ISSN: 0041-4247
e-ISSN: 2791-9714

ALİ SEVİM

Dedesi Câfer b. Abdullah el-Cevzî'nin adından esinlenerek İbnü’l - Cevzî adıyla tanınmış olan Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed Cemalüddin el-Bağdadî, bilimle ilişkisi olmayan zengin bir ailenin çocuğu olarak 1116 yılında Bağdad’ta dünyaya gelmiştir. Çok küçük yaşta babasını kaybeden İbnü'l-Cevzî, amcasının destek ve yardımı, ayrıca, babasından kalan maddî servete sahip olması sonucunda, dönemin töresi uyarınca birçok seyahatler yaparak değerli bilim adamlarından çeşitli dersler almış, böyiece devrin değerli bilginleri arasında önemli bir yere sahip olma imkânını kazanmıştır. Daha sonra Bağdad’a gelip yerleşen İbnü'l-Cevzî, çeşitli medreselerde ders okutmak, camilerde ve diğer çeşitli mekânlarda kalabalık halk topluluklarına etkili vaazlar vermek ve eserler (300 kadar) yazmakl.a meşgul olmuştur. Hanheli mezhebine mensup olmasına rağmen hiçbir zaman sert düşünce ve hareketlerde bulunmamıştır. Abbasî halifelerinden el-Muktefî (1096-1160) ve el-Müstencid (1116-1 170)'in vezirliklerinde bulunmuş olan Avnüddin Ebu'l- Muzaffer Yahya b. Hubeyre (1096/97-1165), gerçek bir evlâdı gibi gördüğü Türk yetiştirmesi Hüsameddin Kızoğlu'nu İbnü'l-Cevzî 'nin kızı Râbia ile evlendirmiş ve bu evlenmeden ünlü tarihçi Şemsüddin Ebu'l-Muzaffer Yusuf dünyaya gelmiştir. İbnü'l-Cevzî, küçük yaşta babası ölen torunu Yusuf'un yetişip dönemin sayılı bir bilim adamı olmasında büyük çaba göstermiştir. Yusuf, dedesi İbnü’l - Cevzî'nin devrin ileri gelen bir bilgini olması dolayısıyla Sıbt İbnü'l-Cevzî (İbnü'l-Cevzî' nin torunu) lâkabım almıştır[1]. Ömrünü bilimsel çalışmalar yapmak ve etkili vaazlar vermekle geçiren İbnü'l-Cevzî, 16 Haziran 1201 'de Bağdad’ta vefat etmiştir.

Genellikle dinî eserler yazmış olan İbnü'l-Cevzî, tarih ve biyografi alanlarında da eserler kaleme almıştır. Bunlar arasında, makalemizin konusunu oluşturan el-Muntazam fi Tarihi'l- Mülûk ve'l-Ümem (Ya da Kitabu'l-Muntazanı ve Mültekatü'l-Multazam fi Ahbâri'l-Mülûk ve'l-Ümem) adlı eseri, genel bir vekayinâme olup hilkatten (Evrenin ve insanın yaratılışı) başlayıp 1179 yılına değin cereyan etmiş olan çeşitli olayları kapsamaktadır. Eser, yıl esasına göre düzenlenmiş olup olayların anlatımından sonra özellikle her yılda vefat eden değerli kimselerin (Bilim adamları ve siyasî kişilerin) biyografilerini ayrıntılı olarak içermektedir. Bu arada eserde, tabiî olarak Selçuklular tarihi ve özellikle onların Abbasi Halifeliği ile olan çeşitli ilişkileri hakkında da bilgiler yer almaktadır[2]. Biz, bu makalemizde, eserde yer alan Selçuklularla ilgili bilgileri, eserin Muhammed Abdülkadir Ata ve Mustafa Abdülkadir Ata tarafından yayınlanan (Beyrut 1992, 1995, indeks, İbrahim Şemseddin, Beyrut 1993-95 I-XVIII cilt) nüshasından yararlanarak ortaya koymaya çalışacağız. Şimdi bu bilgileri, öteki ilgili kaynak (Özellikle Sıbt'ın Mir'âtü'z-zaman adlı eserinden) ve araştırmalardan yararlanmak suretiyle yıl esasına göre ortaya koyup değerlendirmelerini yapmaya çalışacağız.

CİLT XV.
H. 430 (1038/39) Yılı Olayları

Bu Yılın Ocak/Şubat ayında, Selçuk[3], Horasan ve Cebel’ (Cibâl)'e[3a] hâkim ve sahip oldu, bunun üzerine Gazne hükümdarı Mesud b. Mahmud b. Sebüktekin buradan kaçtı, böylece Selçuklular da Gazne ülkesine hâkim oldular. Mîkâil 'in çocukları Ebû Tâlib Muhammed Tuğrul Bey ve kardeşi Davud (Çağrı Bey) ile Niruz[4], Gazne ülkesine hâkim olup aralarında bölüştüler.

Selçukluların devlet kurma yolunda Samanoğulları devletiyle olan ilişkileri ve özellikle Gazneli ve Karahanlı devletleriyle giriştikleri mücadeleleri, Gaznelilere karşı kazandıkları 1035 ve bağımsızlık zaferini oluşturan 1038 zaferi metinde yer almamıştır[5].

H. 432 (1040/1041) Yılı Olayları

Metinde, son derecede genel olarak Oğuzların Rey kentine gelip konakladıkları, Gazne hükümdarı Mesud'un Gazne'ye gittiği, Tuğrul Bey'in de Nişabur'a. döndüğü, Selçukluların bu başarılı hareketleri sonucunda kuvvet, kudret, haşmet, heybet ve azametlerinin son derecede arttığı, bu arada içinde bilginlerin de bulunduğu bir grup insanı öldürdükleri, fakat bazı bilginlere yumuşak davrandıkları, belirtilmiştir[6].

H. 434 (1042/43) Yılı Olayları

Bu yılda Tuğrul Bey'in Nişabur'u ele geçirdiği[7] ve kardeşi Yınal adıyla ünlü olan Yusuf un oğlu İbrahim'i Rey ve Cebel (Cibâl)'e gönderip ele geçirttiği, kaydedilmiştir[8].

H. 435 (1043/44) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak, metinde, Sultan Tuğrul Bey'in Rey'den hareketle Cebel’e sefere çıkışı kaydedilmiştir. Tuğrul Bey'in, kendi yakın adamı olduğu belirtilen (Büveyhilerden) Celâlüddevle Ebû Tahir (b. Bahâüddevle )'e bir mektup gönderdiği, bu mektupta Cebel’in (Başıboş Oğuzlar tarafından) tahrip edildiğini, bu yüzden burada üç bin kişinin kaldığım, mescitlerin kapılarının kapatıldığını, kaydedilmiştir. Bundan sonra Tuğrul Bey, Celâlüddevle'den "Kendisine 'Ulu hükümdar' diye hitap etmesini bildirmişti. Bunun üzerine Celâlüddevle' den ona, "Ulu hükümdar ve mü'minlerin emîrinin koruyucusu" sıfatlarıyla hitap etmişti. Celâlüddevle, ayrıca (Hilâfet veziri) Amîdüddevle (b. Cehîr.yada Cüheyr )'ye de "En şerefli insan er-Reîs Ebû Tâlib Muhammed b. Eyyûb” sıfatlarıyla hitap etmişti. Öte yandan halife (el - Kâim Biemriliah), Halifelik Divanı'ndan bir tevki çıkartıp bir mektupla kadıların en doğru hüküm vereni olan Mâverdî (Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib) ile Sultan Tuğrul Bey'e gönderdi. Bu mektupta halife, "Ülkesinde halka karşı yaptığı kötü muameleleri yapmamasını, onlara karşı lütuf ve ihsanlarda bulunmasını" emrediyordu. Mâverdî, Sultan Tuğrul Bey'e gidip Rey kentine yaklaşınca sultan, halifenin mektubuna saygı göstermek amacıyla onu Rey'e dört fersah uzaklıkta karşıladı[9].

Bu kayıtlardan sonra metinde şu bilgiler yer almaktadır:

Bu yılda, Oğuzlar, emir Karvaş (b. Mukalled )'ın yönetiminde bulunan Musul'u ele geçirdiler, bu arada Karvaş'ın sarayını da işgal ettiler ve şehirde fesat ve karışıklıklar çıkardılar. Bunun üzerine Ebû Câfer es-Simnân î'nin yakın arkadaşı (Ya da evlâtlığı) olan Ebu'l-Berekât, Oğuzlarla savaş için Bağdad’a halifeye geldi; daha sonra Şerif Ebu’l - Hasan b. Câfer en-Nessâbe de Musul'dan kaçıp halifeye geldi. Çok geçmeden Karvaş ve Dübeys b. Ali b. Mezyed, kuvvetleriyle harekete geçip Oğuzları yenilgiye uğrattılar ve onların büyük bir bölümünü öldürdüler[10].

H. 437 (1045/46) Yılı Olayları

Bu yılda, çok genel nitelikte metinde, Tuğrul Bey'in kardeşi İbrahim b . Yınal'in Karmisin'e (Kirmanşah) yürüyüp burasını (bölge emîri) Ebu'ş-Şevk Fâris b. Muhammed[11]'den aldığı, daha sonra da Hulvan[12]'a gidip şehri bir süre tamir ettirdiği haberinin Bağdad’a geldiği, kaydedilmiştir[13].

H. 438 (1046/47) Yılı Olayları

Bu yılda metinde verilen bilgiler Hulvan ve yöreleri emîri Sûdî b. Fâris hakkında olup şöyledir:

Sûdî b. Fâris, amcası Mühelhil ' den ayrılıp Oğuzlara katıldı ve onlardan aldığı kuvvetlerle Hulvan'a yürüyüp ele geçirdi ve burada İbrahim b. Yınal ve kendi adına hutbe okuttu. Fakat bir ay sonra harekete geçen Mühelhil, Hulvan'a yeniden hâkim oldu ise de Sûdî ve Oğuzlar, Hulvan'a yürüyüp şehri yağma ettiler. Bu arada Bedrân b. Sultan b. Simâl el - Hafâcî'nin ölümü üzerine Receb b. Menî b. Simâl, Hafâceoğullarının başına geçti. Çok geçmeden Receb, harekete geçip Sürhâb b. Muhammed ve kardeşini Hâlid b. Ömer 'i ve Sûdî b . Fâris'i tutsak aldı ve Sûdî 'yi ok (Ya da taş) attırmak, iki oğlunu da astırmak suretiyle öldürttü[14].

H. 440 (1048/49) Yılı Olayları

Bu yıl içinde İbrahim b. Yınal'ın -tabiî Kutalmış 'la birlikte- beraberlerinde Oğuz kitleleri olduğu hâlde, Bizans yönetimindeki Doğu Anadolu'ya sefere çıkıp fetihlerde bulundukları anlatılmakta ve bu konuda şu bilgiler verilmektedir:

Oğuzlardan pek çoğu, Mâverâünnehr'den İbrahim b. Yınal 'a geldi; İbrahim b. Yınal, onlara "Biz, sîzlerin bizim yanımızda kalmanızdan (yiyecek ve diğer şeyler bakımından) dolayı sıkıntıya düşüp tedirgin oluyoruz. Bu nedenle bizim sîzlerle birlikte Rum (Anadolu)’a gidip orada cihat yapmamız, en iyi, doğru ve isabetli bir iş olur" dedi. Bunun üzerine Oğuzlar, Anadolu'ya yöneldiler, daha sonra İbrahim b. Yınal da Anadolu'ya yönelip ileri harekâtına devamla İstanbul'a 15 günlük uzaklığa kadar yaklaştı. Bu harekâtı sırasında İbrahim b. Yınal, Bizanslılardan 100 binden fazla tutsak ve koyun ele geçirdi; aldığı tutsaklardan da dört bin zırh aldı; daha sonra o. kendisine getirilen 10 bin sığır ile ülkesine geri döndü[15].

H. 443 (1051/52) Yılı Olayları

Metinde, bu yılda Sultan Tuğrul Bey'le ilgili şu ilginç bilgiler yer almıştır, şöyle ki:

Bu yılda, Sultan Tuğrul Bey, İsfahan'ı kuşatıp şehre girdi[16]. Daha önce Rey kentini güzel bir şekilde imar ettiren Tuğrul Bey, İsfahan'da bir binayı yıktırdı; bu yıkılan binanın içinde, değerli mücevherler, süslenmiş (küçük) gemiler (Taşıt araçları), altın ibrikler, nefis mücevherlerle dolu topraktan yapılmış iki tane Çin kabı ve büyük bir define bulundu, ayrıca kapalı bir mekânda, içinde l0 bin altının bulunduğu çatlayıp ayrılmış bir toprak kap da bulundu[17].

H. 445 (1053/54) Yılı Olayları

Bu yıla ait çok kısa olarak metinde verilen tek bilgi, Oğuzların Irak’da gitmek üzere Hulvan'a yöneldikleri haberinin Bağdad’a ulaştığıdır[18].

