya konmadan azledilmeyecektir. Ancak kanuna aykırı hareketleri zuhur eden alaybeyleri azledilmekle kalınmayacak başkalarına ibret olması için katledilecektir. Alaybeyleri de hak yolundan ayrılmadan, garaz ve kayırma ile zeamet ve tımar sahiplerini görevlerinden almayacaktır. Alaybeyleri, barış zamanında kânûn-ı kadîm üzere sancakta harbe yarar askerlerden ve ocakzadelerden sancak kaydının onda biri kadar mülazımı seçecek, savaşta ve barışta bulunmak şartıyla bunların eşkalini, isimlerini, şöhretlerini arzda belirtecek, ondan sonra mülâzemet[28] emri verilmesi için arz edecektir. Başka yerde bulunanlara, arzuhal ile talep edenlere, sefil ve reaya taifesinden olanlara mülâzemet verilmeyecektir.[29]
Savaşta mülâzımlar dışında şecaat gösterenler olursa bunlar tardedilip uzaklaştırılmayacak, barış zamanında belirlenen sınıra indirilmek şartıyla bunlara boşalan mülâzemetler için arz yapılacaktır. Alaybeyi arz vermek istediğinde bunu her nahiyenin çeribaşısı, doğru, dindar birkaç dirlik erbabı ile müşavere edecek ve bunların isimlerini arzda belirtecek ve arzlarına tarih koyacaktır.[30]
Kanunda zikredilen bir diğer husus tımar ve zeametlerin intikali ile ilgilidir. Tımar ve zeamet sahiplerinden birisi barışta ya da savaşta vefat ederse bunların sabi ve kılıca kadir üç erkek evladı varsa tımar bunlara müşterek olarak verilecektir. Üçten fazla oğula müşterek verilmeyecektir. Bir oğlu varsa tamamen yaşı belirtilerek ona verilecektir. Tımarın evlat dışında birisine verilmesi yasaktır. Eğer erkek evladı yok ve seferde vefat etmiş ise o seferde yanında mülâzemet ile kardeşi bulunmaz ise başka yerde bulunan kardeşine, kardeşi de yoksa birinci mülâzıma tamamen arz edilecektir. Birinci mülâzım rağbet etmez ise ikinciye, ikinci rağbet etmez ise üçüncüye verilecektir. Acezeye, oturak olana, ırgata, hak etmeyene, reayaya mülâzemet ve tımar verilmeyecektir. Tımar sahibi baba vefat ettiğinde anne karnındaki evlada tımar verilmeyecektir. Ancak merhameten verilmesi söz konusu olabilecektir. Baba vefat ettiğinde oğlu üzerinde bir tımar varsa oğluna verilmeyip mülâzım kardeşine, kardeşi yoksa mülâzıma verilecektir. Baba vefat ettiğinde başka bir yerde bulunan oğluna haber gönderilecek ve gelinceye kadar mahsulüne mevkûfçu müdahale etmeyecektir.[31]
Barış zamanında tımarı hasılatını yiyip sefer zamanında terk-i hidmet edenlerin tımarları ellerinden alınacak ve haklarında ceza tertip edilecektir. Kanunda alaybeylerinin tevcih etmeyip gelirlerini yedikleri sepet tımarlara dair de hükümler vardır. Bu anlamda alaybeylerin mekel/ yemeklik edindikleri sepet tımarları mülâzımlara arz etmesi istenmektedir. Yine tek başına sefere gitmeye gücü olan kılıçlardan ilhak edilmiş ve tashih olunmuş kılıç var ise kılıç olmak üzere mülâzımlardan rağbet edene arz edilecektir. Ancak mutasarrıfların rağbet ettikleri kılıçlar kendilerinde bırakılacaktır. Kılıçların bir araya getirilmesi yasak olup bu husus devamlı şekilde kontrol edilecektir. Bir şekilde kaydına şerh konulup sancağı altında bulunmayanların merkeze bildirilmesi gerekmektedir. Emir verildiğinde sipahilerin yirmi gün içinde silahlarıyla bayrağı altında bulunmaları lazımdır. Sipahilerin zeametlerinin ve tımarlarının bulunduğu sancak dışında oturmaya izinleri yoktur. Tımar ve zeameti bir sancakta, kendisi başka bir sancakta olanlara 1144 senesi şabanı başından (29 Ocak 1732) itibaren iki seneye kadar süre verilmiştir. Bu süre içinde sipahiler ya başka sancaktaki mal ve mülkünü satmalı ya da biriyle tımar ve zeametini değiştirmelidir. Bu değişime alaybeyleri izin vereceklerdir.[32]
Kanunda dirlik sahiplerinin sancaklarında oturmalarının memleketin imarına ve reayayı korumaya faydalı olacağı belirtilmiş ve sancağında oturmayanların gizlenip saklanmaması istenmiştir.
İlhak edilmiş ve hisse itibariyle tımar olmak üzere tashih edilmiş kılıçlar ayrılarak 1130/1717- 1718 yılından beri ayrılmış olanları mülâzımlara verilmelidir. 1130/1717-1718 yılından önce ilhak ve tashih edilmiş kılıçlar ayrılmayacaktır. Şayet bir gediklinin 1130/1717-1718 yılından beri ilhak edilen kılıcı tashih edilmiş ve ayrılmış ise 1130/1717-1718 yılından önceki tarihe itibar edilip gedikliye verilecektir. Kırım Hanları için defterli tımar ve zeamet sınırı eskiden olduğu gibi otuz kayıt olarak tashih edilmiş olduğundan bundan fazlasına izin verilmemeli ve şayet otuzdan fazla ise bunların kaydı silinmelidir. Vezir kethüdaları, divan katipleri ve hazinedarlar üzerinde tımar ve zeamet bulunur ise belirtilen üç gedikte olanlar defterli olmalı ve fazla olmamalıdır. Kayıtları şerhli olanların şerhleri de kaldırılmalıdır. Bundan sonra hacca veya önemli bir iş için başka yere gidenler dışında kimseye şerh verilmemelidir.
Dirlik sahipleri arasında rızaya dayalı olarak tımar ve zeametten el çekmek caizdir. Bu el çekme, ancak evlat, akraba ve mülâzım lehine olabilir. Tımarından el çekenlere tekrar dirlik verilmeyecektir. Zeamet ve tımar sahibi yaralı, yaşlı ve iş göremez olduğu iyice anlaşılmadıkça tekaüt edilmeyecektir. Şartlara aykırı tekaüt talep eden ile bunu arz eden alaybeyine ceza tertip edilecek ve tımar, bunu haber verene verilecektir. Savaşmaya gücü varken emekli olanlar mevcut ise bunların eşkinci olması için arz yapılacaktır. Emekli olanlar vefat ettiğinde erkek evladı varsa müştereken, bir oğlu varsa tamamen arz edilecek, evladı yok ise kardeşine değil, birinci mülâzıma verilecektir.
Alaybeyleri masraflarına karşılık olmak üzere fevt, azil, mübadele ve kasr-ı yed sebebiyle mülâzemet arzından başka her ne arz ederlerse tımar hasılatının öşrü kadar arz akçesi alabileceklerdir. Humbaracı ve lağımcı zeamet ve tımarları eski miktarına indirilecektir. Zeamet ve tımar sahibi kendi işleri için İstanbul’a ya da başka bir yere gitmek istediğinde alaybeyi iznini gösteren arz almadıkça gidemeyecek ve alaybeyleri bunun karşılığında para talep etmeyeceklerdir. Alaybeyleri tarihsiz arz vermeyecekler, şayet veren olur ise cezalandırılacaktır.[33]
Dergâh-ı Muallâ müteferrika ve çavuş gediklerinin ikişer yüzden dört yüz kaydı bulunacaktır. Müteferrika ve çavuş gediklilerinden biri seferde ya da barışta vefat ederse gediği başkasına verilmeyecektir. Şayet erkek evladı var ise zeamet büyük oğluna verilecektir. Gediği olmayan diğer oğlanların hisseleri farklı sancaklarda bulunur ise bunları ayırmak caiz olmayıp diledikleri sancaktan birinde oturmaları istenecektir. Eğer gediksiz oğullar sancakta ikamete rağbet etmezler ise o zaman hisseleri gedikli müşterek kardeşine verilecektir. Müşterek kardeşlerden biri çocuksuz olarak vefat ederse hissesi başkasına değil, müşterek kardeşine verilecektir. Şayet vefat eden gediklinin bir oğlu varsa ve gedik şartlarına uygun ise gediği ve zeameti tamamen ona verilecek ve ayrılmayacaktır. Şayet çocuk ise cebelü verecek ve genç olduğunda sancağına gidip oturacaktır. Vefat eden gediklinin evladı yok ise zeameti kime ferman buyurulur ise ona verilecektir.
Divan-ı Hümayun kâtip gediklilerine elli kitâbet, yirmi şakirtlik gediği ve otuz mülâzemet; defterhane kâtipleri için on beş kitâbet, on beş şakirtlik gediği ve yirmi mülâzemet verilecektir. Buna göre divan kitâbetine yetmiş gedik, otuz mülâzemet; defterhane kitâbetine otuz gedik ve yirmi mülâzemet tayin edilmiştir. Kâtiplerden biri vefat ettiğinde birkaç oğlu var ve hepsi kitâbete muktedir ise babaları zeameti müştereken ve gediği müstahak büyük oğluna verilecek ve gediksiz oğula gedik tedarik edinceye kadar kaleme mülâzemet etmek şartı ile sancakta oturmak teklif edilmeyecektir. Kâtibin erkek evladı çocuk ise cebelü verecek, şayet erkek evladı yok ise hariçten birisine verilmeyip talip olan mülâzıma verilecektir. Kısaca kâtip zeamet ve tımarları başkasına verilmeyip kâtipzâdelere, bilgisi olan mülâzımlara ve ruuslu şakirtlere verilecektir. Kâtiplerin tevcihi reisülküttap ve defter emini arzlarına bağlıdır.[34]
Bu tımar ve zeamet kanunu eyalet ve livalarda bulunan tımar ve zeametler ile gedikliler hakkında olup sureti Divan-ı Hümayun ve Defterhane-i Âmire defterlerine yazılacak ve düstur olarak benimsenecektir. Daha önce yapılan tevcihler feshedilmeyecek ve değiştirilmeyecek, 29 Ocak 1732 tarihinden itibaren alaybeylerinden gelen arzların defterhane katiplerince kanunname nizamına uyup uymadığı kontrol edilecektir. Kâtipler belirlenen şartlara aykırı durumun varlığını fark ederlerse bunu defter eminine, o reisülküttaba, o da sadrazama arz edecektir. Bu şekilde hatalı arz yapan alaybeyine ise ceza verilecektir.