H. 446 (1054/55) Yılı Olayları

Bu yılda, metinde, Bağdad şıhnesi Arslan Besâsîrî 'nin Bağdad’a işgalinden önce cereyan eden olaylar hakkında şu bilgiler yer almaktadır[19]:

Bağdad’lı Türk askerleri, kendilerine maaşlarını vermeyen son Irak Büveyhî hükümdarı olan Melikürrahîm'in vezirine karşı şikâyette bulunmak amacıyla bir araya geldiler. Bağdad’lı Türklerin kendisine karşı harekete geçmeleri üzerine vezir, halife el-Kâim Biemrillah'ın Harîmi’ne[20]sığındı. Bununla birlikte Bağdad’lı Türkler, huzursuzluk ve kargaşa çıkarmak amacıyla şehre dağılıp vezire karşı baskılarını sürdürmeye çalıştılar; bu cümleden olarak onlar, Dicle ırmağı kıyısında çadırlar kurduktan sonra silâhlanıp atlarına bindiler. Bunlardan bir grup, halifenin Divanı'na giderek vezirle aralarındaki sorunları konuştular ve Halifeden, vezir onların sorunlarıyla ilgilenmesi hususunda destek olmasını" söylediler; daha sonra da atlarına binip harekete geçtiler. Bu nedenle şehirde dedikodular arttı, onların karışıklık ve fitne çıkaracakları her yana yayıldı. Bunun üzerine sokaklar ve geçit yerleri kapatıldı. Bu olayın Cuma günü cereyan etmesi nedeniyle Kasr (Saray) ve öteki camilerde Cuma namazı kılınmadı. Bu arada halk, mallarını Halifelik Sarayı'nın kapılarından olan Bâbu'n-nûbe[21] ve Bâbu'l-merâtib'e naklettiler, halkın bu hareketi şaşılacak bir şey idi. Esasında buralar da Türklerin saldırısına uğrayan yerlerdendi. Bu arada ülkede "Vezirin, bir kimsenin evinde ne zaman bulunursa onun kanı ve mah helâl ve mubah ve onu gösterenin de alacağı mükâfat iyi olur" sözleri münadilerle halka ilÂnedildi. Bu ilândan hemen sonra Türkler, silâhlarıyla atlarına binip Dâru'r-Rüm mahallesine gittiler. Burada Besâsîrî 'nin kâtibinin ve başkalarının evleri vardı. Türkler, buraları yağma ettikten başka buradaki kiliseye girip pek çok mal ele geçirdiler, daha sonra da kilise ile birlikte birkaç evi de ateşe verdiler; avâm tabakası ise Türklerle savaştılar. Kerh mahallesi[22], Kalâîn[23], Nehrü Tâbek[24] ve Harbiyye[25] halkını korumak amacıyla da Bâbü'l-garebe'ye[26] geçtiler. Öte yandan halife el- Kâim Biemrillah, Türklere haber gönderip "Sîzlerin, veziri bizden istediğinizi biliyoruz; biz, onun adamlarını yakalattık, bu, bizim için mümkün olan bir amaçtı, fakat canı tehlikeye atan fitne ve fesattan hiçbir eser kalmadı. Eğer bu durum, sizin arzu ettiğiniz gibi olursa bu husustaki hakkımızın anlaşılmasına kadar bize mühlet veriniz" dedi. Bunun üzerine Türkler, "Buna itaat edecekleri" hususunda halifeye cevap gönderdiler, halifelikçe "Türklere bazı şeylerin verilmesi" kararlaştırıldı, böylece Türkler de sâkinleştiler. Bunun üzerine vezir, ortaya çıktı ve talep edilmesi üzerine de bir bıçakla kendini yaraladı. Daha sonra da o, Besâsîrî 'ye teslim edildi. Vezirlik görevini ise Ebu'l-Hüseyin b. Abdurrahîm üzerine aldı[27].

Bu olayın anlatımından sonra hiçbir bilgi verilmeden yalnızca "Sultan Tuğrul Bey'in Rum (Anadolu) ülkesine gazaya çıktığı"[28] ifade edildikten sonra Ebu'l-Hâris el-Muzafferel-Besâsîrî'nin faaliyetleri hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Besâsîrî, Türklerin sözkonusu edilen davranış ve hareketlerinden sonra beraberinde Hafâceoğulları[29] olduğu hâlde, Bağdad’a döndü ve şehrin batı kesimindeki evine gitti. O, bu hareketi nedeniyle halife tarafından azarlanmadı, o da bundan sonra halifeye hizmetten geri durmadı. Fakat bununla birlikte ondan halifeye karşı birtakım nefret davranışları görülmeye başlandı. Çok geçmeden Besâsîrî, Duceyl ırmağı[30] tarafına gitti, bu sırada halifenin veziri Relsürrüesâ İbnü'l- Müsl i me 'nin bazı yakınlarının şehrin karşı kesimine geçirilmesi için bir gemi hazırlandı. Fakat Besâsîrî, gümrük vergisi isteyerek buna engel oldu. Bu arada da huzursuzluk yaratan propagandalar artmaya başladı. Bunun üzerine halife, Besâsîrî ’ye kalbini hoş tutan haberler gönderdi. Besâsîrî de halifeye "Benim Hilâfet Divanı'nda görevli nâibten başka hiçbir sorun ve şikâyetim yoktur" diye haber yolladı. Daha sonra da o, Horasan yoluna gitti ve Hilâfet Divanı'na ait arazi ve diğer yerlerle ilgili işlerin yürütülmesini ağırlaştırdı[31].

Bu yılın Zülhicce (Mart) ayında Besâsîrî , Enbâr’a[32] yönelince yandaşları olan Bağdad Türkleri ve avam tabakası, yağma amacıyla Bağdad’tan çıkıp ona katıldılar. Çok geçmeden beraberinde Dübeysb. Alib. Mezyed olduğu hâlde Besâsîri , Enbâr'a ulaşıp burasım ele geçirdi ve burada bulunan bilgin bir kimsenin ellerini kesti. Daha sonra Besâsîri . Bağdad’a döndü ve onun halifece Beytü'n-nühe'ys gelmesi istendi; o, burada hazır olunca da kendisine hil'at giydirildi ve sonra da Beytü'n-nübe'nm hizasına gidip halifeye hizmet ve ululamada bulunduktan sonra buradan ayrıldı, fakat şehrin Dicle ırmağının öte yakasındaki kesimine geçmedi[33].

H. 447 (1055/56) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak, Rebiülâhır (Haziran) ayında Besâsîrî 'ye içinde şarap bulunan bir teknenin Bâbü'l-Ezec'e[34] geldiği ve İbn Sükkereel- Hâşim î ve Abdüssamed'in adamlarından bir grubun gelip bu tekneyi parçaladığı kaydedilmiştir[35]. Bu kayıttan sonra metinde, Bağdad’ta cereyan eden fitne ve fesat olayları hakkında da şu bilgiler verilmiştir:

Bâbü't-tâk[36] ile Sûk-i Yalıya[37] halkı arasında fitne ve fesat hareketleri sürüp gitti. Sâhibü'ş- şurta (Güvenlik kuvvetleri yetkilisi) ve Türkler, bu fitne ve fesadı bastırmak için atlarına binip harekete geçtilerse de bu, bir yarar sağlamadı. İki taraf arasındaki bu mücadele, Bâbü'l-Basra (Bağdad’taki Basra Kapısı) ve Kantarateyn'deki[38] Kerh mahallesi halkına da sıçradı. Öte yandan Besâsîrî, Halifelik Divanı'na getirilip "Halifeye sadakat ve bağlılıkla itaat edeceği" hususunda ant içirildi. Daha sonra Türkler, Besâsîrî 'nin önünde bağırıp çağırmak suretiyle gürültü çıkardılar ve "Haklarının kendilerine ulaştırılmadığını" söylediler ve ondan "Kendilerine yardım yapılması" hususunda izin vermesini istediler, o da onlara bu izni verdi. Bu arada halifenin veziri Relsürrüesâ (Ebu’l - Kâsım Ali İbnü’l - Müslime), Besâsîrî 'ye dil uzatıp "onun tutum ve davranışlarının iyi olmadığım; Mısır halifesiyle mektuplaştığını; Abbasi halifesine karşı düşmanca hisler beslediğini" halifeye söyledi. Bunun üzerine halife, ona "Besâsîrî 'yi ne yapalım?" sorusunu sordu. Vezir de ona "Onun şimdi öldürülmesi uygun olmaz" cevabını verdi[39].

Bu kayıtlardan sonra İbnü'l-Cevzî, yalnızca Abdurrahman adıyla bahsettiği Ebû Mansur Abdurrahman el-Kazzâr aracılığıyla Ebû Bekr b. AIi el- Hatîb (el-Bağdadî )'den -eseri olan Tarihu Bağdadı belirtmeksizin- şu bilgileri nakletmektedir:

Besâsîrî adıyla bilinen Arslan et-Türki 'nin haşmet, kuvvet ve otoritesi büyüdü ve Türklerin ileri gelenleri arasında eşi ve benzeri olmaması nedeniyle güçlendi ve herkesi korkutucu ve ürkütücü oldu. İşte bu nedenle o. memleketleri istilâ ile ele geçirdi, böylece onun adı, Arap ve Acem emirleri arasında dolaşmaya (söylenmeye) başladı. Çok geçmeden de onun adına, Irak, Ahvaz(Ehvaz)[40] ve yöreleri camileri minberlerinde hutbe okundu ve o. buralardan vergi aldı. Halife el-Kâim Biemrillah. onsuz herhangi bir şeye karar veremezdi. Fakat bir süre sonra Besâsiri 'nin kötü niyeti ve Bağdad’taki Tiirklerden bir grubun onunla işbirliği yaptığı, halife tarafından tespit edilip ortaya çıkarıldı; çok geçmeden de o, Vâsıt’ta[41] bulunduğu sıralarda Hilâfet Sarayı'nı yağma ve halifeyi yakalama plânları yapmaya başladı. Bunun üzerine halife, bu sırada Rey kenti yörelerinde bulunan ve Tuğrul Bey adıyla bilinen Oğuz emîri Ebû Tâlib Muhammed b. Mîkâil'e mektup yazıp onu Irak's, gelme hususunda teşvik etti. Halifenin bu girişimini öğrenen Besâsîrî 'nin yandaşlarından büyük bir bölümü, ondan ayrılıp Bağdad’a döndü ve aralarında fikir ve işbirliği yaptıktan sonra Harimü'z-zâhiri (Tâhirî)'nin yakınında bulunan Derbü Salih[42]- adıyla bilinen yerdeki Besâsîrî 'nin oturduğu yere saldırarark buradaki binaları ateşe verip moloz yığını hâline getirdiler. Öte yandan Tuğrul Bey, Ramazan 447 (Kasım/Aralık 1055)'de Bağdad’a gelince Besâsiri , Fırat ırmağı kıyısındaki Rahhe'ye[43] gitti. Bu arada kendisine Bağdad Türklerinden büyük bir kitle de katıldı; işte bu sırada Besâsîrî , Mısır Fatımi halifesi (el - Mustansır Billah) ile mektuplaşıp "Kendisine itaat hâlinde bulunduğunu ve Irak'ta adına hutbe (şiî) okutacağını" bildirdi. Bunun üzerine Mısır halifesi, ona para yardımında bulundu ve Rahbe (Fatımi) emirliğine atadı[44].

Hatîb Bağdadî 'den yapılan bu nakilden sonra metinde, "Musannif (Yani İbnü’l - Cevzî) diyor ki" başlığı altında şu bilgiler verilmektedir:

Tuğrul Bey, Bağdad’a yaklaşınca askerleri Horasan yolu üzerinde yayıldılar. Bu nedenle halk, tedirgin ve huzursuz oldu ve onları korku aldı. Bu arada şehir dışında oturan halk, Hilâfet Sarayı'na gittiler. Öte yandan Tuğrul Bey'in elçisi, aşağı-yukarı 30 Oğuzla birlikte Hilâfet Divanı'na geldi. Bunu hoş karşılamayan ve huzursuz olan askerler, silâhlanıp atlarına bindiler. Elçi, Tuğrul Bey'in halifeye olan mektubunu Hilâfet mensuplarına teslim etti. Mektupta, "Halife hazretlerini görmek, ve ondan inayet istemek için geleceğini, daha sonra da yollarını onartmak için Hacca gideceğini; buradan da Suriye halkı ve doğru yoldan sapıp direnişe geçenlerle mücadele edeceğini" bildiriyordu. Bu arada önce Tuğrul Bey'in, daha sonra da (Büveyhi hükümdarı) Melikürrahîm'in adları hutbelerde okutuldu. Bu sıralarda Hilâfet veziri Relsürrüesâ (İbnü'l-Müslime), beraberinde bir topluluk olduğu hâlde, Tuğrul Bey'i karşılamaya çıktı; veziri, bir Türk topluluğu ve özel bir atla (şehrî) sultanın hâcibi karşılayıp özel atı ona takdim ederek "Bu, sultanın özel binitlerinden bir attır; senin buna birkaç gün binmen, sultan tarafından istendi" dedi. Bunun üzerine Relsürrüesâ, katırından inip bu ata bindi. Bundan sonra da sultanın veziri Amîdüddevle Ebû Nasr el-Kündürî geldi. Relsürrüesâ, onu karşıladı; vezir, atından inip yaya yürümek istedi. Fakat Relsürrüesâ, buna engel oldu; böylece her ikisi, binitleri üzerinde oldukları hâlde, kucaklaştılar. Daha sonra da her ikisi, Nehrevan'a.[45] gittiler. Relsürrüesâ, sultanı karşılayıp ona "Halife adına iyi ve güzel sözler söyledi". Bunun üzerine sultan, bu sözler için halifeye teşekkür etti. Bu arada Relsürrüesâ, halifeyi ululaması için yer öpmesi hususunda sultana işarette bulundu. Daha sonra sultan, "Ben. buraya ancak halifenin iyi işlerinden, yüksek ve değerli âdet ve törelerine uyup itaat etmek ve bu şerefli hizmetin gerçekleşmesi dolayısıyla öteki Horasan hükümdarlarından ayrı konumda olmak, halifeliğin düşmanlarından öç almak, fethedip hâkim olmak amacıyla Suriye ülkesine gitmek için geldim. Ayrıca Hac yollarını yapmak üzere de geri döneceğim" dedi. Bunun üzerine Relsürrüesâ, sultana "Ulu Tanrı sana bütünüyle dünyayı verdi, bu nedenle nefsini, bu nimetin bazılarıyla satın al! (Yani bu nimeti iyi kullan!). Tanrı ‘nın sana vereceği dârü'l-âhıreti (âhiret mekânını, öbür dünyayı) arzu et!" dedi ve sultandan "Melikürrahîm 'in çocuklarının gitmek istedikeri yere gönderilmesini" istedi ve hemen Melikürrahîm'i sultana teslim etti. Böylece o, tutsak alınmış oldu ve bu yılın Ramazan ayının sonunda (Aralık sonları) da onun adı, hutbelerden çıkarıldı ve bir kaleye[46] gönderilip orada hapsedildi[47].

Bu kayıtlardan sonra metinde, yine "Musannif (İbnü'l-Cevzî) diyor ki" başlığı altında Tuğrul Bey'in Selçuklu Türklerinin ilk hükümdarı olduğu ve Selçuklular devletini bina edip kurduğu, Melikürrahîm adıyla adlandırılan kimsenin ise Deylem emirlerinin ve Büveyhoğulları hükümdarlarının sonuncusu olduğu, kaydedilmiştir. Bu kayıttan sonra da Ramazan (Aralık) ayında Besâsîrî 'nin kâtibi İbnü'l-Hasen Saïd b. Nasr en-Nasrânî' nin tutuk¬landığı, Hilâfet Sarayı ve diğer yerlerdeki mal ve hâzinesinin mühürlendiği, kaydedilmiştir.

Bu küçük, fakat öteki ilgili kaynaklarda yer almayan kayıttan sonra metinde, 2 Şevval (25 Aralık)'de Tuğrul Bey'in yanında sekiz fil olduğu hâlde Dârü'l-memleke (Sultanlık Sarayı)’ye girdiği ve askerlerinin de Bağdad’taki Türkerin evlerine dağılıp yerleştikleri belirtilmiştir[48].

Bu kayıttan sonra 10 Zülkade Salı günü (31 Ocak 1056 Çarşamba), Damganlı Ebû Abdullah Muhammed b. Ali'nin Kadi'l-kudâtlık (Başkadı) görevine atandığı ve ona hil'at giydirildiği, daha sonra Çarşamba günü (1 Şubat) Tuğrul Bey'e de hil'at giydirildiği[49], bundan sonra ise Ebû Abdullah Muhammed 'in, önünde borular ve davullar çalındığı hâlde evine döndüğü kaydedilmiştir.

Bu çok kısa kayıttan sonra metinde. Çağrı Bey'in kızı Hatice Arslan Hatun'la evlenmesi kararlaştırılan halifenin oğlu Zahîretüddin Ebu'l-Abbas Muhammed' in öldüğü (Zülkade = Ocak? Şubat) kaydedilmektedir ki, bu husustaki bilgiler Selçuklularla ilgili olmadığı için biz burada onlardan bahsetmiyoruz.

Cilt XVI.
H. 448 (1056/57) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak metinde, şu bilgiler verilmiştir:

Muharrem ayının başlangıcında (Mart 1056 sonları) Tuğrul Bey'in veziri Amîdülmülk / Ebû Nasr (Mansur b. Muhammed) el-Kündürî, (Tâcü'l-mülûk Ebû Kâlicâr) Hezâreb b. Bikir (Bengîr) b. Iyad el-Kürdî ile Basra, Ahvaz ve buralara bağlı yerlerin vergisini tahsili etmesi için bu yıl (H. 448) için, 360 bin sultan altını karşılığında bir anlaşma (Tabiî sultan adına) yaptı. O da bu yerlerin vergilerine el koydu; ayrıca ona Ahvaz'da (Tabiî halife ve sultanın adlarından sonra) kendi adına hutbe okutması hususunda izin verildi[50].

Bu kayıttan sonra, Bağdad’a gelen bir kısım Selçuklu askerlerinin halkın evlerine yerleştirilmeleri sonucunda, ortaya çıkan huzursuzluklar ve alınan önlemler hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Bu yıl içinde, Selçuklu askerlerinin Bağdad halkının evlerine girip yerleşmeleri dolayısıyla şehirde huzursuzluk ve zarar yaygınlaştı. Bunun üzerine halife el-Kâim Biemrillah, veziri Relsürrüesâ İbnü'l-Müslime'ye, "Sultan Tuğrul Bey'in veziri Amîdülmülk Kündürî'yi çağırmasını ve bu huzursuzluğu onunla konuşmasını, kendisinin bu huzursuzluktan endişelendiğini bildirmesini; eğer sultanın, Ulu Tanrı'nın yerine getirilmesini kesinlikle gerekli (vâcib) gördüğü şeylere itimad ettiği takdirde halka yapılan bu kötü şeyler hususunda bize yardımcı olması hususunu bildirmesini" emretti. Bunun üzerine Relsürrüesâ, "Katına gelmesi" hususunda Kündürî'ye bir mektup yazdı. Relsürrüesâ, çok geçmeden yanma gelen Kündürî'ye, halka yapılan kötülükleri anlattı. Bunun üzerine Kündürî, derhal sultana gidip durumu arzetti. Sultan ona "Askerlerin çokluğu nedeniyle onları kontrol etmeye pek gücüm yetmiyor" dedi. Fakat kısa bir süre sonra sultan, bir gece, veziri Kündürî'yi yanına çağırıp ona şunları söyledi:

"Ben, bir gece, bana bu anlatılanlar nedeniyle, Ulu Tanrı'nın korkusu ve tedirginlik beni sarmış olduğu hâlde, uykuya daldım; rüyamda bir şahıs gördüm; bunun -Ulu Tanrı'nın salât ve selâmı üzerine olsun- Tanrı'nın elçisi (Hz. Peygamber) olduğunu hissettim; o, güya Kabe'nin kapısında ayakta duruyordu; ben, bu sırada ona selâm verdim; fakat o, bana hiç iltifat edip yakınlık göstermedi ve bana 'Tanrı, kendi memleketleri ve buralardaki kulları hakkında sana emir ve hüküm veriyor, fakat sen, onun ululuğuna rağmen bunlara uymamaktasın ve dolayısıyla yerine getirmekten çekiniyorsun. Şimdi derhal halifenin Divanı'na git ve Emirü'l-mü'minîn’in (Halifenin), kendisine itaat edilmesi hususundaki emir ve isteklerine bak!"' dedi. Sultanın bu rüyası, halifenin veziri Relsürrüesâ'ya bildirildi. Bunun üzerine Divan'dan Tuğrul Bey'in, Efendimiz Tanrı elçisini -Tanrı'nın salât ve selâmı üzerine olsun- rüyada görmesi müjdesi nedeniyle bir tevki çıktı. Relsürrüesâ, bu tevki ile sultana gitti ve tevkii ona verdi. Sultan bu tevkii okuyunca ağladı ve "Selçuklu askerlerinin halkın evlerinden çıkarılmasını ve bu husustaki buyruğunu kendi adına yerine getirecek birinin gönderilmesini" emretti[51].

Bu kayıtlardan sonra Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad’taki bazı faaliyetleri hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Bu yıl içinde Sultan Tuğrul Bey, korunması gereken kimselerin (kadın, çocuk vs.) içine girip sığınmaları için uzun bir sur ve ayrıca bu surun içine evler yapılmasını isteyip, işi başlattı. Bu arada Sultan, Dârü'l-memleketi'l-Adudiyye'nin yenilenmesi için ustalar topladı ve buraya yakın olan Bağdad’ın doğu kesimindeki evleri, mahalle, çarşı ve yolları yıktırdı. Bu işleri gerçekleştirmek amacıyla, gerekli malzemeleri sağlamak için, Türklerin oturdukları bir kısım evler yıkılarak ahşap kısımları çıkarılıp alındı, bunu önlemek isteyen bu evlerde oturan halk, kullandıkları eşyanın ahşap kısımlarını alıp mobilyacılara ve fırıncılara sattılar[52].

Bu kayıttan sonra Çağrı Bey'in kızı ile halifenin evlenmesi anlatılmakta ve şu bilgiler verilmektedir:

Bu yılın Muharrem ayına sekiz gün kala, Perşembe günü (13 Mart 1056 Çarşamba), halife el-Kâim Biemrillah'ın, Sultan Tuğrul Bey'in kardeşinin (Çağrı Bey) kızı Hatice (A rslan Hatun) ile l00 bin altın mihr karşılığında nikâhı kıyıldı. Nikâhta Kadi'l- kudât Ebû Abdullah ed-Damgânî, Başkadı Ebu'l-Hasenel-Mâverdîve nikâh hutbesini okuyan Relsürrüesâ Ebu'l- Kâsım İbnü'l-Müslime hazır bulundular. Bir süre sonra İbnü'l-Müslime, "Efendimiz ve büyüğümüz Emirü'l-mü'minin lütfedip nikâhı uygun görüp kabul buyururlarsa nikâhı kıyarım" dedi. Bunun üzerine halife, "Bu nikâhı bu mihrie (100 bin atın) kabul ettik" dedi. Şaban ayı (Ekim) girdiği zaman İbnü'l-Müslime, sultana gidip Emirü'l-mü'minin, sana şunları söyledi dedi: "Ulu Tanrı, 'emanetleri ehline veriniz[53] diye size buyuruyor. Değerli emanet Azîze'nin (Arslan Hatun) Hilâfet Sarayı'na nakli hususunda tarafımızdan izin verilmiştir". Bunun üzerine sultan, "Başüstüne" dedi. Daha sonra halifenin annesi, Dârü'l-memleke (Sultanlık Sarayı)’ye gitti ve "Arslan Hatun'un Hilâfet Sarayı'na gönderilmesi” haberini bildirdi ve Arslan Hatun da ona teslim edildi. Böylece ikisi birlikte akşam saatlerinde Bâbü'l-garebe’[54]’ye gittiler. Selçuklu veziri Amîdülmϋlk Kündürî, Arslan Hatun'la birlikte içeri girip yer öptü ve dedi ki: "Sizin hâdiminiz Rükneddin (Tuğrul Bey), emanetin (gelin Arslan Hatun'un) Hilâfet Sarayı'na getirilmesi hususunda sizin yüksek törelerinize uymuştur. O, gelin hususunda ıdu kişiliğinize sığınıp para ve diğer şeylerin verilmemesinden sakınılmasın! istiyor". Daha sonra onlar, saraydan ayrıldılar. Bundan sonra gelin Arslan Hatun, birkaç kez yer öptü. Bu arada halife el -Kâim Biemrillah, onu kendine çekip yaklaştırdı ve kendi tarafında yanma oturttu. Bu arada ona, altınla işlenmiş bir ferace giydirdi ve başına mücevherlerle işlenmiş bir taç koydu. Halife, ertesi gün de geline, 100 ipekli giysi ve altın işlemeli keten bezi (Ya da simli şerit) ve üzerinde, yakut ve fîrûze bulunan küçük çıkıntılı altın bir tas verdi ve ayrıca da Dicle ırmağı (Timar, zeamet) gelirinden 12 bin altın tahsis etti[54a].

Bu kayıtlardan sonra metinde, Bağdad’ta, yiyecek ve öteki mal ve mülk fiyatlarının aşırı derecede yükseldiği; özellikle yiyecek maddeleri alamayan fakir halktan pek çok insanın yaygınlaşan veba hastalığına yakalanıp hayatlarım kaybettiği; ölülerin yıkanmadan ve kefensiz olarak gömüldükleri; bir günde bin insanın öldüğü; ölümlerin Receb (Eylül/Ekim) ve Şaban (Ekim/Kasım) aylarında daha da arttığı; bu nedenle Sultan Tuğrul Bey'in kendi parasından 18 bin kişiyi kefenletip gömdürdüğü; bu arada 4-5 kişinin bir tabuta konulup defnedildiği ve nihayet pahalılık ve veba hastalığının Mısır, Mekke, Hicazi, Diyarbakır, Musul. Cibâl, Horasan ve daha pek çok yerlere yayıldığı belirtilmiştir[55].

Bu kayıttan sonra metinde, Reîsürrüesâ Ebu'l-Kâsım Ali b. el-Hasen İbnü'l-Müslime'nin Bağdad’taki (Şiîlerin oturduğu) Kerh mahallesine (Sünnîlerin simgesi) siyah bayrakların açılmasını" emrettiği; bunun üzerine mahalle halkının rahatsız ve tedirgin olduğu; İbnü'l-Müslime'nin. onların sıkıntı ve üzüntülerini artırmak hususunda pek çok çaba gösterdiği; fakat Tuğrul Bey'in veziri AmîdülmülkKündür î'nin, buna engel olduğu kaydedilmiştir[56].

Bu kayıttan sonra metinde, muhtesib Ebû Mansur b. Nâsır es-Siyârî'nin, zimmet sahiplerinin (Zimmilerin) hesaplarını kontrol edip el koyduğu; onları, boyalı (Renkli) sarıklar giymeye mecbur ettiği; onun bunu sultanın emri üzerine dolayı yaptığı; fakat Aslan Hatun'un, bu mecburiyeti onlardan kaldırıldığı, dolayısıyla da muhtesibi bu uygulamadan men ettiği belirtilmiştir[57].