Kanun metninin sonlarına doğru bu kanunun yapılma amacının devletin ve ordunun güç kazanmasını sağlamak olduğu, devlet görevlilerinin bu hususta gerekli gayreti göstermesi ve hilafına hareket etmemeleri gerektiği belirtilmiştir. Kanunda ayrıca bu kanunun bir suretinin çıkarılarak reisülküttap ve defter emini tarafından mühürlendikten sonra alaybeylerine gönderilmesi ve bunun seleften halefe teslim edilerek muhafaza edilmesi gerektiği belirtilmiş, kazaen sureti kaybolur ise Divan-ı Hümayun Kalemi’nde kayıtlı suretine göre tekrar çıkartılması istenmiştir Gurre-i Şaban Sene 1144/29 Ocak 1732.[35]
1.2. 1777 Yılına Ait Tımar ve Zeamet Nizamnamesi’nin Muhtevası
Nizam defterindeki Gurre-i Şaban 1191/4 Eylül 1777 tarihli bu nizamnameye ait bir hatt-ı hümayun sureti bulunmaktadır. Hatt-ı hümayunda, yapılan bu düzenlemenin Allah’ın yardımı ile dine ve devlete hayırlı olacağı, kanunun ihtiva ettiği şartların düstur olarak benimsenmesi ve bunlara devlet adamlarınca uyulması gerektiği belirtildikten sonra bu nizama aykırı hareket edenlerin başlarının kesilmesi emredilmiştir. Devlet adamlarından biri bu nizamı kaldırmak ve feshetmek isterse Divan Kalemi kâtiplerince bunun nizama aykırı olduğu reisülküttaba bildirilecek, o da bunu sadrazama bizzat kendisi anlatacak ve duruma nezaret edecektir. Hatır ve gönül gözetilerek bu nizamın feshine kim cesaret ederse devlete ve dine hıyanet etmiş sayılacaktır. Hattın sonunda bu işlere cesaret edenlerin Allah’ın ve Resul’ünün lanetine mazhar olmaları ve yüzlerinin kara olması için beddua edilmiştir.
Nizamnamenin giriş kısmında 1144/1732 yılına ait kanunnamede olduğu gibi eyalet askerinin her bakımdan mutena ve itibara şayan bir asker olduğu belirtildikten sonra alaybeyliğin hak edenlere ait olduğu, tımar ve zeamet tevcihinin alaybeylerine ait bulunduğu, dirlik sahiplerinin sancaklarında ve alaybeyleri bayrağı altında bulunmasının esas olduğu tekrarlanmıştır. Yine aynı şekilde tımar sahiplerinin neden güç ve kuvvet kaybettikleri belirtilmiştir. Bunun sebebinin ehil olmayanlara rica ve şefaat ile alaybeylik verilmesi olduğu belirtilmiştir. Alaybeyleri de çeşitli bahaneler ve gerçek olmayan durumlar izhar ederek ve bunu âdet edinerek bazı tımarları dirlik sahiplerinin üzerlerinden almış, bazılarını üzerlerinde bırakmıştır. Alaybeyleri dışında kadı ve naip arzları ile ocak harici hademe ve kişilere tımar tevcih edilir olmuştur. Dirlik sahiplerinin barış zamanında sancağında ve savaş zamanında alaybeyi bayrağı altında bulunmaması devletin bu seçkin askeri birliğinin bozulmasına neden olmuştur. Bunun önlenmesi için her tımar sahibi bizzat sancağında oturmalı ve devlet ricali buna ihtimam göstermelidir. Valiler, alaybeyi arzı için hiçbir akça almamalı, sancaklının mahzar verdiği ve nitelikleri nizamnamede belirtilen kişiler için arz vermelidir. Kusuru olmayan alaybeyleri görevlerinden alınmamalıdır.[36]
Alaybeyleri garazla kendilerine Allah’ın emaneti olan tevcihat hususunda haktan ayrılmamalıdır. Alaybeyleri 1144/1732 yılında yapılan düzenlemede belirtildiği gibi her sancağın kaydının onda biri kadar hak edenleri ve sancağında oturanları mülâzım olarak arz etmelidir. Sancağında bulunmayan mülâzıma mahlulden tımar verilmeyecektir. Nizamnamede alaybeyinin arz verirken kimlerle istişare edeceği ve nelere dikkat edeceği belirtilmiştir. Nizamnamede tımarın evlatlara, kardeşlere ve mülazımlara nasıl intikal edeceği hakkında da bilgiler bulunmaktadır.
1144/1732 yılına ait kanunnamede sepet tımarlara dair bilgi verilmiş iken 1191/1777 yılına ait nizamnamede de bu hususta bilgi bulunmaktadır. Buna göre 1777 yılına kadar göz yumma ile bazı kimselerin yemeklik edindikleri sepet tımarlar gizlenmeyerek mülâzımlardan rağbet edenlere arz edilecektir. 1191 senesi Şabanı/4 Eylül 1777 başından sonra tevcih edilecek dirliklerde zeamet ve tımar sahibi sancağında oturmaz ise dirlikleri mülâzımlara verilecektir.
Nizamnamede askeri muharebeye teşvik için zeamet ve tımarlara ilhaka izin verildiği belirtilmektedir. Bu anlamda savaşta kelle ve dil (konuşacak esir) getirenlere bin akçeden altı bin akçeye kadar terakki emri verilecektir. 1191/1777 yılına ait nizamnamede de kimlere kasr-ı yed yapılacağına, kimlerin tekaüt edileceğine ve haksız olarak tekaüt edilenler için yapılacak işlemlere değinilmiştir.[37]
1144/1732 yılına ait kanunnamede belirtilen humbaracı ve lağımcı tımar ve zeametlerine dair 1191/1777 yılına ait kanunnamede bilgi bulunmamaktadır. Alaybeyleri yaptıkları işlemler için dirlik sahiplerinden tımar ve zeamet gelirinin onda biri kadar akça alacaklardır. 1144/1732 yılına ait kanunnamede tımar ve zeamet sahiplerinin sancaklardan bir iş için ayrıldıklarında alaybeyine para ödeyip ödemeyeceklerine dair bilgi verilmemiş iken 1191/1777 yılında yapılan düzenlemede alaybeylerin bu işlem için para almayacakları belirtilmiştir.
Dergâh-ı Âli müteferrika ve çavuş gedikli sayısı nizamnamede ikişer yüzden dört yüz olarak belirlenmiştir. 1191/1777 yılına ait nizamnamede de çavuş ve müteferrika dirliklerinin oğullara, kardeşlere ve mülâzımlara nasıl intikal edeceği, dirlik sahibinin çocukları sabi ise yapılması gerekenler hakkında bilgi verilmiştir.
1144/1732 yılında yapılan düzenlemede Divan-ı Hümayun kâtip gediklilerine elli kitâbet, yirmi şakirtlik gediği ve otuz mülâzemet; defterhane kâtipleri için on beş kitâbet, on beş şakirtlik gediği ve yirmi mülâzemet verileceği belirtilmişken 1191/1777 yılında yapılan düzenlemede kitâbet ve şakirtlik sayısı aynı tutulmuş, divan mülâzemeti için kırk, defterhane mülâzemeti için otuz gedik tahsis edilmiştir. Bu kâtiplerin sahip oldukları tımarların evlatlarına nasıl intikal edeceği belirtilmiş, ancak bunların sancakta oturma şartının bulunmadığı ve arzlarının reisülküttap ile defter eminlerine ait olduğu belirtilmiştir.
Nizamnamede belirtilen hususlar ve şartlar düstur edinilecek, bundan önce yapılmış olan tevcihler feshedilmeyecek, değiştirilmeyecek ve bu düzenleme 1191/1777 yılından itibaren yürürlüğe girecektir.
2. 1732 ve 1777 Yıllarına Ait Tımar ve Zuama Kanunnamesinde/Nizamnamesinde Temas Edilmeyip 1791 ve 1792 Yıllarına Ait Kanunnamelerde Zikredilen Hususlar
Tımar ve zeamete dair ele aldığımız 1732 yılı kanunnamesi ve 1777 yılı nizamnamesi dışında 1791 ve 1792 yıllarında iki kanunname çıkarılmıştır. Dört farklı tarihte tımar ve zeamete dair kanunname/nizamname çıkarılmış ise de bunların içerikleri birbirlerine yakındır. Burada 1732 kanunnamesinde ve 1777 yılı nizamnamesinde zikredilmeyen 1791 ve 1792 yıllarına ait kanunlarla getirilen hükümlere yer verilmiştir. Bunlardan bir kısmı 1732 ve 1777 tarihli düzenlemelerde hiç zikredilmeyen, bir kısmı da zikredilmiş olmakla birlikte genişletilmiş olan hususlara dairdir.
1792 yılına ait düzenleme “Kânûn-ı Cedîd” olarak isimlendirilmiş olup bu kanunda harçlıkçılara dair bilgiler verilmiştir. Bu anlamda kışlağa tayin edilen eyalet askeri içinden her on neferden birinin harçlıkçı olarak seçilip vilayetlerine gönderilmesinin eski bir kanun olduğu belirtilmiştir. Bundan sonra kanunda belirtilenden fazla bir kişiye bile harçlıkçı adı altında izin verilmeyecektir. Harçlıkçıların bulundukları yerden rûz-ı kâsım (9 Kasım) girmedikçe dönüşlerine izin verilmeyecek, rûz-ı kâsımda vilayetlerine giden harçlıkçılar da rûz-ı hızırda (6 Mayıs) yine alaybeyi bayrağı altında bulunacaklardı.[38]
Kânûn-ı Cedîd’te eyalet askerinin eskiden beri gördükleri hizmetlerin neler olduğu hakkında bilgi verilmiştir. Eyalet askerinin savaşlarda gösterdiği yiğitlikle devletin yüzünü güldürdüğü, bunun yanında metris kazmak, metrise girmek, tabya yapmak, sepet örmek, toprak taşımak, hendek temizlemek ve top nakletmek gibi işlerde istihdam edildiği belirtilmiştir. Bu işleri yapmanın onların kânûn-ı kadîmi olduğu belirtilmiştir. Belirtilen hizmetleri yerine getirmede bundan sonra da can ve başla çalışmaları istenmiştir.[39] Kânûn-ı Cedîd’te zikredilen işleri tımar ve zeamet askerinin yapıyor olması onların savaşçı birlik olma özelliklerini kaybettiklerini ortaya koymaktadır.
Dirlik sahiplerinin vazife göremez hale gelmesinde onların gelirlerinin hayli azalmış olmasının büyük etkisi vardı. Bu hususta bir ıslahat ve yenileme yapılmasına ihtiyaç vardı. 1792 yılına ait Kânûn-ı Cedîd’te belirtildiğine göre bazı tımarların hasılatı yetmiş, seksen, yüz kuruş, hatta daha da azdır. Bu durumda olan tımar sahiplerinin sefere katılabilmesi için gelirlerinin artırılmasına ihtiyaç vardı. Bu artışın yapılabilmesi için yıllık hasılatı yarım keseden[40] az olan tımarlar mahlul olduğunda yıllık hasılatı yarım keseden az olan müşterek ve icmalli tımara ilhak edilecekti. Yarım keseden fazla geliri olan tımarın yarım keseden fazla geliri olanla birleştirilmesine ise izin verilmeyecekti. Bu düzenlemeden maksat yıllık geliri beş yüz kuruştan az olanları beş yüz kuruşa tamamlamaktı. Kılıçların birleştirilmesi caiz olmamakla birlikte yarım keseden az olan tımarlarda birleştirmeye izin verilecekti. Yarım keseden az geliri olan tımar kasr-ı yed edilecekse bu tımar başkasına değil, geliri yarım keseden az olan müştereğe arz edilecekti.[41]
Alaybeyi masrafına medar olmak üzere fevt, azil ve kasr-ı yed gibi sebeplerle mülâzemet arzından tımar hasılatının beşte biri kadar arz akçesi alınabilecekti. Bu miktar 1732 ve 1777 yıllarına ait düzenlemelerde onda bir olarak belirlenmiştir. 1777 yılına ait nizamnamede hacca giden tımar sahiplerinden başkasına şerh verilmeyeceği ifade edilmişken 1792 yılına ait kanunda verilen şerhin bir yıllık olacağı ve sefer vaktinde hac için şerh verilmeyeceği belirtilmiştir.[42]
Divan-ı Hümayun ve Defterhane kâtipleri için belirlenen gedik sayısı 1777 yılına ait nizamnamede ve 1792 yılına ait kanunda aynıdır. Buna göre her iki tarihte Divan-ı Hümayun kâtipleri için elli kitâbet, yirmi şakirtlik, kırk mülâzemet; Defterhane kâtipleri için on beş kitâbet, on beş şakirtlik ve otuz mülâzemet gediği tahsis edilmiştir. Kânûn-ı Cedîd’e göre divan kalemlerinin yüz on ve defterhane kalemlerinin altmış adet gedik ve mülâzımı olacaktı.[43] 1732 yılına ait kanunnamede humbaracı ve lağımcı tımarlarının eski miktarına indirileceği belirtilmiş iken 1777, 1791 ve 1792 yıllarına ait kanunlarda bu konuya dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Zeamet sahibi müteferrika ve çavuş sayısı 1732, 1777, 1791 ve 1792 yıllarına ait tımar ve zeamet kanun ve nizamnamelerinde ikişer yüzden dört yüz olarak belirlenmiştir. Zeamete sahip müteferrika sayısı 1644’te 234, 1651’de 412, 1657’de 434, 1694-1695 yılında 155 kişi idi. 1713 yılında III. Ahmed’in emri ile müteferrika sayısı iki yüz olarak belirlenmiştir.[44] Yeni tımar kanunlarında da bu sayıya riayet edildiği görülmektedir.