Bu kayıtlardan sonra metinde, Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad’tan ayrılıp Mısır Fatımî halifesiyle iş birliği yapan Arslan Besâsîrî ve beraberindekilere karşı harekâta başladığı hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

Bu yılda Sultan Tuğrul Bey, Musul'a yönelmek için Bağdad’tan ayrıldı, beraberinde, marangozlar ile büyük ve küçük mancınık yapan ustalar vardı. Sultan, Bağdad'ta 13 ay, 13 gün kalmıştı. Halife, kendisinin Bağdad’ta kalması için pek çok çaba gösterdi ise de sultan, Bağdad’ta kalmayıp ordusuyla harekete geçip Evânâ[58], Ukberâ[59] ve yörelerine akınlarda bulundu ve tutsaklar aldı; bu arada Tekrit'e[60] de yönelip kalesini kuşattı. Sultanın bu harekâtı nedeniyle ülkenin sınır bölgelerinde pahalılık yaygınlaştı; öyleki 6 eşek yükü (1 kür) buğday 190 altına yükseldi; fiyatlar Selçuklu askerleri arasında da arttı. Bu nedenle 3.202 gram (1 ratl) ekmek 1 dirhemin altıda birinin (Dânak) yarısına satıldı[61].

H. 449 (1057/1058) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak Sultan Tuğrul Bey'in halife el-Kâim Biemrillah ile buluşması anlatılmakta olup şöyledir:

Bu yılda Sultan Tuğrul Bey, halife el-Kâim Biemrillah ile buluştu. Esasında sultan, bu buluşmanın Zülkade (Ocak) ayında gerçekleşmesi için halifeden istekte bulunmuştu. Hilâfet veziri Relsürrüesâ İbnü'l-Müslime, önünde hâcipler olduğu hâlde, Sahnü's-selâm (Selâmlık) revakının baş tarafında bir yere oturdu ve Nakibü'l-Abbâsiyyin ve'l-Aleviyyin, Kadi'l-kudât ve şâhidleri yanına çağırdı. Öğle olunca İbnü'l-Müslime, Sultan Tuğrul Bey'e mektup yazıp "Halifenin, huzuruna kabul izninin içeriğini" bildirdi ve bu mektubu Hâşimi ailesinden el-Me'mûn'un iki oğlu, Hâs Hadim ve Hâcibler ile sultana gönderdi. Sultan, bu mektubu alıp okuyunca derhal, kendisine halife tarafından gönderilmiş olan süslü bir deniz aracına bindi; sultanla birlikte birkaç nehir teknesi, bunların arkasında da karadan iki fil, sultanın hizasında ilerliyorlardı. Bir süre sonra sultan, önünde yürüyen (Ebû Kâlicâr b. Bûye ’nin) çocukları (Ebû Ali veEbû Tâlib Kâmurâ), emirler ve melikler ve aşağı yukarı 500 Türk gulam olduğu hâlde, Hilâfet Sarayı'na girdi ve Sahnü's-selâm'ın dehlizinin önüne ulaştı. Burada atının üzerinde uzun süre bekledi. Nihayet kapı açıldı. Bunun üzerine sultan, atından inip yürüyerek Sahnü's-selâm'a girdi. Bu sırada Relsürrüesâ, ortaya çıkıp sultanı karşıladı. Çok geçmeden sultan, yerden aşağı yukarı 7 arşın (4.76 m.) yükseklikte bir tahtın üzerinde oturmakta olan halifenin bulunduğu yere girdi. Halfenin üzerinde, sade uzun bir gömlek, başında bir sarık, omuzunda, Peygamber'in -Tanrı'nın salât (Rahmet) ve selâm (Selâmeti)'ı üzerine olsun- cübbesi ve elinde bir deynek vardı. Sultan, halifeyi görünce birkaç kez yer öptü ve halifenin oturduğu yere yaklaşınca Relsürrüesâ, onu halifenin oturduğu taht'tan başka, ondan yaklaşık üç ayak uzaklıktaki güzel ve hoş görünümlü bir taht'a götürüp oturttu. Daha sonra da halife Relsürrüesâ'ya "Rükneddin (Sultan)'i senin tarafına al!" dedi. Fakat sultanla birlikte veziri Amîdülmülk Muhammed b. Mansur el-Kündürî de vardı; böylece Relsürrüesâ, her ikisini de kendi tarafına aldı ve yanındaki bir kürsüye sultan oturdu. Daha sonra halife, Reîsürrüesâ'ya. "Tuğrul Bey 'e söyle ey Ali! 'Halife, senin çalışma, davranış ve çabalarından dolayı seninle öğünüyor; erdemli olman nedeniyle de sana teşekkür ediyor; senin kendisine yakınlaşmandan dolayı hoşlanıyor ve sana olan sevgisi artıyor. Ulu Tanrı 'nın kendisine verdiği bütün ülkelerin görevlendirmelerinin hepsini sana veriyor ve böylece de seni oralarda görevlendiriyor ve oralarda yaşayan kullarına ihtimam gösterme işini sana veriyor. Seni görevlendirip sorumlu kıldığı şeylerden dolayı Tanrı' dan korkup bu sorumluluktan çekinmeni ve sana verdiği nimetlerin değerini ve bu husustaki kulluğunu iyi bilmeni, ülkelerin imarı ve kulların işlerini yürütmede, adaletin yayılması ve zulmün bertaraf edilmesi hususlarında çaba göstermeni istiyor" dedi. Halifenin Relsürrüesâ tarafından nakledilen bu sözlerini vezir Amîdülmülk Kündürî, sultana Türkçeye çevirmek suretiyle açıkladı. Bunun üzerine sultan, ayağa kalkıp yer öptü ve "Ben, halifenin hizmetkârı ve kölesiyim, onun buyruk ve yasaklarını yerine getirip uygulayan görevli bir insanım ve bu hususta beni kendisine ehil kabul edip görevlendirmesiyle ve Ulu Tanrı 'dan yardım, tevfık ve doğru yolu aramakl.a şeref duyarım" dedi. Sultan, bu konuşmasından hemen sonra yerinden kalkıp hil'at giydirilmesine halifece izin verilmesi üzerine beraberinde, veziri Amîdülmülk Kündürî olduğu hâlde. Selâmlık (Kabul salonu)'m yanındaki bir odaya girdi. Çok geçmeden sultana aynı türde yedi hil'at giydirildi ve başına da taç kondu; böylece sultan, odadan çıkıp halifenin ön tarafına oturdu. Bu arada da yer öpmek istedi ise de başındaki taç nedeniyle bunu yapamadı. Bu arada halife, önünde bulunan özel kılıcı alıp sultana kuşattı ve ona "Doğu'nun ve Batı'nın (Yani dünyanın) hükümdarı" unvanıyla hitap etti. Daha sonra halife, üç bayrak getirtti, bunlardan ikisi, üzerinde, sarı yazılarla, biri de altın işlemeli yazılarla, "Şükür" yazılı bayraklar idi. Halife, "Şükür" yazılı bayrağı eliyle bağladı ve getirttiği ahidnâme ile birlikte sultana verdi. Sultan da bu ahd'e sadakatle bağlı kalacağına söz verdi. İşte tam bu sırada sultana halife tarafından "Bizim (Halife) sana verilen bu ahidnâmemiz, bizim buyruğumuzun gerektirdiği şeyleri yapman için sana tercüme edilip okunsun. Tanrı, bize ve sana, bütün Müslümanlar için bizim yaptığımız ve tesis ettiğimiz şeyleri hayırlı kılsın. Tanrı 'nın emîr buyurduğu şeyleri yapman için halife, sana öğüt verip emrediyor. Tanrı' nın yapmaman için senden uzak tuttuğu şeylerden sen de kendini uzak tut! Bu Relsürrüesâ Mansur b. Ahmed, bizim senin yanındaki nâib, vekil, emanet ve temsilcimizdir; onu koru ve gözet! Çünkü o, kamil ve güvenilir bir insandır. Ulu Tanrı 'nın adını kendine dost, arkadaş ve koruyucu bilerek hareket et!" dedi. Halifenin, kendisine bildirilen bu konuşmasından sonra sultan, halifeye teşekkür edip iyi niyet, itaat ve sadakatim göstermek için yer öptü ve halifenin şerefli ve kutsal elini öpmek istedi. Halife de ondan ayrılmadan önce elini iki kez ona uzattı. Sultan onun elini öpüp gözlerine sürdü. Daha sonra orada bulunan ve cereyan eden her şeye tanık olan büyük ve küçük devlet ve hilâfet ileri gelenlerinin hepsi, odadan çıkıp başka bir mekâna girdiler. Sultan da halifelik sarayının avlusuna çıkıp önünde bayraklar olduğu hâlde, atma binerek oradan ayrıldı. Bu sırada Selâmlık'ın damından Beytü'n-nübe'nin penceresine kadar uzanan bayraklar asıldı. Relsürrüesâ, Pazartesi günü, sultana gidip, halife adına, onu kutladı ve ona "Halife, nimetinden sana bol bol vermek, kendisine ait görevleri sana devrederek seni görevlendirmek ve sana hil'at vermek için kutlama törenine katılmanı istiyor" dedi. Bunun üzerine sultan, ayağa kalkıp yer öptü ve "Halifenin, teşekkürü ve ömrünün geri kalan kısmında kendisine kulluk yapacağını bir rütbeye ve altınla işlenmiş bir divanı bana göndermeye beni lâyık görmüştür" dedi. Bunun üzerine Relsürrüesâ, sultana "Halife, bu hil'atı giymen ve şerefli meclise gelip oturmanı sana emrediyor; halifenin nimet ve lütuflarının sürekli oluşunu görebilmeleri için ilgili kimselere izin vermeni senden istiyor" dedi. Böylece sultan, halifenin, kendisine olan bu yakınlığına sevindi. Daha sonra sultan, halifenin, kendisine karşı olan bu güzel tutum ve davranışına karşılık olarak ona kılıç ve kemerleri takılı, at üstünde 50 Türk askeri, 20 at, 50 bin altın ve 50 parça giysi gönderdi[62].

H. 450 (1058/59) Yılı Olayları

Bu yılın en önemli olaylarından olan Tuğrul Bey'in kardeşi İbrahim (b .) Yınal'ın isyanı, bu arada Besâsîrî 'nin Bağdad’ı işgali ve bu sıralarda cereyan eden ilginç ve çeşitli olaylar metinde şöylece verilmiştir:

Sultan Tuğrul Bey, beraberinde kardeşi İbrahim b. Yınal olduğu hâlde (önce Besâsîrî ve müttefikleri tarafından işgal edilen) Musul'a, daha sonra da Nusaybin'e yöneldi. Bu sıralarda İbrahi mb. Yınal, Tuğrul Bey'e isyan ile beraberinde büyük ordusu olduğu hâlde, Tuğrul Bey'den ayrılıp Rey ketinde doğru yöneldi. Bu arada Besâsîrî de İbrahim b. Yınal'a mektup gönderip Tuğrul Bey'e isyana devamla tek başına Selçuklu Devleti hükümdarı olması hususunda onu hırslandırıp kışkırttı ve kendisine yardım sözü verdi. Bu durum karşısında Sultan Tuğrul Bey ordusunu geride bırakıp İbrahim b. Yınal'ı izlemeye başladı. Bu arada da veziri Kündürî, oğulluğu Enûşirvan ve eşi Hatun (Altuncan)'u geride bıraktığı askerlerle bu yılın Şevval (Kasım/Aralık) ayında Bağdad’a gönderdi. Bir süre sonra "Tuğrul Bey'in, kardeşi İbrahim b. Yınal ile Hemedan’da savaşa tutuştuğu ve İbrahim b. Yınal’ın Tuğrul Bey'e galip geldiği ve onu Hemedan’da kuşattığı" haberi, Bağdad’ta yayıldı. Bunun üzerine sultanın eşi Hatun, oğlu Enûşirvan ve vezir Kündürî, Hemedan'a gitmek istediler. Onların bu kararı üzerine Bağdad’ta durum, son derecede ıstırap verici bir hâl aldı. Bu arada uydurmacı insanlar, "Besâsîrî 'nin Bağdad’a yaklaşmakta olduğu" haberini etrafa yayıp Bağdad’ta korku ve heyecan yarattılar. Bunun üzerine Kündürî, Tuğrul Bey'e yardıma gitmekten vazgeçti. Onun bu karar ve tutumu üzerine Hatun, Kündürî ve onunla birlik olan oğlunu yakalatıp tutuklamaya girişti. Bu nedenle onlar, Bağdad’ın batı kesimine kaçtılar ve üzerinden geçtikleri Dicle köprüsünü parçalayıp tahrip ettiler, bu arada onların Bağdad’taki evleri yağma edildi. Öte yandan Hatun'la beraber olan Oğuzlar, Hatun 'un beraberinde bulunan silâh, giysi ve diğer çeşitli malları aldılar. Çok geçmeden Hatun, kendisine katılan ordunun büyük bir bölümüyle birlikte Hemedan'a yöneldi. Bu arada Kündürî ve Enûşirvan, artık güvenli olarak Ahvaz yoluna çıktılar. Böylece Bağdad askerden boşalınca halk, tedirgin olup korku ve telâşa kapıldı. Bunun üzerine halka "Kim şehirden çıkmak isterse çıksın" denildi. Fakat halk ve çocuklar buna ağladılar. Bu arada halkın büyük bir bölümü Bağdad’ın batı kesimine gitti, bu nedenle oraya geçiş fiyatı 1, 2 ve 3 altına yükseldi. Bu gece, halifenin sarayının üstünde aşağı yukarı 10 baykuş, toplu hâlde rahatsız edici ve huzuru bozan sesler çıkarıyorlardı. Bunun üzerine Ebu'l-Agar (Dübeys)b. Mezyed, Reîsürrüesâ'ya "Bizim yanımızda, ortaya çıkacak kötü olaylara karşı koyacak bir askerî kuvvet yok, bu nedenle halifenin Bağdad’tan çıkıp aşağı memleketlere gitmesi, iyi olur" dedi. Halife, kendisine bildirilen bu öneriye olumlu yanıt verdi ise de sonradan, sarayından çıkıp ayrılmak, kendisine çok ağır geldi. Bu nedenle de bu fikrinden vazgeçti. Fakat Reîsürrüesâ, halifeye, Bağdad’tan ayrılma fikrini kabul etmesi için pek çok çaba gösterdi. Bu arada avam tabakasından bazı kimseler, düşmanlarımıza karşı savaşın uygun ve yerinde olacağı düşüncesiyle toplanmışlardı. Bu sıralarda Reîsürrüesâ ve Amîdü’l-Irak (Ebû Nasr Ahmedel-Müstevfî) Dârü'l-memleke (Sultanlık Sarayı)'ye giderek silâhların iyi olanlarını olarak geri kalanlarını ateşe verip yaktılar. 6 Zülkade Cuma günü (25 Aralık Cuma) halk, Besâsîrî 'nin Enhâr'da olduğu haberinin doğru olduğunu tespit ettirdi ve hemen Mansur Camii'ne Cuma günü saldırdılar. Bu nedenle imam, camiye gitmedi, müezzinler de minarelerde ezan okuyup hemen aşağı indiler ve "Besâsîrî 'nin askerlerinin Dâru'r-rakîk[63] sokağı hizasına gelmiş olduklarını gördüklerini" haber verdiler. Bu nedenle halk, Cuma namazını hutbe okunmaksızın kıldı. Ertesi günü (Cumartesi) önce, aşağı yukarı 200 atlı Bağdad’a geldi. Sonra da Zülhicce (Ocak/Şubat) ayında, Pazartesi günü, beraberinde Mısır bayrakları olduğu hâlde Besâsîrî, Bağdad’a girdi. Bu sırada da Dicle ırmağı kıyısında kösler vuruldu. Kerh mahallesi halkı, Besâsîrî 'yi karşıladı; halk, Besâsîrî 'nin atının önünde durup, kendilerinin yanında kalması için ona dua ve niyazda bulundu. Daha sonra Kerh mahallesine giren Besâsîrî, buradan da Meşraatü'r-revâyâ'ya giderek burada çadır kurdurup oturdu. Besâsîrî 'nin ön tarafında, üzerinde "el- İmam el- Mustansır Billah Ebû Temim Muaddu Emiri'l-mü'minin" yazılı bayraklar vardı. Bu arada Besâsîrî, ayak takımı ve alelâde insanları toplayıp, onları halifenin sarayını yağma etmeleri için kışkırttı. Esasında halk, çok zor durumda olup nerdeyse acından ölmek üzere idi. İşte bu sırada Kureyş b. Bedran, aşağı yukarı 200 atlı ile gelip Bûbü'l-Basra'nın su yolu üzerinde konakladı. Besâsîrî 'nin askerleriyle Bağdad’a gelip konaklaması üzerine Amidü’l-Irak, Bağdad’ın doğu kesiminde, beraberinde askerler, devlete ait yakınları, Hâşimiler, avam tabakası ve Türkler olduğu hâlde, akşama değin at üstünde bekledi. Besâsîrî 'nin askerleri, onlarla karşı karşıya geldilerse de aralarında herhangi bir şey olmadı. Bu sırada Kadi'l-kudat Ebû Abdullah ed - Damganî'nin evi, Besâsîrî yandaşları tarafından yağmalandı. Evde bulunan sicillerin büyük bir bölümü ile hukuk kitapları telef oldu; bunlardan bazıları attarlara satıldı; bu arada halifeye ait evler de yağma edildi. Ayrıca mezhep ayrılığı nedeniyle öç olmak için Bâbü'l-Basra'nın büyük bir bölümü de yağma edildi. Bu nedenle burada oturan halk, çırıl çıplak evlerini terkedip buradan Sûku'l- Mâristan'a gittiler, beraberlerinde kadın ve çocuklar olduğu hâlde, yollara oturdular. Hava da bu sıralarda çok soğuk idi. Kerh mahallesi halkı, ezanlarına (Şiî simgesi) "Hayya alâ hayri'l-amel (Hadi iyi iş yapmaya)" cümlesini eklediler. Bu nedenle onlarda büyük bir sevinç, neşe ve mutluluk hasıl oldu. Bu arada onlar, beyaz bayrak hazırlayıp Kerh mahallesinin ortasına diktiler. Ayrıca bu bayrağın üzerine de "el-Mustansır Billah" adını yazdılar ve bu bayrağın bulunduğu yere hep birlikte oturdular; işte bu sıralarda da Dicle ırmağı üzerinde bulunan teknelerde çarpışmalar olmakta idi. 13 Zülkade Cuma günü (1 Ocak 1059 Cuma) olunca Mansur Camii'nde Mısır hâkimi (Halife el-Mustansır Billah) adına Şiî hutbesi okundu ve ezana da "Hayya alâ hayri'l-amel" cümlesi eklendi. Bu sıralarda Besâsîrî, Dicle ırmağı üzerindeki köprünün onarılmasını başlattı. Bu nedenle Bâbü't-tâk geçişe kapatıldı. Çok geçmeden Besâsîrî 'nin askerleri, onarılan köprüden geçip ez-Zâhir semtinde konakladılar ve 20 Zülkade Cuma günü (8 Ocak 1059 Cuma) Rusâfe Camii'ne gidip namaz kıldılar, bu camide Mısır halifesi adına hutbe (Şiî) okutuldu. Öte yandan halife el-Kâim Biemrillah, sarayının çevresine ve Nehrü'l-Muallâ'ya[64] hendekler kazdırdı. Ayrıca Halbe'ye[65] de kuyular kazdırdı ve buraya savaş için gelecek olanların içine düşmesi amacıyla bu kuyuların üzerleri örtüldü. Ayrıca halifenin sarayının surlarına, burçlar inşa edildi. Relsürrüesâ, saraydan dışarı çıkıp Bâbü'l-Halbe'nin aşağı tarafında durarak oradakilere ok dağıttı ve onlara kapıyı açtı. Bu sırada Besâsîrî, geri çekilmek suretiyle onları kendi tarafına çekti. Daha sonra da onlara âniden saldırıp bozguna uğrattı. Bu nedenle sarayın bu kapısı ölülerin cesetleriyle doldu, Relsürrüesâ ise korkusundan halifenin sarayına kaçtı. Bu arada halifenin haremindekiler, haremden kaçarak Bağdad’ın batı kesimine gittiler. Bu sırada avam tabakası, Nehrü'l-Muallâ ve Divanü'l-Hâss'ı ifade edilemeyecek ölçüde yağma ettiler. Çarşıları da ateşe verdiler. Bunun üzerine halife, kara bir giysi giyip omuzunda Hz. Peygamber'in hırkası, ön tarafında sancak, elinde kınından sıyrılmış bir kılıç, çevresinde Hâşimilerden bir zümre, başlan açık ve saçları dağınık, ellerinde altın iplerle bağlanmış Kur’anlar olan câriyeler, önünde kılıçları çekilmiş hâdimler olduğu hâlde, atına bindi. Bu sırada Amîdü’l-lrak (Ebû Nasr Ahmed el-Müstevfî) halifenin Kureyş b. Bedran'ın himayesi altına alınması isteğine tanık oldu. Kureyş ise Besâsîrî ile bir anlaşma yapıp onunla birlik oldu. Bu arada halife, kendisine ait olan ve üzerinde çevrenin seyredilebileceği sarayının Manzara kısmına çıktı. Bu arada halifelik veziri Ebu'l-Kasım İbnü'l-Müslime, ortaya çıkıp göründü ve Kureyş'e "Ey Alemüddin, halife, senin buraya yaklaşmanı istiyor" diye seslenince Kureyş de Manzara'ya yaklaştı ve İbnü'l- Müslime ona "Tanrı, sana, hiç kimsenin nâil olamadığı bir rütbe versin. Çünkü halife, kendi canı, ailesi ve yakın adamları için Ulu Tanrı ve onun elçisi - Tanrı'nın salât ve selâmı üzerine olsun- ve Arap milletinin kefaletiyle senin himayene girmek istiyor" dedi. Bunun üzerine Kureyş, ona "Ulu Tanrı, onu himayesine almıştır" dedi. Bunun üzerine İbnü'l-Müslime, ona "Onunla (Halifeyle) beraber olanlar, bu himayeye dahil mi?" diye sorunca o da "Evet" dedi ve sarığının altındaki külâhını çıkarıp kefalet olarak halifeye verdi. Bunun üzerine İbnü'l- Müslime. aşağıdan gözlerini onlara dikip baktı. Halife aşağı inince Halbe Kapısı'nın karşısındaki kapı açıldı, o da oraya girdi. Bunun üzerine Kureyş, onun önünde birkaç kez yer öptü. Daha sonra Besâsîrî, söz konusu kefaleti haber alınca Kureyş'e, haber gönderip "Sen, aramızda ant içtiğimiz hâlde, her ikisine, kefalet mi verdin?” dedi. Esasında Besâsîrî ile Kureyş, "Birbirlerinden habersiz hareket etmeme, karar vermeme ve ülkeden elde edilecek olan bütün mal ve paraları, aralarında bölüşme" hususunda ant içmişlerdi. Bunun üzerine Kureyş, ona "Ben, aramızda kararlaştırılan şeylerden dönmedim. Senin düşmanın, İbnü'l-Müslime'dir, al onu!, Ben de buna karşılık halifeyi alırım" dedi. Bu öneriyi benimseyen Besâsîrî'ye İbnü'l- Müslime'yi getirip teslim etti. Besâsîrî, onu görünce "Merhaba, devletleri yıkıp milletleri, ülkeleri ve içindeki insanları mahveden!" dedi. Bunun üzerine İbnü'l-Müslime "Ey emîr, kudret ve kuvvet sahibi olduğundan dolayı beni affet!" dedi. Besâsîrî, cevap olarak ona "Sen, kuvvet ve kudret sahibi idin. Esasında sen, sancak sahibi olan bir tâcir idin; o zaman kadın, çocuk ve askerleri asla affetmedin. Ben, böylece kılıç sahibi olarak seni nasıl affederim? Sen, benim mallarımı alıp eşimi cezalanırdın ve beni, Bağdad’tan sürüp uzaklaştırdın, düzenimi bozdun ve evimi tahrip ettin. İşte bütün bunlar, senin kötü kusurlarından ve yetersiz aklından hasıl olmuştur" dedi. Bu arada halk, toplanıp İbnü'l-Müslime'yi yakalayarak öldürmek istedi. Bunun üzerine Besâsîrî, halkın bu hareketinden kaygıya düşerek onu yanına aldı ve kendisinden özür dilerken de onu sürekli olarak azarladı. Bu arada İbnü'l-Müslime'nin bindiği atın üzengisini tutan adam, onu yere düşürmek amacıyla atın kolanını çözdü, halk da ona yardım etmişti; çok geçmeden İbnü'l- Müslime yere düştü, derhal atından inen Besâsîrî, onu halkın saldırısından korumak için kendi atma bindirdi ve kendi otağına götürüp bağladı. Sonra da bağlarını çözüp dövdü ve onu yeniden bağladı. Daha sonra Besâsîrî, halifenin eşi Melike Hatun (Arslan Hatun)'u ele geçirdi. Ona izzet ve ikramda bulunduktan sonra onu Ebû Abdullah İbn Cerede'ye teslim etti. Öte yandan Kureyş, halifeye, Bağdad’ın doğu kesimindeki evinin hizasında bir çadır kurdurdu. Halife de buraya girip yerleşti. Bu arada Kureyş, İbnCered e'yi himayesine aldı. Çünkü o, daha önce kendi evini ve buraya sığınan tâcirleri koruduğu için Kureyş'e l0 bin altın verme taahhüdünde bulunmuştu. Öte yandan avam takımı, halifenin sarayını yağma edip pek çok kumaş, cevâhir ve yakut ele geçirdiler. Bu arada Ebû Sa'd es-Sûfî 'nin ribatını ve İbn Yusuf (İbn Cerede)'un da evini ateşe verip yaktılar. Fakat sonra "Yağmanın durdurulması" emredildi. Öte yandan Besâsîrî, binitiyle askerlerine gitti. Daha sonra da bu askerlerinin hepsini ele geçirmek istediği Harîmü't-Tâhiri’ye götürdü. 4 Zülhicce Cuma günü (22 Ocak Cuma) halifenin camiinde hutbe okunmadı, öteki camilerde ise Mısır hâkimi adına Şiî hutbesi okundu. Aynı gün, halifenin Bağdad’ta kalma isteği, yerinde görülmedi. Bu nedenle Besâsîrî ve Kureyş b. Bedran arasında "halifenin Bağdad’tan nakli ve onun ikisinden birinin elinde kalmaması. Hadisetü Âne[66] hâkimi Muhâriş adıyla bilinen bedeviye teslimi ve her ikisinin, halife hakkındaki kararları kesinleşinceye kadar Hadisetü Âne'de göz altına alınması" hususunda müzakereler cereyan etti. Halife, bunu öğrenince Kureyş 'e haber gönderip kendisine sığınacağını bildirdi. Fakat o, halifenin bu önerisini kabul etmedi. Bunun üzerine halife, kalkıp Kureyş 'in çadırına gitti ve onu görünce eteğine yapışıp dedi ki: "Benim senden uzaklaştırılmam ve senin himayenden çıkarılmamla ne yapılmak istendiğini, bilmiyorum. Ben, kendi canımı, benim hakkımda gerekli olan kefaleti bana vermen şartıyla ancak sana teslim ederim. Ben, şu anda sana geldim. Böylece senin beni himayene alman gerekir. Tanrı 'ya ant olsun ki Tanrı, benim içimdedir. Beni Besâsîrî 'ye teslim edersen o zaman beni mahvedip yok etmiş olursun. Essasında böyle bir davranış, Arap töresinde yoktur". Bunun üzerine Kureyş, "Sana hiçbir zarar, ziyan ve kötülük yapılmayacaktır, fakat bu çadır senin gibi ulu birisinin kalmasına uygun değildir; Besâsîrî, senin burada kalmana razı olmaz. Bu nedenle ben, seni Hadisetü Âne'ye nakledip dindar bir insan olan amca oğlum Muhariş'e teslim edeceğim. Benim himayeme güven ve çadırına dön!" dedi. Onun bu sözleri üzerine halife, ümitsizliğe düşüp ayağa kalkarak "Karar, Tanrı'ya aittir, çünkü Tanrı, her şeyin en iyisini ve doğrusunu yapar. Ulu Tanrı’nın güç, kuvvet ve kudretinden başka hiçbir güç, kuvvet ve kudret yoktur" dedi. Öte yandan Kureyş, 9 Zülhicce Çarşamba (27 Ocak Çarşamba) gecesi Bağdad’ın batı kesimine geçti ve Mansur Camii'nin yakınına çadırını kurdu ve halifeyi de Mekabir-i Kureyş'teki[67] Meşhed’e götürdü ve ona "Geceyi burada geçir!" dedi. Fakat halife "Bana düşman olan Aleviler burada oturuyorlar" diyerek bunu kabul etmedi ise de sonunda mecburen Meşhed’e girip geceyi bir türbe evinde geçirdi. Ertesi gün, Besâsîrî veKureyş'in adamlarından bir grup, halifeyi kaldığı yerden alıp bir deve üzerindeki kubbeli çadıra (Tahtırevan) oturtarak önce Enbâr'a, daha sonra da Fırat ırmağı üzerindeki Hadisetü Âne'ye gönderdiler. Buranın hâkimi, iyi ahlâklı, doğru, dürüst ve halifeye hizmet üstlenen Muhârişel-Bedevî idi. Halife, Enbâr'a ulaşınca üşüyüp soğuktan şikâyette bulundu. Bunun üzerine Enbâr ileri gelenlerinden olan İbn Mehdeviyye (İbn Mehdûye) adıyla bilinen bir kimse, halifeye kolsuz gömlek, çarşaf, battaniye ve pamuklu bir hırka (cübbe) gönderdi. Bu arada halife, Ewôâr'dan Bağdad’a bir mesaj gönderdi; o, bu mesajında Besâsîrî ve Kureyş'e "Kendisine lütuf ve ihsanda bulunup Bağdad’a geri döndürmelerini, kendisine ait bütün yerlerin korunması hususunda ciddi bir ant içmelerini" bildirdi. Fakat onun bu isteklerine hiç aldırış edilmediği gibi kendisine bu hususta herhangi bir cevap da verilmedi. Bunun üzerine halife, Hadisetü Âne'ye gidip orada ikamete başladı.