Sonuç
Osmanlı öncesi Türk-İslam Devletleri’nde farklı isimlerle mevcut olan tımar sistemini Osmanlılar daha da geliştirmişler ve bu sisteme dair kanunlar çıkarmışlardır. Devletin askerî, iktisadî ve idarî hayatına doğrudan etki eden bu sistem sayesinde devlet askerî alanda başarılar kazanmış ve iktisadî anlamda güçlü olmuştur. Ne var ki bu sistem, 17. yüzyıl başlarından itibaren çok farklı sebeplerle bozulmaya ve eski işlevini yitirmeye başlamıştır. Sistemdeki bozulmanın nedenlerine ve nasıl düzeltilmesi gerektiğine dair 16. yüzyıl son çeyreğinden başlayarak 17. yüzyıl ortalarına kadar bürokratlar ve devlet adamlarınca risaleler ve kitaplar yazılmıştır.
Osmanlı ordusu, hükümet merkezindeki ücretli kapıkulu askerlerinden, tabi devletlerin gönderdikleri askerlerden ve eyalet askerlerinden oluşuyordu. Eyalet askeri tımar sisteminin uygulandığı yerlerden temin ediliyordu. Mükemmel eyalet askerinin oluşturulması için sistemin bileşenleri olan valilerin/vezirlerin, sancakbeylerinin, alaybeylerinin, çeribaşıların ve tımarlı sipahilerin uyumlu çalışması ve kanunlara uygun olarak hareket etmesi gerekiyordu.
Gerek 17. yüzyıl ortalarında yazılan eserlerde gerekse 18. yüzyıl içerisinde çıkarılan kanun ve nizamnamelerde sistemdeki bozulmanın sebeplerine ve ıslahına dair hususlara temas edilmiştir.18. yüzyılda sistemle ilgili olarak 1732’de bir kanunname, 1777’de bir nizamname, 1791’de kanunname ve 1792’de Kânun-ı Cedîd yayınlanmıştır. Bu kanun ve nizamnamelerde üzerinde durulan en önemli husus eyalet askerinin kendisinden beklenen yararı sağlamadığı, eskiden muharip bir sınıf olan eyalet askerinin siper kazmak, tabya yapmak, sepet örmek gibi geri hizmetlerde kullanılmaya başlandığını göstermektedir.
Kanunlarda ve nizamnamelerde alaybeylerinin ehil kişilerden atanması, tımarların vazife görecek kişilere verilmesi ve tımarlı sipahinin barış zamanında toprağında, savaş zamanında ise bayrağı altında bulunması gerektiği vurgulanmış ve bu üç hususun sistemin ana esası olduğu belirtilmiştir.
Tımar ve zeamet ile ilgili dört düzenleme yapılmış olmasına rağmen bunların içerik olarak birbirine çok benzediği görülmektedir. 1732 tarihli kanunda humbaracı ve lağımcı tımarlarına temas edilmişken diğer düzenlemelerde bu hususta bilgi yoktur. Yine 1792 tarihli Kânûn-ı Cedîd’te harçlıkçılara değinilmiş, hasılatı yarım keseden az olan kılıçların birleştirilmesine izin verileceği belirtilmiştir. Yine aynı yıla ait düzenlemede hac için bir yıllığına izin verileceği ve bu iznin sefer zamanlarında söz konusu olmayacağı ifade edilmiştir.
1732 ve 1777 yıllarına ait kanun ve nizamnamelerde azil, fevt ve kasr-ı yed gibi sebeplerle alaybeylerinin yapacakları mülâzemet arzları için tımar hasılatının onda biri kadar harç alabilecekleri belirtilmiş, 1792 yılına ait kanunda bu oran beşte bir olarak belirlenmiştir. 18. yüzyılda çıkarılan kanunlarda tımarların intikal ve ferağ şartlarına temas edilmiş, tımarın kime nasıl geçeceği belirlenmiştir. Bunun yanında divan katipleriyle müteferrika ve çavuşların sahip olabilecekleri zeametlerin sayısı ve bunların mirasçılara nasıl geçeceği hususu ele alınmıştır.
1732 yılında bir adet ve 1777-1792 yıllarındaki on beş yıllık sürede üç adet tımar ve zeamete dair kanun ve nizamname çıkarılması halen elinde zeamet ve tımar bulunan kişilerin bulunduğunu, devletin ellerinde tımar arazisi bulunan sipahilerden istifade etmeye çalıştığını göstermektedir. Yapılan bu düzenlemelere rağmen Nizam-ı Cedîd Ordusu’nun kurulması ve buna bağlı olarak İrâd-ı Cedîd Hazînesi’nin oluşturulmasından sonra pek çok tımar ve zeamet arazisinin bu hazineye bağlanması sonucu tımar ve zeametlerin mukataalaşma süreci hızlanmış ve tımar arazilerinin gelirleri mültezimler eliyle toplanmaya başlanmıştır.
EKLER
Ek I: Gurre-i Şaban 1144/29 Ocak 1732 Tarihli Tımar ve Zuama Kanunnamesinin Transkripsiyonu[45]
[4][46] Devlet-i Aliyye-i ebediyü’l-istimrârın cünûd-ı gayret-şiʿâr ve cüyûş-ı hamiyyet-gerdândan sefer ve serhadlerde meʾmûr oldukları muhâfazalarda öteden berü küllî hıdmetleri ve gayret ve bahâdırlıkları zâhir ü bedîdâr ve akvâ-yı asâkir-i kesîrü’l-iktidârdan olan eyâlât ve elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı her vechle müsellem ve muʿtenâ ve her hâlde iʿtidâd ve iʿtibâra şâyeste vü sezâ olmalarından nâşî ibtidâ-yı Devlet-i Aliyyemde zeʿâmet ve tîmâr vazʿ olunduğu zamânlarda dâʾimâ muntazam ve müctemiʿ ve muktedir bulunmaları mülâhazasıyla alaybeğilik erbâb-ı istihkâka merbût ve zeʿâmet ve tîmâr tevcîhâtı alaybeğilerin arzlarına münhasır ve menût ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr bi’n-nefs sancağında sâkin ve alaybeğisi bayrağı altında mevcûd bulunmak üzere meşrût kılınub bu hâlât-ı selâse nizâm ü kânûnlarının esâs-ı küllîsi olub aleʿd-devâm şerâʾitine ihtimâm rütbe-i vücûbda olan mehâmından iken Engürüs seferleri ber-tarâf oldukdan sonra esâs-ı küllîsi olan ahvâl-i selâseye riʿâyet bulunmadığından ihtilâl-i küllî târî olub ve vilâyet-i Rumilinin eyâlât ve elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı bu vakte gelince Vidin ve Niş kalʿaları ebniyesi hıdmetlerine ve İran taraflarına taʿyîn olunmaları kezâlik vilâyet-i Anadoluda olan eyâlât ve elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı müddet-i medîdeden berü mümted ü mütemâdî olan Şark seferlerine meʾmûr kılınmaları takrîbiyle evlerinden ve yerlerinden firâr ve zeʿâmet ve tîmârların kendüleri zabt ve tasarruf ve umûrların gereği gibi rûʾyet mümkin olmamak hasebiyle kesb-i servet ü yesâr ve iktisâb-ı kuvvet ü iktidâr idemediklerinden ahvâlleri ziyâde mükedder ve perîşân olduğundan gayri alaybeğiler dahi müddet-i vâfireden berü nâ-ehl kimesnelere meʾkel ve vâlîlere celb-i nefʿ olmağla himâyet ve şefâʿat ü ricâ ve kuvvet-i mâliye ve irtişâ ile edânî ve esâfil nizâma riʿâyet itmez baʿzı kimesnelere virilüb ve her iki üç ayda bir ancak cerr-i menfaʿat içün bilâ-sebeb azl ü tebdîl olduklarından ol makûle eclâfdan olub devâm u sebâtlarından meʾmûnü’l-gâʾile olmayan alaybeğiler dahi sancağı halkının zeʿâmet ve tîmârların nâ-mevcûd ve terk-i hıdmet ve sâʾir bahâne ile gayr-i vâkiʿ ve mezâmîni kâzib arzlar ile refʿ ü ibkâ itdirmeği âdet-i müstemirre eylediklerinden ve Âsitâne-i Saʿâdete dahi arzıhâl ile kuzât ve nüvvâb arzlarıyla zeʿâmet ve tîmâr tevcîh olunageldüğünden ve vüzerâ ve mîr-i mîrân ve aʿyân ve ricâl-i devlet etbâʿîlerinden baʿzıları arzıhâl ile zeʿâmet ve tîmâr alub vakt-i hazarda sancağında sâkin olmayub ve vakt-i seferde alaybeğisi bayrağı altında mevcûd bulunmadıklarından devlet-i ebed-müddet-i Osmâniyenin böyle mümtâz ve muʿtenâ askeri muhtellü’l-ahvâl ve müşrif derece izmihlâl olduğu vâsıl-ı sâmiʿa-ı hümâyûn ve zümre-i mezbûreye [5] bu vechle zaʿaf ve vehn tatarrukundan nizâmları bozulmasının zarar u hasârâtı mutlakâ dîn ü devlete râciʿ bir keyfiyet-i reddiyye olduğu muhât-ı ilm-i sevâb-nümûnum olmağla imdi alaybeğilerin nizâm ve intizâmları ve zeʿâmet ve tîmâr katʿan arzıhâl ile ve kuzât ve nüvvâb ve cebelü tahsîldârı arzlarıyla tevcîh olunmayub alaybeği arzına münhasır olmak husûsu ve her kim olur ise olsun nefs-i vâhide himâyet olunmayub zeʿâmet ve tîmâr mutasarrıfları bi’n-nefs sancağında sâkin olmaları ahvâli ki bu üç madde esâs-ı nizâm kılınub bu sûret-i merğûbe-i müstahseneye ifrâğ olunmak aksâ-yı murâd-ı hüsrevânem ve gâyet-i mâfî’l-fuʾâd-ı hidîvânem olduğundan gayrı bu nizâm bi-tevfîki’l-lâhî teʿâlâ mukaddime-i galebe ve nusret ve esbâb-ı fevz ü kudret olub lâkin bu emr-i mühimm ve cemîlin husûlü mücerred vükelâ-yı Devlet-i Aliyyemin mezîd-i ihtimâm u dikkat birle hareketlerine ale’l-husûs ecmel ve ekmel-i ahvâl olan perhîz-i iffetde tesebbüt ile menşe-i mekkâre vü mefâsid olan hırs ve tamaʿ vahîmetü’l-âkıbetden mücânebetlerine mevkûf bir maʿnâ olmağla vülât ve vükelâ ve alaybeğiler ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr ve sığâr u kibâr tebdîl ü tağyîrlerine bir dürlü ruhsat ü müsâʿade göstermeyüb ale’l-ittifâk hıfz u himâyet ve tenfîz-i vikâyet itmek şartıyla bu vechle şurût-ı müʾekkede beyânına şurûʿ olunur ki fîmâ-baʿd alaybeğilikler içün Devlet-i Aliyye tarafından kapu harcı ve avâʿid ve câʾize ve vâlî-i vilâyetler ve maʿiyyetlerine meʾmûr olundukları vüzerâ-yı izâm câniblerinden avâʿid ve fevâʿid nâmıyla fakat otuzar guruş kalem harcından gayrı kimesneden bir akçe ve bir habbe alınmamak şartıyla alaybeğilik âher sancakdan ve zeʿâmet ve tîmârda medhali olmayan aʿyândan ve gedüklüden alaybeği olmayub her sancağın zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârından hıdmetkâr ve vakâr sâhibi aʿmâl-i neferâta ve tesviye ve umûr-ı temşiyyete kâdir sadâkatkâr ve muʿtemed ve müstakîmü’l-etvâr ve sâhib-i nüfûz ve kaviyyü’l-iktidâr olub zümresinin müstahık ve gayret-şiʿârı ve bi’l-ittifâk müstesvib u muhtârı olan ehl-i hakk ve alaybeğiliğe her vechle ehakk u elyak her kim ise gereği gibi tefahhus ve ziyâde taharrî ve tecessüs olunarak sancaklusunun bi’l-ittifâk reʾy ve istisvâbları ve taleb ve istihsânları ve cümlenin garazından ârî ihbârlarıyla ol makûle kimesneler eyâlet vâlîlerinin veyâhûd bi-hasebi’l-iktizâ maʿiyyetlerine meʾmûr bulundukları vüzerâ-yı izâmımın arzları ve sancaklusunun dahi bi’l-ittifâk mahzar-ı sadâkat-eserleriyle alaybeği nasb oluna. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr dahi garazlarına tebeʿiyyet ile filânı alaybeği isteriz dimeyüb ve iki fırka olmayub cümlesi birden zikr olunan evsâf ile alaybeğiliğe müstehak olan kimesneyi ihtiyâr ve kemâl mertebe itâʿat ü inkıyâd ideler. Ve vâlî-i vilâyet dahi bir tarafa himâyet itmeyüb sancaklusunun muhtârı olub mahzar virdikleri kimesneye arz vire. Ve alaybeğilerin hıdmet-i lâzimesinde kusûr u tekâsülü ve tevcîhât maddesinde gadr ü himâye gibi sû-i hareket irtikâbı zuhûr itmedikce bu misüllü keyfiyyâtda dahî kavl-i vâhide amel olunmayub istiknâh-ı hâle tekayyüd birle gereği gibi resîde-i rütbe-i sıhhat ve yakîn olmadıkca azl olunmaya. Ve bu makûle harekât-ı gayr-ı marziyyesi zuhûrunda yalnız ‘azli ile iktifâ olunmayub ibreten liʿs-sâʾirîn katl ile mücâzât olacakları her birine tefhîm oluna. Ve alaybeğiler dahi gayz u garaz ve nefʿ ü ivaz içün kendülere vedîʿatu’l-lâh olan tevcîhât husûsunda câdde-i hakdan udûl u inhirâf ve tarîka-i istikâmetden nükûl ü inhirâf ile nâ-hak yere baʿzı kimesnelere gadr ve baʿzılarına himâye vechi üzere zeʿâmet ve tîmâr refʿ ü ibkâsını mutazammın hilâf-ı vâkiʿ arzlar virmeyeler. Ve vakt-i hazarda kânûn-ı kadîm üzere cenk ü harbe yarar askeri ve ocakzâdelerden her sancağın kaydının öşrü mikdârı mülâzımlar intihâb ve sefer ü hazarda sancağıyla bulunmak şartıyla eşkâllerini ve isim ü resim ve şöhretlerini arzında tahrîr ü beyân iderek yedlerine mülâzemet emr-i şerîfi virilmek içün arz eyleyeler. Ve âher mahallerde sâkin olanlara ve arzıhâl ile taleb idenlere ve esâfil ve reʿâyâ makûlesinden olanlara mülâzemet virilmeye. Ve mülâzemet hükmü virildikden sonra âher mahalde sâkin olub zeʿâmet ve tîmâr mahlûl düşdükde ben mülâzım-ı evvelim deyû taleb ü iddiʿâ ider ise ol makûle [6] bayrağı altında hıdmetde bulunmayan ve sancağında sâkin olmayan mülâzımlara zeʿâmet ve tîmâr virilmeye. Ve kavl-i mücerredleriyle iddiʿâları ısgâ olunmaya. Ve hemân mülâzım olanlar âher sancakda sâkin olub bayrağı altında mevcûd bulunmaz ise yedinden mülâzemet emri alınub âhere arz oluna. Ve seferde mülâzımlardan gayrı hâricden bir kimesnenin yararlığı zâhir oldukda ol makûle şücʿân tard ve ibʿâd olunmayub vakt-i hazarda mülâzimîn mahlûlâtından hadd-i muʿayyene tenzîl olunmak şartıyla yine eşkâl ve ism ü resm ve şehrini derc iderek mülâzemet arzı virile. Ve mülâzimînden birine bast olunan kânûn üzere zeʿâmet ve tîmâr arz olunmak iktizâ eyledikde yedinde olan mülâzemet emri alaybeği arzı ile maʿan gelüb kaleminde battâl olunmak üzere hıfz oluna. Ve alaybeğiler her ne makûle arz virmek iktizâ ider ise her bir nâhiyenin çeribaşıları ve müstakîm ve dîndâr birkaç nefer zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârıyla müzâkere vü müşâvere itmedikçe arz virmeyeler. Ve kimler ile müşâvere ve müzâkere iderler ise derûn-ı arzda ism ve resimleriyle zeʿâmetinin başkalemini tahrîr ve tasrîh eyleyeler. Ve zeʿâmet ve tîmâr mutasarrıfının birisi gerek seferde ve gerek hazarda fevt olub gerek kılıca kâdir ve gerek sabî evlâd-ı zükûru var ise kebîrleri olan üç nefer oğulları rağbet iderler ise iştirâken virile. Ücden ziyâde müşterek virilmeye. Ve bir oğlu var ise tamâmen sinni tasrîhiyle arz oluna. Kânûnî evlâdına (evlâdından) maʿadâsı âher kimesneye virilmek katʿan câʾiz olmayub evlâda münhasır olmak kânûn-ı kavî ola. Ve eğer evlâd-ı zükûru olmayub seferde fevt olmuş ise ve ol seferde yanında mülâzemet ile mevcûd karındâşı bulunmaz ise âher mahalde bulunan karındâşına ve karındâşı yoğise mülâzım-ı evveline tamâmen arz ideler. Mülâzım-ı evvel rağbet itmez ise sânîye ve sânî rağbet itmez ise sâlise bu siyâk üzere virile. Aceze ve mesâkîn ve ırgad ve nâ-müstehakkîn ve reʿâyâ ve etbâ vü levâhık makûlesinden olanlara zinhâr mugâyir-i kânûn mülâzemet ve zeʿâmet ve tîmâr arz eylemeyeler. Ve babası fevt olduğu vakitde vâlidesi karnında bulunan evlâda zeʿâmet ve tîmârdan hisse olmaya. Meğer merhameten virile. Ve babası fevtinde oğlu üzerinde âher dirlik bulunur ise dirliği olan oğluna virilmeyüb karındâşına ve karındâşı yoğise mülâzımına virile. Ve babası fevtinde diyâr-ı âherde bulunan oğluna haber gönderilüb gelinceye dek teʾhîr ve geldikde arz oluna. Ve gelinceye dek mahsûlüne mevkûfçu taʿarruz itmeye. Ve eyyâm-ı hazarda mahsûlünü yiyüb sefer oldukda terk-i hıdmet idenlerin tîmârı refʿ olunmak ile kanâʿat olunmayub cezâ (tertîb) Oluna. Ve şimdiye dek iğmâz-ı ayn sebebiyle baʿzı kimesnelerin meʾkel idindikleri sepet tîmârlarını alaybeğiler ve sancaklunun zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı ketm ü ihfâ itmeyüb mülâzımînden rağbet idenlere arz ideler. Kezâlik başlubaşına sefer virmeğe tahammülü olan kılıclardan ilhâk olmuş var ise ve hisseten an tîmârdan tashîh olmuş kılıc var ise kılıc olmak üzere yine mülâzimînden rağbet iden erbâb-ı istihkâka arz ideler. Şu şartıyla ki mutasarıfının rağbet itdüğü kılıc kendüsine alıkonula. Ve kılıc cemʿi katʿan câʾiz olmaya. Bu maddeler yoklamalar ile ve dâʾimâ tefahhus ile haber alınub ve mülâzımlar gelüb Âsitâne-i Saʿâdetde Dîvân-ı Hümâyûnuma arzıhâl idüb bu şurûta mugâyir olduğu zuhûrunda gelür ise alaybeğilere ve sancakluya cezâ tertîb oluna. Ve sancağında sâkin olmak şurûtunu alaybeğiler gâyet gözedüb sancağında sâkin olmayub bir tarîkle kaydına şerh virdirüb seferlerde bayrağı altında mevcûd olmayanlar her kim olur ise olsun arz eyleyeler. Sancağı altında şöyle mevcûd bulunalar ki bir mahalle meʾmûr oldukları vakitde yigirmi güne dek alaybeğisi bayrağı altına gelüb at ve âlât u pusat ile mahall-i meʾmûra azîmet etmeye kâdir olalar. Ve zeʿâmet ve tîmârının bulunduğu sancakdan maʿada âher sancakda ve sâʾir mahallerde sâkin olmağa bir vechle cevâz ü ruhsat olmamağla zeʿâmet ve tîmârı bir sancakda ve kendüsü âher sancakda sâkin olmuş var ise işbu bin yüz kırk dört senesi şehr-i şaʿbânı gurresinden iki seneye dek [7] uhde virilmişdir. Ol mühlet içinde âher sancakda olan emlâk ü süknâsını fürûht itmeğle mi yâhûd zeʿâmet ve tîmârını âher ile mübâdele itmek tarîkiyle mi olur tedârükini görüb müddet-i merkûme hitâmına dek zeʿâmet ve tîmârı olduğu sancakda sâkin ola. Ve bu makûle mübâdele câʾiz olub alaybeğiler tahsîs kılınan şurût üzere mübâdele arzı virüb âher sancakda sâkin ol mağla eyâlet mîr-i mîrân gediklüsünden maʿadasına vechen mine’l-vücûh ruhsat virmeyeler. Zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârın sancağında sâkin olmaları fevâʾid-i kesîreyi müstelzim olduğundan gayrı iʿmâr-ı memlekete ve himâyet-i raʿiyyete vesîle olacak hâlet-i mergûbeden olmağla herkes sancağında sâkîn olmak maddesine alaybeğiler ve sancaklunun zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı ve mülâzımlar gâyetü’l-gâye ihtimâm ve ketm ü himâyeden ihtirâz ideler. Lâkin bâlâda şart kılınan ilhâk olmuş ve hisseten an tîmâr olmak üzere tashîh olunmuş kılıcların tefrîki yüz otuz târîhinden berü olanlar tefrîk olunub mülâzımlara virile. Yohsa otuz târîhinden mukaddem ilhâk ve tashîh olunmuş kılıclar tefrîk olunmaya. Eğer bir gediklünün otuz târîhinden berü mukaddem ilhâk olunan kılıcı ve tashîhi tefrîk olunmuş ise yine otuz târîhinden mukaddem târîhe iʿtibâr ile ol gedüklüye virile. Ve fîmâ-baʿd ilhâk câʾiz olmaya. Ve Kırım Hanlarının defterlüsü olan zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârın hadd-i muʿayyeni kadîmden hatt-ı hümâyûn ile otuz kayda hasr ve tahsîs olunmağla ol mikdârdan ziyâde olmayub otuz kaydın ziyâdesi terkîn oluna. Ve vüzerâ-yı izâmımın kethüdâları ve dîvân kâtibleri ve hazînedârları üzerlerine zeʿâmet ve tîmâr bulunur ise zikr olunan üç gedüğünde bulunanlar defterlü olub ziyâde olmaya. Ve kaydları şerhli olanların şerhleri refʿ ve fîmâ-baʿd hacc-ı şerîfe gidenlerden ve umûr-ı mühimme ile âher mahalle emr-i şerîf ile meʾmûr olanlardan maʿadâ kayıdlarına şerh virilmeye. Ve bi’l-cümle zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr beyninde biʿt-terâzî kasr-ı yed câʾiz olub alaybeğiler arz vireler. Lâkin kasr-ı yed dahî evlâdına ve akrabasına ve mülâzım olanlara câʾiz ola. Yohsa hâricden olan kimesnelere zeʿâmet ve tîmâr kasr-ı yedi zinhâr ve zinhâr olmaya. Ve kasr-ı yed idenlere tekrâr zeʿâmet ve tîmâr virilmeye. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârdan biri mecrûh ve pîr ve amel-mânde olub rükûb ve nüzûla iktidârı olmadığı zâhir ve muhakkak olmadıkca tekâʿüd arzı virilmeye. Eğer bu şurûta mugâyir himâye ve şefâʿat ile ve rüşvet birle birisi tekâʿüd olur ise mülâzımlardan birisi gelüb haber virüb sıhhati maʿlûm oldukca ol makûle hilâf-ı şurût tekâʿüd ihtiyâr idenlere cezâ tertîb olunub zeʿâmet ve tîmârı haber viren mülâzıma virile. Ve henüz cenk ü harbe yarar iken himâye ile bundan akdem mütekâʿid olmuş var ise eşkinci olmak üzere arz ideler. Ve mütekâʿid olanlar fevt oldukda evlâd-ı zükûru var ise iştirâken ve bir oğlu var ise tamâmen arz olunub evlâdı yoğise karındâşına virilmeyüb sancağının mülâzım-ı evveline virile. Ve alaybeğilerinin masâriflerine medâr ve istikâmetlerine vesîle olmak içün fevt ve refʿ ve kasr-ı yed ve mübâdele ve’l-hâsıl mülâzemet arzından gayrı her ne makûle arz virirler ise her zeʿâmet ve tîmârın sancaklusu beyninde meşhûr ve mütevâtir olan hâsılının öşrü mikdârı arz akcesi alalar. Meselâ beş yüz guruş hâsılı meşhûr ise elli guruş arz akcesi alınub bu siyâk üzere mürâʿât olunub ve humbaracı ve lağımcı zeʿâmet ve tîmârları mikdâr-ı kadîmine tenzîl oluna. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârdan birisi kendü maslahatlarıçün Âsitâne-i Saʿâdete ve âher mahalle gitmek iktizâ eyledikde alaybeğiden izni müşʿir arz almadıkca gitmek câʾiz olmaya. Ve alaybeğiler bu makûle arzlardan bir akçe harc almaya. Alaybeğiler her ne makûle arz virirler ise bâlâda tahrîr olunan müzâkere vü müşâvere şurûtuna murâʿât iderek arzlarda târîh tahrîr eyleyeler. Târîhsiz arz viren alaybeği teʾdîb oluna. Ve Dergâh-ı muʿâllâm müteferrika ve çavuş gediklüleri ikişer yüzden dört yüz kayda münhasır olmağla [8] bunlara şu vechle kânûn olunur ki zikr olunan müteferrika veyâhûd çavuş gedüklülerinden birisi sefer ü hazarda fevt oldukda katʿan âhere virilmek câʾiz olmayub evlâd-ı zükûru vâr ise zeʿâmeti iştirâken ve gedüğü gedüğe müstahak kebîr oğluna virilüb gediksiz kalan oğullarının hisseleri birkaç sancakda bulunur ise tefrîk câʾiz olmayub diledikleri sancağının birinde sâkin olalar. Eğer sancağında sâkin olmağa rağbet itmez ise hisseleri gediklü olan müştereki ve karındâşına virile. Ve müşterek ve karındâşlardan biri fevt olub veled-i zükûru bulunmaz ise hissesi âhere virilmeyüb yine müşterek ve karındâşlarına virile. Eğer fevt olan gediklünün bir oğlu var ise zeʿâmeti tamâmen tevcîh ve gedik şurûtuna bâliğ ve müstehak ise gediği dahî zeʿâmeti ile maʿan virile. Ve sabî ise cebelü vire. Ve eğer fevt olan gediklünün veled-i zükûru yoğise zeʿâmeti her kime fermân olur ise ana tevcîh oluna. Ve Dîvân-ı Hümâyûnum küttâb gediklülerine elli kitâbet ve yigirmi şâkirdlik gedüğü ve otuz mülâzemet ve Defterhâne-i Âmire küttâb gediklülerine on beş kitâbet ve on beş şâkirdlik gedüğü ve yigirmi mülâzemet min-haysü’l-mecmûʿ Dîvân-ı Hümâyûn küttâbına yetmiş gedik ve otuz mülâzemet ve Defterhâne-i Âmire küttâbına otuz gedik ve yigirmi mülâzemet taʿyîn ve tahsîs olunmağla bu makûleden ziyâde ve noksan kabûl olunmaya. Ve zümre-i küttâb eşref-i hademe-i devlet ve eʿazz-ı ricâl-i saltanatdan olmağla zikr olunan gediklüler ve mülâzımlar fenninde mâhir ve hatlarında ve umûr-ı mühimme tahrîrine kâdir olub gice ve gündüz kaleme müdâvemet ve mülâzemet eyledikce kadr-i iʿtibârları mültezim ve kânûn-ı tevcîhâtları bu vechle râsih ve müstahkem ola ki küttâbın biri fevt oldukda birkaç oğlu olub cümlesi kitâbete kâdir ise babalarının zeʿâmeti iştirâken ve gedüği gedüğe müstahak olan kebîr oğluna virilüb gediksüz kalan oğlu gedik (tedârik) idininceye dek kaleme mülâzemet itmek şartıyla sancağında sâkin olmak teklîf olunmaya. Ve eğer oğullarının içinde biri kitâbete kâdir ve sâʾiri âher sanʿata meşgûl bulunur ise kitâbete müsteʿid oğluna zeʿâmeti ve gedüğü tamâmen virilüb kitâbet bilmeyen oğluna müşterek olmak ve müstakilen virilmek câʾiz olmaya. Ve eğer veled-i zükûru sabî bulunur ise cebelü virüb kitâbet ve maʿrifeti kesb ü teʿallüm eylemek şartıyla yine zeʿâmeti tevcîh oluna. Ve eğer evlâd-ı zükûru yoğise kâtib ve şâkird ve küttâb ve mülâzımînin zeʿâmet ve tîmârları katʿan hâricden olan kimesneye virilmeyüb mülâzımlardan tâlibi zuhûr ider ise ve tâlibi olan mülâzımın kitâbet ve maʿrifeti ricâl-i kalem beyninde müsellem ve muʿteber ise ol makûle mülâzıma virilüb ve ol mülâzımın üzerinde bulunan zeʿâmet ve tîmâr ruʾûslu şâkirdlerden kaleme müdâvemet üzere olub müsteʿid ve ehakk her kim ise ana virile. Ve eğer mülâzımlardan tâlibi zuhûr itmez ise kaleme müdâvemet iden müsteʿid ve ehakk ruʾûslu şâkird olanlara virile. Ve gediklü kâtibler ve şâkirdler ve mülâzımlar gice ve gündüz kaleme müdâvemet idüb umûr-ı mühimme tahrîrâtına meşgûl olmak şart-ı kavî ola. Bilâ-eʿzâr ve ilel kaleme gelmez ise zeʿâmet ve gedüğü mülâzemet ve rağbet iden mülâzimînden müsteʿidine virile. Ve küttâb içün bast olunan şerâʾite gereği gibi vikâyet olunub muʿteber olmuş ricâl-i kaleminin garazdan ârî ihbârlarıyla bi’l-cümle tevcîhâtları ve sâʾir nizâmları reʾîsü’l-küttâbların ve defter emîni bulunanların reʾy ve arzına mevkûf oluna. Ancak kaleme emeği sebkat ve mülâzemet itmiş küttâbdan birisi ihrâz-ı rütbe itmek ve pîr ve amel-mânde olmak takrîbiyle ve baʿzı umûr-ı mühimmeye meʾmûr olmak hasebiyle kaleme müdâvemet itmeyüb hânesinde ve âher mahalde sâkin olur ise sebkat eyledüğü emeğine ikrâmen ol makûle küttâbın zeʿâmet ve gedüğüne dahl ü taʿarruz olunmaya. İmdi bâlâda gerek eyâlet ve elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı ve gerek gediklüler haklarında vazʿ ve tahsîs-i [9] kavânîn ve şerâʾit min evvelihi ilâ âhirihi Dîvân-ı Hümâyûn ve Defterhâne-i Âmirem defterlerine sebt ü tahrîr ve işbu şurût ilâ mâşâallâhü teʿâlâ düstûru’l-amel tutılub mukaddem olan tevcîhât fesh ü tağyîr olunmayub işbu bin yüz kırk dört senesi şehr-i şaʿbânı gurresinden muʿteber ve merʿî olmak üzere alaybeğilerinden arz gelüb Defterhâneye der-kenâra vardıkda Defterhâne-i Âmire küttâbı nazar-ı tedkîk ile bakub bâlâda bast olunan şerâʾite tatbîk ideler. Şerâʾite mugâyir bir hâlet fehm iderler ise der-kenâr olunmayub defter emînine telkîn ideler. Defter emîni dahî ol vechle reʾîsü’l-küttâb(a) mûmâ-ileyh dahî sadr-ı a’zama arz ve ifâde ey- leye. Ve eğer alaybeği arzı hatâsı Defterhânede fehm olmayub sehven der-kenâr olunub buyurulur ise buyuruldu tahvîle vardıkda Dîvân kîsedârı dâʾimâ dikkat ve taharrî idüb şurûta mugâyir olan hâlâtı reʾîsü’l-küttâb efendiye tefhîm ve ol dahî sadr-ı a’zama arz idüb ol makûle alaybeğinin cezâsı tertîb oluna. Bu nizâm hüsn-i avn ü inâyet-i rabbi’l-izzet ile aʿdâ-yı dîn ü Devlet-i Aliyye olan düşmenlere galebe itmek esbâbından olduğundan maʿadâ mahzâ dîn ü Devlet-i Aliyye’nin takviyeti ve asâkirin tezâyüd-i miknet ü kuvveti içün ihtiyâr olunmuş bir emr-i müstahsen ve menâfiʿ ve fevâʾid-i kesîresi zâhir ve mübrehen olduğuna binâʿen sebât ve istimrârı ve devâm ve istikrârı husûsuna irâde-i râsiha-i hümâyûn teʿallük eyledüğü vechle vükelâ-yı Devlet-i Aliyyenin bu mühimm-i celîl-i vâcibü’l-ihtimâmın infâz u icrâsına ve dâʾimâ vikâyet ü siyânetine saʿy u ikdâmları farîza-i zimmet-i sadâkat u diyânetleri iken maʿâzallâhü teʿâlâ tamaʿ-ı hâma meyl ü tebeʿiyyet ve gadr ü himâyet vechlerini irtikâb ve irtikâba cevâz ve cesâret ile zerre mikdârı hilâfına tasaddî ve bu kavânîn ve şerâʾit-i muʿteberenin bozulmasına saʿy ve tasaddî ider ise “Femen beddelehü baʿde mâ semiʿahü feinnemâ ismühü ale’l-lezîne yübeddilûnehü innellahe semîʿun alîm”[47] nass-ı kerîminde münderic olan vebâl-i azîm ve vizr-i cesîme mübtelâ olsun. Ve bu şurûta mugâyir bundan sonra ınkılâbât hasebiyle yâhûd ricâ vü şefâʿat ile alaybeği arzı olmaksızın mahlûl zeʿâmet ve tîmâr alan her kim olur ise olsun ebʿad zamân ol makûlelere vekîl-i mutlak bulunanlar cezâ tertîb itmek vâcib olub ol makûle hükkâm ve kibâr irâdesi ve himâyesiyle şurûta mugâyir alaybeği arzı olmaksızın zeʿâmet ve tîmâr arzıhâl ile âhere tevcîh olunur ise tahvîl yazılmayub şurût üzere alaybeği arz ile evlâda veyâhûd karındâşa veyâhûd mülâzıma virilmekde sonra gelen hükkâm ve vülât ve alaybeğiler ve sancaklu ve mülâzımlar ısrâr ve ittifâk idüb tevcîh itdirdeler. Ve bu şerâʾit-i muʿteberenin bi-aynihi bir sûret yazılub reʾîsü’l-küttâb ve defter emîninin hatemleriyle mahtûm kılındıkdan sonra alaybeğilerin selefinden halefine teslîm olunarak hıfz u zabt oluna. Kazâʾen zâyiʿ olur ise tekrâr birer sûret ihrâcına tâlib olalar. Gerek vülât ve vükelânın ve gerek alaybeğilerin sırren ve alenen ahvâlleri tecessüs ü tefahhus ve der-i devlet-medâra vârid olan arzları dahî dâʾimâ nazar-ı taharrî ve basîret ile tedkîk olunub mugâyir-i tavr-ı istikâmet ve hiyânetleri meşhûd olur ise vebâlleri boynuna haklarında tertîb olunan cezâları ve cezâ-yı lâyıkları icrâ olunacağı mukarrer ve muhakkakdır. Fî Gurre-i Şaʿbân Sene 1144.