Hemedanlı Abdülmelik b. Muhammed,[68] halife el-Kâim Biemrillah'ı n yakınlarının birinden naklen şunları söyledi: Halife demiştir ki: Hadisetü Âne'de bulunduğum zaman bir gece namaz için kalktım. Kalbimde Tanrı 'ya bir münacaatın (yalvarıp yakarma) sıcaklığını ve tatlılığını hissettim. Bu nedenle de bana lütfedip kolaylık göstermesi için Ulu Tanrı' ya duada bulundum ve şöyle dedim: Tanrım, beni yurduma döndür. Benimle ailem ve çocuklarım arasındaki mesafeyi kapat! Böylece onlarla bir araya gelmemi, kolaylaştır, onlarla eza ve cefadan yorulmuş olduğumuz hâlde, ünsiyet bahçelerine bizi geri döndür! Bunun üzerine Fırat ırmağı kenarında, birisinin yüksek sesle "Evet, evet" dediğini, duydum ve kendi kendime "Bu adam, başka birisine hitap ediyor" dedim. Sonra da Tanrı 'dan dilek tutmaya ve ona yalvarıp yakarmaya başladım. Fakat çok geçmeden o bana bağıranı gördüm. Böylece Ulu Tanrı ‘nın, bizim başımıza gelen bu olaylar dolayısıyla o adamı gizli olarak konuşturduğunu anladım. Halifenin sarayından çıkışı, aşağı yukarı Zülkade (Aralık/Ocak) ayında idi, sarayına dönüşü de yine aynı ayda olmuştur[69].

İsfahanlı Mahmud b. el - Fazl (b. Ebû Nasr), halife hakkında şunları rivayet etmiştir: Halife el - Kâim Biemrillah , göz altında bulunduğu zaman bir dua yazıp bir bedeviye vererek ona "Bu duayı Kâbe'ye götürüp asmasını" emretti. Bu dua şöyledir:

Zavallı Kulundan Ulu Tanrı'ya

Tanrım! Sen, saklanan gizli sırları kesinlikle bilirsin. Tanrım! Senin bu bilinen ve kendi yarattıklarının -bunların içinde ben de varım- işlerine, benim bildirmemden daha çok vâkıfsın. Kullarından bir kul (Besâsîrî ), senin nimetine karşı nankörlük yapıp şükür etmedi, âkıbetleri hiçe sayıp dikkate almadı. Senin sabırlı olman karşısında o, gururlu ve şiddet sahibi bir insan oldu. Kötülük yapmak için bize saldırdı, düşmanca ve şiddetli hareket ve davranışlarda bulundu. Tanrım! Bize yardım edenler azaldı; zâlim, kuvvet ve kudret buldu. Sen, her şeyi bilen, âdil ve insaflı bir hâkimsin. Biz, ona karşı ancak senin yardım ve inayetinle galip gelebiliriz. Onun şer ve fesadından ancak sana sığınırız. O, senin yaratıklarınla kuvvet bulmuş, biz ise yalnız seninle kuvvet buluruz ey âlemlerin Rabbi! Tarım! Biz, onu, senin yargılamana havale edip sana bıraktık. Onun hakkında, adaletin yerine getirilmesi için seni bizim yerimize vekil yaptık. Bu nedenle benim ve onun arasında hükmünü ver! Çünkü sen, hâkimlerin en hâkimisin! Tanrım! Onun hakkında kuvvet ve kudretini ve senden dilediğimiz dilekleri bize göster! Tanrım! O, günah işleyerek kuvvet bulduğu için onun kuvvetini çek al! Ve kudretinle bizi, onun kudretine güçlü kıl ey merhametlilerin en merhametlisi olan Tanrım!"

Bedevî’nin bu duayı götürüp Kâbe'ye astığı gün, Besâsîrî 'nin öldürüldüğü tespit edildi ve bu tarihten yedi gün sonra da onun kesik başı Bağdad’a getirildi[70].

Öte yandan Besâsîrî, 10 Zülhicce Perşembe günü (28 Ocak Perşembe), Bağdad’ın doğu kesimindeki Musallâ'ya önünde bayraklar olduğu hâlde gidip burada kurban kesip bayramı kutladı. Onun önünde, âdet edindiği üzere, kendisine aman verdiği halifenin hâcibi Ebû Mansur b. Bekran vardı. Besâsîrî, Mansur Camii’ndeki minbere Ebu'l-Hasen (Muhammed b. Ahmed) b. el -Mühtedî 'yi atamıştı. Hatîbler ve müezzinler, (Şiî simgesi) beyaz elbiseler giydiler. Bu arada Besâsîrî, askerlerini Bağdad’ın batı kesimindeki Meşraatü'l-Mâristan'a nakletti ve el-Mustansıriyye adını verdiği altın paralar bastırdı. Paranın bir yüzünde "Bir Tanrı'dan başka ilâh yoktur, onun bir ortağı da yoktur. Tanrı’nın yakını olan Muhammed, Tanr ı'mn elçisidir", öteki yüzünde de "Tanrı’nın kulu ve onun yakını el - İmam Ebû Temîm el - Maad el-Mustansır Billah, Emîrü'l-müminîn" yazılmıştır. Besâsîrî , kendisini öldürmeye azmeden bazı kimseleri yakalatıp gece ırmakta boğdurtmak suretiyle öldürttü. Bu arada halk, halifenin Harım ve Sarayı'ndan dışarı çıktılar. Çünkü buralarda, her şey yağma edildiği için hiçbir şey kalmamıştı. Öte yandan Zülhicce ayının bitimine iki gece kala (15 Şubat). Ebu'l- Kasım İbnü’l - Müslime, eli bağlı olarak hapiste kaldığı Harîmü't-Tâhirî'den çıkarıldı. Üzerinde yün bir cübbe, başında kırmızı keçeden bir külâh, boynunda da muska gibi deriden bir tasma vardı. Böylece o, bir deveye bindirilip Bağdad’ın batı kesiminde dolaştırıldı. Arkası sıra birisi ona bir deri parçasıyla sürekli olarak vurmakta idi. İbnü’I - Müslime ise bu sırada "Söyle, Ey Tanrım, mülk sahibi olan sen, mülke sahipsin ve onu istediğine verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın."[71] âyetini okuyordu. O, Bağdad’ta gezdirilip halka gösterildi ve Kerh mahallesi halkı, ona eski, yıpranmış elbiseleri (Paçavralar) fırlattılar. Her yerde yüzüne tükürerek lânetleyip küfrettiler. İbnü'l-Müslime, halifenin sarayının karşı tarafında bir süre konduruldu. Daha sonra da ordugâha geri gönderildi; onun için Horasan Kapısı’nda bir tahta (kalas) dikildi ve deveden aşağı indirildi. Yeni soyulmuş bir öküz derisi kendisine giydirildi ve öküzün boynuzlan da başına geçirildi, omuzlarından geçirilen demir bir halkayla tahtaya diri diri asıldı. Esasında Besâsîrî, İbnü'l-Müslime'nin durumunu gözetlemek amacıyla birkaç gün daha yaşaması için "Köprücük kemiğindeki iki kancanın çıkarılmasını", ayrıca "Aç kalmaması için de her gün iki tane somun verilmesini" emretmişti. Bu emri alan kişi, Besâsîrî 'nin onu bağışlayacağından korkmuştu. İşte bu kimse, İbnü'l-Müslime'nin omuzundaki o iki kancayı vurarak çıkarmıştı. İbnü'l-Müslime. ölümü sırasında "Beni mutlu olarak yaratan ve şehid olarak öldüren Tanrı'ya şükürler olsun. Tanrı, seni (Besâsîrî), benim hakkımda muradına erdirdi. Sana nasıl hizmet edeceğimi görebilmen için beni yanına al! Eğer beni öldürürsen belki de Horasan Sultanı (Tuğrul Bey)'nın elinden bu ülkeyi ve halkı helâk edecek bir musibet çıkar" dedi. Öte yandan halk, ona sövüp saydı; İbnü'l-Müslime, akşama değin böyle çırpınıp durdu ve sonunda öldü[72].

Besâsîrî isyanı hakkında verilen bu bilgilerden sonra metinde. Sultan Tuğrul Bey'in Hemedan'dan çıkıp kardeşi İbrahim b. Yınal'ın kuvvetlerini yenilgiye uğrattığı kaydedilmiştir[73].

İbrahim b. Yınal'ın isyanının bastırılması hakkında verilen bu çok kısa kayıttan sonra metinde Batâ'ih’in (Batihâ - Bataklık çukur yerler)[74] bir yöresi kumandanı olan Ali b. Ebi’l- hayr'ın Tuğrul Bey'e isyan ettiği, içinde Amîdü'l-Irak Ebû Nasr'ın da bulunduğu Tuğrul Bey'in kuvvetlerinin onu yenilgiye uğrattığı belirtilmiş, bundan sonra da yaşça Tuğrul Bey'den büyük olan Davud ÇağrıBey'in vefat ettiği kaydedilmiştir[75].

Bu yılın son olayı olarak Hilâfet veziri İbnü'l-Müslime'nin öldürülmesi hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Ali b. el - Hasen b. Ahmed b. Muhammed b. Ömer Ebu’l - Kâsım İbnü'I-Müslime l8 Zilhicce Pazartesi günü (5 Şubat Cuma) Besâsîrî tarafından öldürüldü ve başı Bağdad’ta dolaştırıldı. Tarihçi Muhammed b. Abdülmelik el-Hemedanî (Kayıp) eserinde, bu hususta şunları zikrediyor:

İbnü'I-Müslime, vezirliğe atandığı zaman hil'at giydikten sonra Mansur Camii'ne gitti ve camiin tepesine çıkıp beraberindekilerle birlikte orada iki rek'at namaz kıldı ve "Bu yer, kutsal bir yerdir; burası, eskiden bir ibadet evi idi; burada el-Hüseyinb. Mansurel-Hallâc asılmıştı"[76] dedi. Daha sonra İbnü'l-Müslime, burada, şiddetli bir gök gürültüsü duydu ve burada bulunan halk, İbnü'l-Müslime'ye "Hallâcü'l-mezheb (Halide mezhebinden)" dediler. O. vezaret makamında 12 yıl 1 ay kaldı ve aynı makamda iken de asıldı. Bu olaydan sonra halk, daha önceki gök gürültüsünün, onun burada asılmış olmasıyla ilgili olduğunu anladı; onun ömrü 52 yıl, 5 ay idi[77].

H. 451 (1059/60) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak metinde, halifenin annesinin, saklandığı yerden Besâsîrî 'ye bir pusula yazıp "Fakirlik, zarar, eza ve cefaya uğradığını, öyle ki bir parça yiyeceğin dahi bir mazeret uydurulup kendisine verilmediğini" bildirdiği, bunun üzerine Besâsîrî 'nin Ermeni bir câriye olan ve 91 yaşına yaklaşan, hattâ biraz daha geçen bu kadını yanına getirttiği, daha sonra da ona Harîmü't-Tâhirî’de özel bir oda ve hizmet için de iki câriye tahsis ettirdiği, ayrıca ona her gün 12 rıtl (480 dirhem) ekmek ve 4 rıtl (160 dirhem) da et tahsis ettiği, kaydedilmiştir[78].

Bu kayıttan sonra metinde, şu bilgiler yer almaktadır:

12 Safer Pazartesi günü (30 Mart 1059 Salı) Besâsîrî, Kadi'l-kudât Ebû Abdullah ed-Damganî, Ebû Mansur b. Yusuf, Ebu'l-Hüseyinel-Hâşimî ve Abbasi ileri gelenlerinden bir grubu yanına çağırıp onlardan "el - Mustansır Billah'ı resmen tanımalarım (Biat)" zorla istedi ve bu hususta onlardan ant aldı, birkaç gün sonra da onlarla birlikte halifenin sarayına girdi[79].

Bu kayıttan sonra metinde, 2 Rebîülevvel Pazar gecesi (18 Nisan Pazar), Ebu'l-Kasım İbnü'l-Müslime'nin cesedinin Harimü't-Tâhirî’nin yakınlarına getirilip burada Dicle ırmağına atıldığı, belirtilmiştir. Bu kayıttan sonra ise metinde, şu bilgiler verilmektedir:

Besâsîrî, Rebîülevvel ayının 4. Salı günü (20 Nisan Salı), Kûfê'deki Meşhed (Meşhed-i Ali)'i ziyaret için Bağdad’tan ayrılıp Vâsıt'a gitti, beraberinde, teknenin içinde el-Alkamî adıyla (الألقس) bilinen ırmağı Meşhede akıtmak için -o, bunu yerine getirmeyi, kendine bir vefa borcu saymıştı- bazı âletler ve işçiler vardı. Besâsîrî, halifenin buradaki tâcını (Sarık) kaldırmak için birisini gönderdi ve tâcın bulunduğu yerin bir kısmı yıkıldı; bu sırada Besâsîrî 'ye "Bunun hiçbir anlamı yok; bu, yarardan daha çok bir suç sayılır" denildi, bunun üzerine tâcın bulunduğu yerin yıkımı durduruldu.

Besâsîrî 'nin bir kısım faaliyetleri hakkında verilen bu bilgilerden sonra Sultan Tuğrul Bey'in İbrahim b. Yınal'ı yenilgiye uğratıp öldürtmek suretiyle bertaraf etmesi ve daha sonraki faaliyetleri hakkında şu bilgiler yer almıştır:

Sultan Tuğrul Bey, kardeşi İbrahim b. Yınal' ı yenilgiye uğrat-tıktan sonra tutsak alıp öldürttü. Ayrıca ona bağlı olan Türkmenleri de öldürtmek suretiyle bertaraf etti[80]. Bu zaferden sonra sultan, Kureyş 'e haber gönderip "Halifenin eşi Arslan Hatun'u kendisine göndermesini ve halifenin de sarayına iadesini" istedi. Bunun üzerine Kureyş, Arslan Hatun'u sultanın istediği yere gönderdikten sonra sultana "Halifeyle ilgili olarak cereyan etmiş olan bütün olaylar İbnü'l-Müslime'nin hareket ve davranışlarından husûle gelmiştir; o (halife), ne zaman bir olay ortaya çıksa hemen Bağdad’ın ayrılıp Irak’ın başka kentlerine gitmek istiyor. Esasında ben, halifenin başına kötü bir şeyin geleceğine inanmıyorum. Biz, sana karşı durup, seninle savaşacak değiliz. Ancak seni buraya davet etmeyip senden uzak duracağız. Sizin askerleriniz, bu memlekete her gelişlerinde küçük su kanallarını ele geçiriyor ve buradaki ekili toprakları tahrip ediyorlar. Ben, şahsen Besâsîrî 'den gelebilecek bütün istekler hususunda aracılık yaparım" dedi. Bu arada Kureyş, Besâsîrî'ye haber gönderip "Sultan Tuğrul Bey'in istek ve arzularını yerine getirmesi ve buna karşı çıkmasından sakınması" hususunda uyarıda bulundu ve "Ben, sultanı 600 fersah uzaklıkta iken çağırarak davet etmiş, böylece de ona hizmette bulunmuştum. Biz, onunla tahmin edilemeyecek derecede yararlı ve iyi işler yaptık. Öte yandan Irak'ı ele geçirmemizin üzerinden altı ay geçmesine rağmen Mısır halifesinden bize hiçbir haber, mektup ve teşekkür gelmediği gibi, onun, bizim hakkımızdaki fikir ve düşüncelerini de öğrenemedik. Bizim ona gönderdiğimiz elçiler, bir yıl sonra geri döndüler. Böylece ondan bize, sadece malî ve askerî yardım gönderildi. Bizde ne zaman bir sorun ortaya çıksa Mısır halifesi, zahmet edip bununla hiç ilgilenmez. Ancak zahmeti, sen ve ben çekeriz. İşte bu nedenle bizim yapacağımız en doğru iş, barış yapıp halife el-Kâim Biemrillah'ın makamına dönmesini sağlamak, bizim, onun itaati altına girmemiz, bunu da onun güvendiği birisiyle kendisine mektupla bildirmemizdir" dedi. Kureyş b. Bedran 'ın bu yılın Şevval ayında (Kasım/Aralık), sultana gönderdiği elçisine, sultan tarafından "Sultan Hazretleri'nden yardım alacaktır" sözü söylenmiştir. Esasında Kureyş, bu elçiyi halife el-Kâim Biemrillah'ın eşi Seyyide Arslan Hatun ile birlikte sultana göndermişti. Ayrıca Kureyş, bu elçiyle gönderdiği mektupta sultana "Halifenin, sarayına geri getirilmesini ve bunu, yakında yerine getireceğini" bildirmiştir. Bir süre sonra da sultandan Kureyş'e bir mektup gelmişti. Bu mektubun başlığı şöyle idi; "Büyük Şahlar Şahı, Doğu’nun ve Batı'nın (Dünyanın) Hükümdarı Tuğrul Bey Ebû Tâlib Muhammed b. Mîkâîl b. Selçuk'tan, Emîrü'l-mü'minîn'in kölesi Ulu Emir Alemüddin Ebu'l-meâ lî Kureyş b. Bedran'a". Bu mektubun baş tarafında, sultanın kendi el yazısıyla "Hasbiyallah = Tanrı, bana yeter" yazısı vardı. Bu mektubun kapsamı aynen şöyledir:

"Kader, bizi, din ve saltanat düşmanı olanlarla karşı karşıya getirdi. Bizim yapacağımız tek görev, efendimiz ve önderimiz mü'minlerin emiri el-Kâim Biemrillah'a hizmet etmek ve onun halifeliğinin ululuğunu, oturacağı tahtta göstermektir. Bizim esas yapmamız gereken şey de budur ve bu hususta boşa geçirilecek bir saatlik vaktimiz bile yoktur. Biz, Doğu'nun atlıları olarak bu büyük görev için geldik. Değerli emîr Alemüddin (Kureyş b. Bedran)'den yalnız başına üstlenip başarılı olduğu işi sonuçlarıdırmasını istiyoruz. Esasen bu isteğimiz, efendimiz ve büyüğümüz halife el-Kâim Biemrillah'a olan hizmet ve bağlılığına sadık kalmasıdır. Bunu da şu iki şıktan birisini seçerek yapması gerekmektedir. İlki, halifenin şanını yüceltmeyi, önderliğinin konumunu ve Bağdad’taki halifelik makamını resmen kabul etmeyi yeğleyecek, onun huzurunda, kendisine verilen görevleri ve hükümleri üstlenecek, hem kılıcını, hem de kalemini kaldıracak (Hâkimiyetini kabullenecek), esasen kendisinden istenen şey de budur. Bu farz olan hizmette bizim halifemiz de odur; deniziyle karasıyla bütün Irak onun yönetimine bırakılacak, yabancıların atlarının tırnakları, yalnızca ondan yardım isteme durumu dışında, bu toprakların bir karışına bile basmayacaklardır; İkincisi ise biz, kenisine hizmete gelip yetişinceye değin onu (halifeyi) kaleden (Hadisetü Âne) memleketine (Bağdad) nakletmek, ya da kalede muhafaza ederek onun yüce ve saygın zatına bağlı kalacaktır. Biz de onu makamına geri getirmeyi üstleneceğiz. Değerli emir (Kureyş) isterse bizimle bir araya gelir, ya da istediği yere gider. Biz, Irak’ın yönetimini ona verip halifelik makamının hizmetinde olarak onu halef seçeceğiz. Atlarımızın dizginlerini de Doğu ülkelerine çevireceğiz. Bizim bütün çabalarımız, bu amacı gerçekleştirmekten başka bir şey değildir; bu memleketlerden hiçbirisine göz dikmeyeceğiz; bütün çabalarımız, dinî amaçlıdır, kendisi de (Kureyş) - Tanrı, gücünü daim kılsın- anlatmak istediğimiz şeyleri anlayabiliyor ve bu mektuptan sonra bu bilinen sebepten dolayı geleceğimizi, bunun dışında başka hiçbir amacımızın olmadığını, biliyor; aşiretlerinin kalbi asla korku ve endişeye kapılmasın. Onların hepsi, bizim kardeşlerimizdir ve bizim korumamız altında bulunmaktadırlar. Değerli emîrin (Kureyş) bize olan dostluğuna bağlı kaldıkları sürece onları gözetip korumak için Tanrı adına söz ve andımız vardır. Öteki Arap, Acem ve diğer uluslardan her kim onlara katılırsa onları da korumamız altına alırız. Bu arada Irak'taki bütün sapıklara yaptıkları kötü hareketlerden dolayı affedip aman veririz, fakat Besâsîrî, bu affın dışındadır. Ona, ne aman veririz, ne de af sözü; o, şeytana ve onun aldatıcı kötülüklerine uyup kapılmıştır, Tanrı dinine karşı büyük bir günah işlemiştir, inşaallah o, görüldüğü yerde yakalanacak ve işledikleri suçtan dolayı cezalandırılacaktır. O, içinde beslediği kötü fikir ve düşüncelerinden dolayı çok sayıda insanın kanına girmiştir. Böylece onun bütün bu yaptıkları kötü şeyler, onun inancının bozukluğunu göstermiştir. O, yerin dibine dahi girse alnına yazılmış olan kader kesinlikle gerçekleşecektir, karşımıza çıkacak olsa o zaman canından olacaktır. Ulu Tanrı, yüce emîri (Kureyş) dinin çıkarları ve halifenin hizmetleri uğruna giriştiği bütün çabalardan dolayı ödüllendirsin. Biz, bu mesajımızı ulaştırma görevini, üstad bilgin Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. Eyyûb b. Fûrek ile Mûtemedüddevle Ebu'l-Vefâ Zîrek 'e verdik. Kendisi (Kureyş), onları dinleyip onlara güvenecek ve efendimiz halifenin meclisinde hizmette bulunmaları için onları Hadisetü Âne kalesine gönderecektir. Bu mektup Ramazan 451 (Mayıs/Haziran I059)'de yazılmıştır[81].

Sultan Tuğrul Bey'in, adları geçen iki elçiyle birlikte hizmette bulunmak amacıyla halifeye 40 çeşit giysi ve l0 paket kısa giysi ve beş bin altın gönderdiği, ayrıca halifenin eşi Arslan Hatun 'un da eşine beş kısa giysi gönderdiği, metinde kaydedilmiştir[82].

Bu kayıtlardan sonra şu bilgiler verilmektedir:

Emîr Kureyş'e söylendiğine göre, Sultan Tuğrul Bey, kalabalık bir orduyla Hemedan'da bulunuyormuş ve Hadîsetü Âne'de bulunan halifeyi Bağdad’a döndürmek için harekete geçme niyetinde imiş. Bu haber üzerine Kureyş, endişelenip korkuya kapıldı. Bu nedenle birkaç deve satın aldı ve birçok evi de onartıp düzelttirdi; o, ayrıca kendisinin gidip oturabileceği mekânlar yaptırmak amacıya birisini çöle gönderdi; daha sonra da sultandan kendisine yardım sözünü ihtiva eden bir mektubu gerekeni yapması için Besâsîrî 'ye Bağdad’a gönderdi. Mektubu alıp içeriğine vakıf olan Besâsîrî, binitlerini, develerini ve gerekli eşyasını kendisinin oturma yeri olan Vâsıt'a. gönderdi. Bu arada da yandaşlarına mektup yazıp "Kureyş'in Irak'a yürümemesi gerçekleştiği takdirde ben, harekete geçip sîzleri yanıma alırım" demek suretiyle onların kalblerini hoş tutup rahatlattı. Çok geçmeden de halifenin Bağdad’taki makamına dönmesini kabul etti, fakat bununla birlikte şunları şart koştu:

1 - Kendisinin halifenin, sarayında yalnız başına nâib ve hâdimi olması,

2 - Halifenin eskiden olduğu gibi Hüzistan ve Basra'nın yönetimini, kendisine vermesi,

3 - Sultanın adı olmaksızın sadece halife adına hutbe okutulması,

4 - Sultan Tuğrul Bey'in, halifeye, bu şartları kabul ettiğine dair elçiler gönderip ant içirmesi.