Ek II: 1 Şaban 1191/4 Eylül 1777 Tarihli Nizâm-ı Zu’amâ ve Erbâb-ı Tîmârın Transkripsiyonu
[10] Mübârek Hatt-ı Hümâyûn-ı Mehâbet-makrûnun Sûretidir[48]
Bu şurût-ı hasene ve zâbıta-i müstahsene dîn ü Devlet-i Aliyyeme hayr-mahz olub hak teʿâlânın tevfîk ü inâyeti ile ecdâd-ı izâmımın tertîb eyledikleri gâzî ve mücâhid erbâb-ı süyûfun ihyâ ve teksîrine murâd-ı hümâyûnum teʿalluk itmeğle bugünden sonra ilâ mâşâallâhü teʿâlâ işbu kavânîn ve şerâʾit-i müstahsene düstûru’l-amel tutılub vükelâ-yı devletim ve hayır-hâhân-ı saltanatım dâʾimâ riʿâyet ve nezâret idüb zerre mikdârı bu nizâma mugâyir vazʿ u hareket idenlerin başları kesilsün ve inkılâbât ve tebdîlât hasebiyle vükelâ-yı devletimden birisi fesh ü nesh itmek murâd ider ise Dîvân-ı Hümâyûnum kaleminden mugâyir-i nizâm ve muhâlif-i mazmûn-ı hatt-ı hümâyûn olduğu sarâhaten tahrîr ve reʾîsü’l-küttâb olanlara kalemlü ifâde ve ol dahî sadr-ı a’zam bul(un)anlara bi’n-nefs ifhâm ve dâʾimâ nezâret ideler. Ve eğer bundan sonra hâtıra ve gönüle veyâhûd tamaʿa mebnî ednâ mertebe bu nizâmın feshine her kim cürʾet ider ise dîn-i mübîne ve Devlet-i Aliyyeme hiyânet itmiş olur. Allâh-ı azîmüʿş-şânın ve Rasûl-i Ekremin laʿnetine mazhar ve rûz-ı kıyâmetde yüzü kara olsun. El-hazer sümme’l-hazer min hilâfihi.
Sûret-i Nizâm-ı Müstahsenedir[49]
Devlet-i Aliyye-i ebediyü’l-istimrârın cünûd ve gayret-şiʿâr ve cüyûş-ı hamiyyet-gerdândan sefer ve serhadlerde ve meʾmûr oldukları muhâfazalarda öteden berü küllî hıdmetleri ve gayret ve bahâdırlıkları zâhir ü bedîdâr ve akvâ-yı asâkir-i kesîrü’l-iktidârdan olan eyâlet ve elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı her vechle müsellem ve muʿtenâ ve her hâlde iʿtidâd ve iʿtibâra şâ yeste vü sezâ olmalarından nâşî ibtidâ-yı Devlet-i Aliyyemde zeʿâmet ve tîmâr vazʿ olunduğu zamanlarda dâʾimâ muntazam ve müctemiʿ ve muktedir bulunmaları mülâhazasıyla alaybeğilik erbâb-ı istihkâka merbût ve zeʿâmet ve tîmâr tevcîhâtı alaybeğilerin arzlarına münhasır ve menût ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr bi’n-nefs sancağında sâkin ve alaybeğisi bayrağı altında mevcûd bulunmak üzere meşrût kılınub bu hâlât-ı selâse nizâm ve kânûnlarının esâs-ı küllîsi olub aleʿd-devâm şerâʾitine ihtimâm rütbe-i vücûbda olan mehâmdan iken esâs-ı küllî olan ahvâl-i selâseye riʿâyet bulunmadığından ihtilâl-i küllî târî olub Rumili ve Anadoluda vâkiʿ eyâlât (ve) elviye zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı bu vakte gelince meʾmûr oldukları seferlerde ve muhâfaza ve muhâsara ve muhârebelerde ve kılâʿ taʿmîri hıdmetlerinde bulunmaları takrîbi ile evlerinde ve yerlerinde karâr ve zeʿâmet ve tîmârların kendüleri zabt u tasarruf ve umûrların gereği gibi rûʾyet mümkin olmamak hasebiyle kesb-i servet ü yesâr ve iktisâb-ı kuvvet ü iktidâr idemediklerinden ahvâlleri ziyâde mükedder ve perîşân olduğundan gayri alaybeğilikler dahî müddet-i vâfireden berü baʿzı nâ-ehl kimesnelere meʾkel ve vâlîlere celb-i nefʿ olmağla himâyet ve şefâʿat ü ricâ ve kuvvet-i mâliye ve irtişâ ile edânî ve esâfilden nizâma riʿâyet itmez baʿzı kimesnelere virülüb ve her iki üç ayda bir ancak cerr-i menfaʿat içün bilâ-sebeb azl ü tebdîl olunduklarından ol makûle eclâfdan olub devâm u sebâtlarından meʾmûnü’l-gâʾile olmayan alaybeğiler dahî sancağı halkının zeʿâmet ve tîmârları nâ-mevcûd ve târik-i hıdmet ve sâʾir bahâne ile gayr-i vâkiʿ ve mezâmîni kâzib arzlar ile refʿ ü ibkâ itdirmeği âdet-i müstemirre eylediklerinden ve Âsitâne-i Saʿâdetde dahî arzıhâl ile ve kuzât ve nüvvâb arzlarıyla ecânibden olan hademe ve eşhâsa zeʿâmet ve tîmâr tevcîh olunageldiğinden ve vüzerâ ve mîr-i mîrân ve aʿyân ve ricâl-i devlet etbâʿlarından baʿzıları arzıhâl ile zeʿâmet ve tîmâr alub vakt-i hazarda sancağında sâkin olmayub ve vakt-i seferde alaybeğisi bayrağı altında mevcûd bulunmadıklarından devlet-i ebed-müddet-i Osmâniyenin böyle mümtâz ve muʿtenâ askeri muhtellü’l-ahvâl ve müşrif derece izmihlâl olduğu vâsıl-ı sâmiʿa-i hümâyûnum ve zümre-i mezbûreye bu vechle zaʿaf ve vehn tatarrukundan nizâmları bozulmasının zarar u hasârâtı mutlaka din ü devlete râciʿ bir keyfiyet-i reddiyye olduğu muhât-ı ilm-i sevâb-nümûnum olmağla imdi alaybeğilerin nizâm ve intizâmları ve zeʿâmet ve tîmârın tevcîhâtı alaybeği arzına münhasır olmak husûsu ve her kim olur ise olsun nefs-i vâhide himâye olunmayub zeʿâmet ve tîmâr mutasarrıfları bi’n-nefs sancağında sâkin olmaları ahvâli ki bu üç madde esâs-ı nizâm kılınub bir sûret-i merğûbe-i müstahseneye ifrâğ olunmak aksâ-yı murâd-ı hüsrevâne ve gâyet-i mâfi’l-fuʾâd-ı hidîvânem olduğundan gayrı bu nizâm bi-tevfîki’l-lâhi teʿâlâ mukaddimât-ı galebe ve nusret ve esbâb-ı fevz ü kuvvet olub lâkin bu emr-i mühimm ve cemîlin husûlü mücerred vükelâ-yı Devlet-i Aliyyenin mezîd-i ihtimâm u dikkat birle hareketlerine ale’l-husûs ecmel ve ekmel-i ahvâl olan perhîz ve iffetde tesebbüt ile menşe-i mekkâra vü mefâsid olan hırs ve tamaʿ vahîmetü’l-âkıbetden mücânebetlerine mevkûf bir maʿnâ olmağla vülât ve vükelâ ve alaybeğiler ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr ve sığâr u kibâr tebdîl ü tağyîrine bir dürlü ruhsat ü müsâʿade göstermeyüb ale’l-ittifâk hıfz u himâyet ve tenfîz ü vikâyet itmek şartıyla bu vechle şurût-ı müʾekkede beyânına şurûʿ olunur ki fîmâ-baʿd alaybeğilikler içün vâlî-i vilâyetler ve maʿiyyetlerine meʾmûr bulundukları vüzerâ-yı izâm cânibinden arz akcesi ve sâʿir avâʾid ü fevâʾid nâmıyla bir akce ve bir habbe alınmamak şartıyla alaybeğilik her sancağın zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârından hizmetkâr ve vakâr ve aʿmâl-i neferâta ve tesviye ve temşiyet-i umûra kâdir sadâkatkâr ve muʿtemed ve müstakîmü’l-etvâr ve sâhib-i nüfûz ve kaviyyü’l-iktidâr olub zümresinin müstahak ve gayret-şiʿârı ve cümlesinin bi’l-ittifâk müstesvib u muhtârı olan ehl-i hak alaybeğiliğe her vechle ehakk u elyak her kim ise gereği gibi tefahhus ve ziyâde taharrî ve tecessüs olunarak sancaklusunun bi’l-ittifâk reʾy ve istisvâbları ve taleb ve istihsânları ve cümlesinin garazından ârî ihbârlarıyla ol makûle kimesneler eyâlet vâlîlerinin veyâhûd bi-hasebi’l-iktizâ maʿiyyetlerine meʾmûr bulundukları vüzerâ-yı izâmın arzları ve sancaklusunun dahî bi’l-ittifâk mahzar-ı sadâkat-eserleriyle alaybeği nasb oluna. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr dahî garazlarına tebeʿiyyet ile filânı alaybeği isteriz dimeyüb ve iki fırka olmayub cümlesi birden zikr olunan evsâf ile alaybeğiliğe müstehak olan kimesneyi ihtiyâr ve kemâl mertebe itâʿat ü inkıyâd ideler. Ve vâlî-i vilâyet dahî bir tarafa himâyet itmeyüb sancaklusunun muhtârı olub mahzar virdikleri kimesneye arz vire. Ve alaybeğilerin hıdmet-i lâzimesinde kusûr u tekâsülü ve tevcîhât maddesinde gadr ü himâyet gibi sû-i hareket irtikâbı zuhûr itmedikce ve misüllü keyfiyâtda dahî kavl-i vâhide amel olunmayub istiknâh-ı hâle tekayyüd birle gereği gibi resîde-i rütbe-i sıhhat ve yakîn olmadıkca azl olunmaya. Ve bu makûle harekât-ı gayr-ı marziyesi zuhûrunda yalnız azl ile iktifâ olunmayub [11] ibreten liʿs-sâʾirîn katl ile mücâzât olacakları her birine tefhîm oluna. Ve alaybeğiler dahî gayz u garaz ve nefʿ ü ivaz içün kendülere vedîʿatu’l-lâh olan tevcîhât husûsunda câdde-i hakdan udûl u inhirâf ve tarîka-i istikâmetden nükûl ü insirâf ile nâ-hak yere baʿzı kimesnelere gadr ve baʿzılara himâyet vechi üzere zeʿâmet ve tîmâr refʿ ü ibkâsını mutazammın hilâf-ı vâkiʿ ve birbirlerine muhâlif çatal arzlar virmeyeler. Ve vakt-i hazarda kânûn-ı kadîm üzere cenk ü harbe yarar askeri ve ocakzâdelerden her sancağın kaydının öşrü mikdârı mülâzımlar intihâb ve sefer ü hazarda sancağıyla bulunmak şartıyla ve eşkâllerini ve ism ü resim ve şöhretlerini arzda tahrîr ü beyân iderek yedlerine mülâzemet emr-i şerîfi virilmek içün arz eyleyeler. Ve âher mahalde sâkin olanlara ve arzıhâl ile taleb idenlere ve esâfil ve reʿâyâ makûlesinden olanlara mülâzemet virilmeye. Ve mülâzemet hükmü virildikden sonra âher mahalde sâkin olub zeʿâmet ve tîmâr mahlûl düşdükde ben mülâzım-ı evvelim deyû taleb ü iddiʿâ ider ise ol makûle bayrağı altında hıdmetde bulunmayan ve sancağında sâkin olmayan mülâzımlara zeʿâmet ve tîmâr virilmeye. Ve kavl-i mücerred ile iddiʿâları ısgâ olunmaya. Ve hemân mülâzım olanlar âher sancakda sâkin olub bayrağı altında mevcûd bulunmaz ise yedinden mülâzemet emri alınub âhere arz oluna. Ve seferde mülâzımlardan gayrı hâricden bir kimesnenin yararlığı zâhir oldukda ol makûle şücʿân tard olunmayub vakt-i hazarda mülâzimîn mahlûlâtından hadd-i muʿayyene tenzîl olunmak şartıyla yine eşkâl ve ism ü resm ve şehrini derc iderek mülâzemet arzı virile. Ve mülâzimînden birine bast olunan kânûn üzere zeʿâmet ve tîmâr arz olunmak iktizâ eyledükde yedinde olan mülâzemet emri alaybeği arzı ile maʿan gelüb kalemde battâl olmak üzere hıfz oluna. Ve alaybeğiler her ne makûle arz virmek iktizâ ider ise her bir nâhiyenin çeribaşıları ve müstakîm ve dindâr birkaç nefer zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârıyla müzâkere vü müşâvere itmedikce arz virmeyeler. Ve kimler ile müşâvere ve müzâkere iderler ise derûn-ı arzda ism ü resimleriyle zeʿâmetinin başkalemini tahrîr ü tasrîh ve arzlarda târîh tahrîr eyleyeler. Târîhsiz arz viren alaybeği teʾdîb oluna. Ve zeʿâmet ve tîmâr mutasarrıflarının birisi gerek seferde ve gerek hazarda fevt olub gerek kılıca kâdir ve gerek sabî evlâd-ı zükûru var ise kebîrleri olan üc nefer oğulları rağbet ider ise iştirâken virile. Ücden ziyâdeye müşterek virilmeye. Ve bir oğlu var ise tamâmen sinni tasrîhi ile arz oluna. Kânûnî evlâdına (evlâdından) maʿadâsı âher kimesneye virilmek katʿan câʾiz olmayub evlâda münhasır olmak kânûn-ı kavî ola. Ve eğer evlâd-ı zükûru olmayub seferde fevt olmuş ise ve ol seferde yanında mülâzemet ile mevcûd karındâşı bulunur ise karındâşına virile. Ve eğer karındâşı seferde mevcûd bulunmaz ise âher mahalde bulunan karındâşına virilmeyüb seferde mevcûd sancağının mülâzım-ı evveline arz ideler. Ve eğer hazarda fevt olub veled-i zükûru yoğise mülâzemeti olan karındâşına ve karındâşı yoğise mülâzım-ı evveline tamâmen arz ideler. Mülâzım-ı evvel rağbet itmez ise sâniye ve sânî rağbet itmez ise sâlise bu siyâk üzere virile. Aceze ve mesâkîn ve ırgad ve nâ-müstehakkîn reʿâyâ ve etbâ vü levâhık makûlesinden olanlara zinhâr mugâyir-i kânûn mülâzemet ve tîmâr ve zeʿâmet arz eylemeyeler. Ve babası fevt olduğu vakitde vâlidesi karnında bulunan evlâda zeʿâmet ve tîmâr olmaya. Meğer merhameten ola. Ve babası fevtinde oğlu üzerinde âher dirlik bulunur ise dirliği olan oğluna virilmeyüb karındâşına ve karındâşı yoğise mülâzımîna virile. Ve babası fevtinde diyâr-ı âherde bulunan oğluna haber gönderilüb gelinceye dek teʾhîr ve geldikde arz oluna. Ve gelinceye dek mahsûlüne mevkûfçu taʿarruz etmeye. Ve eyyâm-ı hazarda mahsûlünü yiyüb sefer oldukda terk-i hıdmet idenlerin tîmârları refʿ olunmağa kanâʿat olunmayub cezâ tertîb oluna. Ve şimdiye dek iğmâz sebebi ile baʿzı kimesnelerin meʾkel idindikleri sepet tîmârlarını alaybeğiler ve sancaklunun zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı ketm ü ihfâ itmeyüb mülâzımînden rağbet idenlere arz ideler. Baʿd-ez-în kılıc cemʿi katʿan câʾiz olmayub ve bundan mukaddem cemʿ olanlar dahî tefrîk olunmaya. Ve işbu bin yüz doksan bir senesi şaʿbânı târîhinden sonra tevcîh olunacak zeʿâmet ve tîmâr ashâbı sancağında sâkin olmazlar ise zeʿâmet ve tîmârları mülâzimîne arz oluna. Bu maddeler yoklamalar ile dâʾimâ tefahhus ile haber alınub ve mülâzımlar gelüp Âsitâne-i Saʿâdetde Dîvân-ı Hümâyûnuma arzıhâl idüb bu şurûta mugâyir olduğu zuhûra gelür ise alaybeğilere ve sancakluya cezâ tertîb oluna. Ve sancağında şöyle mevcûd bulunalar ki bir mahalle meʾmûr oldukları vakitde yigirmi güne dek alaybeğisi bayrağı altına gelüb at ve âlât u pusâtıyla mahall-i meʾmûra azîmet itmeğe kâdir olalar. Zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârın sancağında sâkin olmaları fevâʾid-i kesîreyi müstelzim olduğundan gayrı iʿmâr-ı memlekete ve himâyet-i raʿiyyete vesîle olacak hâlât-i mergûbeden olmağla fîmâ-baʿd herkes sancağında sâkîn olmak maddesine alaybeğiler ve sancaklunun zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârı ve mülâzımlar gâyetü’l-gâye ihtimâm ve ketm ü himâyeden ihtirâz ideler. Ve eyâlet askerini muhârebe ve mukâbeleye teşvîk ü iğrâlarına sebeb-i küllî olmak içün zeʿâmet ve tîmârlarına ilhâk bi’l-külliye menʿ olunmayub sefere meʾmûriyetleri evkâtda muhârebe ve muhâsaralarda içlerinde şecâʿat ve yararlığı zâhir ü nümâyân olub dil ve kelle getürenlere istiʿdâd ve istihkâklarına göre bin akçeden altı bin akçeye ve dahî ziyâdeye varınca yedlerine terakkî emri virilüb ve virilen emr mikdârı terakkiye müstehak olmağla ol misillülere yedlerine virilen emr-i âlî mikdârı ilhâka müsâʿade olunub kânûn-ı kadîm üzere icmâllüsü ve müşterekine ilhâk oluna. Ve bi’l-cümle zuʿamâ ve erbâb-ı tîmâr beyninde biʿt-terâzî kasr-ı yed câʾiz olub alaybeğiler arz ideler. Lâkin kasr-ı yed dahî sancağında sâkîn tuvânâ evlâdına ve akrabasına ve mülâzıma câʾiz ola. Yohsa hâricden olan kimesnelere zeʿâmet ve tîmâr kasr-ı yedi zinhâr ve zinhâr olmaya. Ve kasr-ı yed idenlere tekrâr mahlûlden zeʿâmet ve tîmâr virilmeye. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârdan biri mecrûh ve pîr ve amel-mânde olub rükûb ve nüzûla iktidârı olmadığı zâhir ve muhakkak olmadıkca tekâʿüd arzı virilmeye. Eğer bu şurûta mugâyir himâye ve şefâʿat ve rüşvet ile birisi tekâʿüd olur ise mülâzımlardan biri haber virüb sıhhati maʿlûm oldukda ol makûle hilâf-ı şurût tekâʿüd ihtiyâr idenlere ve arz iden alaybeğilere cezâ tertîb olunub zeʿâmet ve tîmârı haber viren mülâzıma virile. Ve henüz cenk ü harbe yarar iken himâye ile bundan akdem mütekâʿid olmuş var ise eşkinci olmak üzere arz ideler. Mütekâʿid olanlar fevt oldukda evlâd-ı zükûru var ise iştirâken ve bir oğlu var ise tamâmen arz olunub evlâdı yoğise karındâşına [12] virilmeyüb sancağının mülâzım-ı evveline virile. Ve alaybeğileri masârıflarına medâr ve istikâmetlerine vesîle olmak içün fevt ve refʿ ve kasr-ı yed ve’l-hâsıl mülâzemet arzından gayrı her ne makûle arz virirler ise her zeʿâmet ve tîmârın sancaklusu beyninde meşhûr ve mütevâtir olan hâsılının öşrü mikdârı arz akcesi alalar. Meselâ beş yüz guruş hâsılı meşhûr ise elli guruş arz akçesi alınub bu siyâk üzere mürâʿât oluna. Ve fîmâ-baʿd hacc-ı şerîfe gidenlerden ve umûr-ı mühimme içün âher mahalle emr-i şerîf ile meʾmûr olanlardan mâʿadânın kayıdlarına şerh virilmeye. Ve zuʿamâ ve erbâb-ı tîmârdan birisi kendü maslahatlarıçün Âsitâne-i Saʿâdetde ve âher mahalle gitmek iktizâ eyledikde alaybeğiden izni müşʿir arz almadıkca gitmek câʾiz olmaya. Ve alaybeğiler bu makûle arzlardan bir akçe harc almaya. Ve Dergâh-ı mu’allâ müteferrika ve çavuş gediklüleri ikişer yüzden dört yüz kayda münhasır olmağla bunlara dahî şu vechle kânûn olunur ki zikr olunan müteferrika ve çavuş gediklülerinden birisi sefer ü hazarda fevt oldukda katʿan âhere virilmek câʾiz olmayub evlâd-ı zükûru var ise zeʿâmeti iştirâken ve gedüğü gedüğe müstahak olan büyük oğluna virilüb gediksiz kalan oğullarının hisseleri birkaç sancakda bulunur ise tefrîk câʾiz olmayub diledikleri sancağın birinde sâkin olalar. Eğer sancağında sâkin olmaya rağbet imez ise hisseleri gediklü olan müşterek karındâşına virile. Ve müşterek karındâşlardan biri fevt olub veled-i zükûru bulunmaz ise hissesi âhere virilmeyüb yine müşterek karındâşına virile. Ve eğer fevt olan gediklünün bir oğlu var ise zeʿâmeti tamâmen tevcîh ve gedik şurûtuna bâliğ ve müstehak ise gedüği dahî zeʿâmeti ile maʿan virile. Ve sabî ise cebelü vire. Ve eğer fevt olan gediklünün veled-i zükûru yoğise zeʿâmeti her kime fermân-ı hümâyûn buyurulur ise ana tevcîh oluna. Ve Dîvân-ı Hümâyûn gediklülerine elli kitâbet ve yigirmi şâkirdlik gedüğü ve kırk mülâzemet ve Defterhâne-i Âmire küttâbı gediklülerine on beş kitâbet ve on beş şâkirdlik gedüğü ve otuz mülâzemet min haysü’l-mecmûʿ Dîvân-ı Hümâyûn küttâbına yetmiş gedik ve kırk mülâzemet ve Defterhâne-i Âmire küttâbına otuz gedik ve otuz mülâzemet taʿyîn ve tahsîs olunmağla bu mikdârdan ziyâde vü noksân kabûl itmeye. Ve zümre-i küttâb eşref-i hademe-i devlet ve eʿazz-ı ricâl-i saltanatdan olmağla zikr olunan gediklüler ve mülâzımlar fenninde mâhir ve hatt ve inşâ ve umûr-ı mühimme tahrîrine kâdir olub gice ve gündüz kaleme müdâvemet ve mülâzemet eyledikce kadr ü iʿtibârları mültezim ve kânûn-ı tevcîhâtları bu vechle râsih ve müstahkem ola ki küttâbın biri fevt oldukda birkaç oğlu olub cümlesi kitâbete kâdir ise babaları zeʿâmeti iştirâken ve gedüği gedüğe müstahak olan büyük oğluna virilüb gediksiz kalan oğlu gedik idininceye dek kaleme mülâzemet itmek şartıyla sancağında sâkin olmak teklîf olunmaya. Ve eğer oğullarının içinden biri kitâbete kâdir ve sâ’iri âher sanʿata meşgûl bulunur ise kitâbete müsteʿid olan oğluna zeʿâmeti ve gedüğü virilüb kitâbet bilmeyen oğluna müşterek olmak ve müstakilen virilmek câʾiz olmaya. Ve eğer veled-i zükûru sabî bulunur ise cebelü virüb kitâbet ve maʿrifeti kesb ü teʿallüm itmek şartıyla yine zeʿâmeti tevcîh oluna. Ve eğer evlâd-ı zükûru yoğise kitâbet ve şâkird ve mülâzımının zeʿâmet ve tîmârları katʿan hâricden olan kimesnelere virilmeyüb mülâzımlardan tâlibi zuhûr ider ise ve tâlib olan mülâzımın kitâbet ve maʿrifeti ricâl-i kalem beyninde müsellem ve muʿteber ise ol makûle mülâzıma verilüb ve ol mülâzımın üzerinde bulunan zeʿâmet ve tîmâr ruʾûslu şâkirdlerden kaleme müdâvemet üzere olub müsteʿid ve ehakk her kim ise ana virile. Ve eğer mülâzımlardan tâlibi zuhûr itmez ise yine kaleme müdâvemet iden müsteʿid ve ehakk ruʾûslu şâkirde virile. Vechen mine’l-vücûh kâtib zeʿâmet ve tîmârı âhere virilmeyüb kâtibzâdelere ve müdâvemet iden maʿrifetlü mülâzimîne ve ruʾûslu şâkirdâna virile. Ve gediklü kâtibler ve şâkirdler ve mülâzımlar gice ve gündüz kaleme müdâvemet idüb umûr-ı mühimme tahrîrâtına meşgûl olmak şart-ı kavî ola. Bilâ-aʿzâr ve ilel kaleme gelmez ise zeʿâmet ve gedüğü müdâvemet ve rağbet iden mülâzimînden müsteʿidine virile. Ve küttâb için bast olunan şerâʾit gereği gibi vikâyet olunub muʿteber olmuş ricâl-i kalemin garazdan ârî ihbârlarıyla bi’l-cümle tevcîhâtları ve sâʾir nizâmları reʾîsü’l-küttâbların ve defter emîni bulunanların reʾy ve arzına mevkûf ola. Ancak kaleme emeği sebkat ve müdâvemet itmiş küttâbdan birisi ihrâz-ı rütbe eylemek ve pîr ve amel-mânde olmak takrîbi ile ve baʿzı umûr-ı mühimmeye meʾmûr olmak hasebiyle kaleme müdâvemet itmeyüb hânesinde ve âher mahalde sâkin olur ise sebkat eden emeğine ikrâmen ol makûlenin zeʿâmet ve gedüğine dahl ü taʿarruz olunmaya. Bâlâda tahrîr olunan kavânîn ve şerâʾit min evvelihi ilâ âhirihi Dîvân-ı Hümâyûn ve Defterhâne-i Âmire defterlerine sebt ü tahrîr ve işbu şurût ilâ mâşâallâhü teʿâlâ düstûru’l-amel olmak üzere mukaddem olan tevcîhât fesh ü tağyîr olunmayub işbu bin yüz doksan bir senesi şehr-i şaʿbânı gurresinden muʿteber ve merʿî tutulub alaybeğilerden arz gelüb defterhaneye der-kenâra vardıkda Defterhâne-i Âmire küttâbı nazar-ı tedkîk ile bakub bâlâda bast olan şerâʾite tatbîk ideler. Şerâʾite mugâyir bir hâlet fehm iderler ise der-kenâr itmeyüb şerâʾite mugâyirdir deyû defter emînine telkîn ideler. Ve defter emîni dahî ol vechle reʾîsü’l-küttâba ol arzı teblîğ eyleye. Ve reʾîsü’l- küttâb dahî sadr-ı a’zama arz ve ifâde eyleye. Ve eğer alaybeği arzının hatâsı defterhânede fehm olunmayub sehven der-kenâr olunub buyu rulur ise buyuruldu tahvîle vardıkda Dîvân-ı Hümâyûn kîsedârı dâʾimâ dikkat ve taharrî idüb şurûta mugâyir olan hâlâtı reʾîsü’l-küttâba tefhîm ve reʾîsü’l-küttâb dahî vezîr-i a’zama arz idüb ol makûle alaybeğinin cezâsı tertîb oluna. Bu nizâm hüsn-i avn ü inâyet-i rabbi’l-izzet ile aʿdâ-yı dîn ü Devlet-i Aliyye olan ve düşmenlere galebe itmek esbâbından olduğundan mâʿadâ mahzâ dîn ü devletim takviyeti ve askerin tezâyüd ve miknet ü kuvveti içün ihtiyâr olunmuş bir emr-i müstahsin ve menâfiʿ vü fevâʾid-i kesîresi zâhir ü mübrehen olduğuna binâʾen sebât ve istimrârı ve devâm ve istikrârı husûsuna irâde-i râsiha-i hümâyûnum teʿallük idiği vechle vükelâ-yı Devlet-i Aliyyenin bu mühimm-i celîl-i vâcibü’l-ihtimâmın infâz u icrâsına ve dâʾimâ vikâyet ü sıyânetine saʿy u ikdâmları farîza-i zimmet-i sadâkat u diyânetleri iken maʿâzallâhü teʿâlâ tamaʿ-ı hâmm-ı vehâmet-encâma meyl ü tebeʿiyyet ve gadr ü himâye vechlerini irtikâba cevâz ve cesâret ile mikdâr-ı zerre hilâfına tesaddî ve bu kavânîn ve şerâʾit-i muʿteberenin bozulmasına saʿy ve tesaddî ider ise “Femen beddelehü baʿde mâ semiʿahü feinnemâ ismühü ale’l-lezîne yübeddilûnehü innellahe semîʿun alîm”[50] nass-ı kerîminde [13] münderiç olan vebâl-i azîm ve vizr-i cesîme mübtelâ olsun. Ve bu şurûta mugâyir bundan sonra inkılâbât hasebiyle yâhûd ricâ vü şefâʿat ile alaybeği arzı olmaksızın mahlûl zeʿâmet ve tîmâr alan her kim olur ise olsun baʿd-i zamân ol makûlelere vekîl-i mutlakım bulunanlar cezâ tertîb itmek vâcib olub ol makûle hükkâm ve kibâr irâdesi ve himâyesiyle şurûta mugâyir alaybeği arzı olmaksızın mahlûl zeʿâmet ve tîmâr arzıhâl ile âhere tevcîh olunur ise tahvîli yazılmayub şurût üzere alaybeği arzıyla evlâd veyâhûd karındâşa veyâhûd mülâzıma virilmekde sonradan gelen hükkâm ve vülât ve alaybeğiler ve sancaklu ve mülâzımlar ısrâr ve ittifâk idüb tevcîh itdirdeler. Ve bu şerâʾit-i muʿteberenin bir sûreti yazılub reʾîsü’l-küttâb ve defter emîninin hatemleriyle mahtûm kılındıkdan sonra alaybeğilerin yedlerine virilüb selefden halefe teslîm olunarak hıfz u zabt oluna. Kazâʾen zâyiʿ olur ise tekrâr bir sûret ihrâcına tâlib olalar. Gerek vülât ve vükelânın ve gerek alaybeğilerin sırren ve alenen ahvâlleri tecessüs ü tefahhus ve der-i devlet-medâra vârid olan arzları dahî dâʾimâ nazar-ı taharrî ve basîret ile tedkîk olunub mugâyir-i tavr ve istikâmet-i sakâmet ve hiyânetleri meşhûd olur ise vebâlleri boyunlarına haklarında tertîb-i cezâ olunacağı musammem ve meczûm olmağla imdi. Fî Gurre-i Ş sene 191.
Ek III: 1732 Tarihli Tımar ve Zeamet Kanununun Tıpkıbasımı[51]
Ek IV: 1777 Tarihli Tımar ve Zeamet Kanununun Tıpkıbasımı[52]