Bu arada, sultanın Bağdad’a yaklaşmakta olduğunu öğrenen Besâsîrî, Basra'da bulunan adamlarına "Kuvvetleriyle birlikte süratle Bağdad’a yönelmelerini" bildirdi, işte bu sırada da Besâsîrî 'nin eşi, çocukları, bunların yakınları, Kerh mahallesi halkı ve daha bazı kimseler, öğle vakti, Dicle ırmağı yoluyla Bağdad’tan ayrıldılar, bu nedenle Nûmâniyye'ye[83] gidiş ücreti 10 altına yükseldi. Bu sıralarda Araplar ve Kürtler yaya olarak gitmekte olan insanları yağmaladılar; bu yaya yürüyenler, Sarsar'a[84] ulaştıkları sırada, bunlardan bir kısmı, karşıya geçiş sırasında kanalda boğuldu. Büyük bir bölümü de karşıya geçmeyip oldukları yerde kaldılar. Bu sırada da Arap Şeybanoğulları kabilesi, onlara saldırıp yağmaladılar. Büyük bir kısmını da öldürdüler; kadınlara utanç verici kötülükler yaptılar ve kadınların bir kısmını tutsak alıp kendi topraklarına götürdüler. Besâsîrî'nin adamlarının Bağdad’tan çıkışları 6 Zülkade (14 Aralık) idi. Böylece onların Bağdad’a hâkim oluşları, tam bir yıl sürmüştür. Bu arada Hâşimîler ve Bâbü'l-Basra halkı, Kerh mahallesine saldırıp yağmaladılar. Çarşı, yol ve sokakları ateşe verip yaktılar. Bu arada da vezir Sâbur (Şapur) b. Erdeşîr 'in H. 383 (993/94)'de vakfettiği, içinde pek çok kitap bulunan kitaplık da yandı[85]. Ayrıca Derbü'z-Zâferânfâ[86] de yandı. Bu semtte, her birinin değeri 1200 altın olan evler vardı. Bu sırada Küfe de aşağı yukarı 70 gün süreyle yağma edildi[87].

Bu kayıtlardan sonra halife el-Kâim Biemrillah'ın Hadîsetü Âne'deki durumu ve bununla ilgili olarak cereyan eden çeşitli olaylar zikredilmekte ve şu bilgiler yer verilmektedir:

Hadîsetü Âne kalesi hâkimi Muhârişel-Ukaylî, yanında emanet olarak kalan halife el - Kâim Biemrillah'a "Hayatını koruyacağı ve düşmana (Besâsîrî 'ye) teslim etmeyeceği" hususunda ant içti. Esasında Muhâriş, kendisine vadettiği bir şeyi yerine getirmemesi nedeniyle Besâsîrî hakkındaki fikrini ve güvenini değiştirmişti. Bu arada Musul'e. gitmek üzere çöl yoluna sapan Kureyş, Muhariş'e gönderdiği bir elçiyle (Ebu'l-Hasen b. Müferric) şunları bildirdi:

"Bizim, senin, emanetine güvenilir bir kimse olman dolayısıyla halifeyi senin yanında kalmak üzere, sana emanet etmiş olduğumuzu biliyorsun. Fakat şimdi ise onun senden istemişlerdir. Eğer onlar (Sultan ve Oğuzlar), onu senden almak amacıyla sana yönelip seni kuşatacak olurlarsa o zaman halifeyi oğlunla bana gönder. Çünkü onlar, halifenin bizim elimizde olduğunu öğrenirlerse Irak’a yönelmezler. Böylece biz, daha önce kararlaştırıldığı üzere, halifenin yeniden Bağdad’a dönmesi hususunu onlarla anlaşıp karara bağlarız. Dolayısıyla onların herhangi bir saldırısından emin olup güvenceye kavuşmuş oluruz. Ayrıca biz, halifenin onlara gönderilmesine karşılık onların tehdit ve tehlikesinden kurtulmak istediğimizi, onlara söyleriz. Bu durumda da halife, şimdiye kadar olduğu gibi, şimdilik senin yanında kalır ve böylece de onların halifeyi bizim elimizden kuvvet zoruyla almalarını engellemiş oluruz". Bunun üzerine Muhâriş, Kureyş'in elçisine şunları söyledi:

"Sen, Kureyş 'e söyle: Besâsîrî bana gadretti ve bana verdiği para hiçbir yarar sağlamadı. Ben, halifeyi Bağdad’a göndereceğimi, ona söylemiştim. Şimdi benim sîzler için boynumun borcu olan hiçbir andım kalmamış oldu. Ben, Kureyş 'e 'Bana adam gönderip benim yanımda bulunan halifeyi teslim alın' demiştim, fakat o, bunu yapmadı. Halife, benim boynumun borcu olan ant'tan kurtulduğumu anlayınca benden kendi canı için ant aldı. Böylece bana, bozulması mümkün olmayan bir güven duydu". Daha sonra Muhâriş, yanında bulunan halifeye şunları söyledi:

"Senin için en doğru iş, bizim buradan ayrılıp Bedr b. Mühelhil 'in obasına gitmemizdir, böylece buraya gelmekte olan sultanın haber ve tavsiyelerini kolayca alabiliriz, bu durumda da biz, güvenli bir yerde olur ve yapacağımız işleri, gerekli şekilde yönetiriz. Ben, Besâsîrî 'nin buraya gelmeyeceğinden pek emin değilim; esasen o, bizi beraberine alıp götürürse o zaman biz, istediğimizi yapmaya muktedir olamayız". Bunun üzerine halife, ona "Nasıl uygun görüyorsan öyle yap!" dedi. Daha sonra her ikisi, Hadîsetü Âne'den 11 Zülkade Pazartesi günü (19 Aralık Pazar) ayrılarak Tellü Ukberâ kalesine gittiler. Onları, burada bulunan İbn Fûrek (Ebû Bekrb. Ahmed b. Eyyûb) karşıladı ve sultanın, halifeye armağan olarak takdim etmesi için kendisine verdiği şeyleri halifeye verdi. Çok geçmeden İbn Fûrek , sultana bir mektup yazıp durumu bildirdi ve ondan halife için "Bir büyük çadır (Otağ), çadırlar ve yataklar göndermesini" istedi. Sultan da bu sıralarda Bağdad’a ulaşmıştı. İbn Fûrek'in mektubunu alan sultan, sevinip ferahladı. Bu arada sultanın askerleri, Nehru't-Tâbık, Bâbü'l-Basra ve diğer yerleri yağmaladılar. Fakat halifenin birçok yerleri boş durumda bulunan Harîm'i (Halifelik Sarayı'nda ikamet yerleri) yağmalanmadı. Yağma edilen yerlerdeki halk, çok zor durumlara düştü. Öte yandan Sultan Tuğrul Bey, veziri Amîdülmülk Kündürî'yi, ileri gelen Selçuklu hâcib ve emirlerini aşağı yukarı 300 kişilik bir askerî birlikle halifeye gönderdi; bunlarla birlikte üzerlerinde, büyük otağlar, ayrıca büyük çadırlar, âlet-edevât ve yataklar bulunan 14 Horasan devesi, bunlardan başka üzerlerinde, elbise ve kapkacak bulunan 6 katır, yine üzerine örtü örtülmüş bir beşik bulunan bir deve ve altın arabalarla üç at gönderdi. Bu hususta İbn Fûrek, şunları söylemiştir:

Ben, onları karşıladığım zaman vezir Amîdülmülk, vukubulan olayları açıklamamı istedi. Ben de ona her şeyi açıkladım.Bunun üzerine o, bana "Git otağ ve çadırları kurdur ve kendisiyle buluşmamızı gerçekleştirmek için Emirü'l-mü'minin'i çadırlara naklettir. Aksi takdirde biz, görüşmek için hemen gelirsek bu hususta halifeden çıkacak izin saatlerce gecikebilir" dedi. Bunun üzerine ben, derhal gidip vezirin istediklerini yaptım. Çok gemeden de o, halifenin çadırına girip halifeye "Sultanın, Ulu Tanrı ‘nın onun kurtuluşunu kolaylaştırması dolayısıyla duyduğu sevinci ve kendisine olan iyi tutum ve davranışlarından dolayı Muhâriş 'e teşekkür ettiğini" söyledi. Halife, bizim gitmemizi istedi ise de biz (İbn Fûrek), iki gün dinlendikten sonra halifenin yanından ayrıldık. Böylece yorgunluktan kurtulup rahata kavuşmuş olduk". Daha sonra AmîdülmülkKündüri, sultana bir mektup yazarak durumu arz edip açıkladı. Bu mektubun baş tarafına, mektubu tasdik niteliğinde, halifenin el yazısını koydurmak istedi. Fakat halifenin yanında hokka-kalem (Divit) olmadığı için Amîdülmülk, kendi çadırında bulunan diviti, süslü bir kılıçla birlikte getirip halifenin önüne koydu ve "Bu, Mansur b. Muhammed (Yani kendisi)'in bir hizmettir, böylece Selçuklu devletinde kılıç ve kalem bir araya gelmiştir" dedi. Bunun üzerine halife, ona teşekkür etti. İşte böylece onlar, iki gün burada oturdular, daha sonra da buradan hareket ederek 24 Zülkade Pazar günü (1 Ocak 1060 Cumartesi) Nehrevan’a ulaştılar[88]. Bu durum, sultana bildirilince sultan, "Ebû Nasr Amîdülmülk'e söyleyin, halife gelinceye ve namaz kılıp yemek yeyinceye değin onu oturup beklesin ve gözetlesin. Sonra da halifeye gelip hizmette bulunmamı bana bildirsin" dedi. İkindi vakti olunca Amîdülmülk, halifenin, kendisiyle görüşmek için izin vermesinden hemen sonra durumu sultana bildirdi. Bunun üzerine sultan, atına binip ilerledi ve halifenin otağını görür görmez de atından inip halifeye ulaşıncaya değin yaya yürüdü. Sonunda halifenin otağına girip yedi kez yer öptü. Bunun üzerine halife, yastıklarından birini alıp sultanın önüne attı ve "Bunun üzerine otur" dedi, sultan da bu yastığı ahp öptü. Sonra da yere koyup üzerine oturdu ve hemen kaftanının kuşağından Büveyhoğulları hükümdarına ait olan kırmızı yakutla örülmüş ipi çıkarıp halifenin önüne attı. Bundan hemen sonra da sekizer köşeli değerli 12 büyük inci çıkartıp "Bunlar da eşiniz Arslan Hatun'un armağanıdır; o, bunları size gönderdi ve sizin bunları teşbih yapmanızı istedi" dedi. Sultan, bütün bu sözleri veziri Amîdülmülk'e söylüyor, o da bunları Arapçaya çevirip halifeye söylüyordu. Sultan, bu arada kardeşi İbrahim b. Yınal'ın isyanı nedeniyle Şerefli Hazretlerini saldırıdan kurtarmaya gelmede geç kaldığı için halifeden özür diledikten sonra ona şunları söyledi:

"Kıskanç kadeşlerimden birisi olan İbrahim b. Yınal, birkaç kez isyan etti. Fakat ben, onu affettim. Buna rağmen o, bu (son) isyana ısrarla başladı. Onun bu seferki isyanı, Emîrül- mü'minîn, İslâm dini ve Abbasi devletine zarar verdiği için onu, yayının kirişiyle boğdurup[89] öldürttüm. Fakat ben, en büyük kardeşim Davud Çağrı Bey'in ölümü nedeniyle İbrahim b. Yınal'ın çocuklarını affedip onlara, onun yerine görev vermeyi yeğledim. İşte bu nedenle de senin hizmetine gelmem mümkün olmadı. Daha sonra Hadisetü Âne'ye ulaşıp sizin şerefli zâtınıza hizmet amacıyla hazırlanıyordum. Bununla birlikte bana, "Ulu Tanrı ‘nın lütuf ve ihsanıyla Muhâriş'in doğru ve sâdık inançlı ve sizin kurtuluşunuza hizmette bulunduğu" haberi ulaştı. Ben, inşaallah o köpeğin (Besâsîrî ) arkasına düşüp onu yakalayacağım. Daha sonra da Suriye'ye yönelerek Besâsîrî 'ye yaptığı yardım nedeniyle Mısır hükümdarının cezasını vereceğim". Bunun üzerine halife, sultana duada bulunup teşekkür etti ve eliyle onun beline kıhç kuşattı. Sultan da "Emirü'l-mü'minîn'e saraydan çıktığı sırada bu kılıçtan başka hiçbir şey verilmediği gibi, hiç güvence de verilmedi" dedi, ve bu kılıcın kendisine kuşatılmasından dolayı çok memnun oldu. Bu nedenle de yer öptü, Daha sonra Selçuklu askerlerinin kendisini tazim etmeleri için halifeden izin istedi. Halife de bu izni ona verdi. Bunun üzerine askerler, halifenin otağına dört bir yandan girdiler ve kapalı örtüsü açılan halifeyi görünce hizmet ve tazimde bulunduktan sonra dışarı çıkıp oradan ayrıldılar. Ertesi gün de halife, buradan ayrılıp Bağdad’a gidecekti. Bu arada halife, sultanın karargâhında kendisi için bir çadır kurulmasını istedi ve "Ben, Tanrı'nın, bu lânetlenmiş'in (Besâsîrî) durumu hususunda bana yardımcı oluncaya değin sultanla birlikte olmak istiyorum" dedi. Fakat sultanın esasında halifeye şerefli bir hizmet yapılabilmesi, başka uygun bir yerde oturmasıyla mümkün ve güvenli olmazdı. Halifenin bu isteği üzerine sultan, "Allah Allah, böyle bir isteğin yapılması, doğru değildir. Biz, savaşı, seferi, hücumu ve tehlikeli olan işleri Emirül-mü'minîn'siz yaparız. Eğer o, bizzat bizimle birlikte sefere çıkmak isterse o takdirde biz, her türlü hizmet hükümlerini yerine getiririz; böylece biz, onun bu isteğine cevap vermekten çekinmemiş oluruz" dedi. Bunun üzerine halife, geri dönüp otağına girdi. Çok geçmeden sultan, çevresinde askerler olduğu hâlde, Bâbü'n-nübe'ye gidip halife gelinceye değin hâcibin bulunduğu yerdeki kürsüsüne oturup bekledi. Esasen Bağdad’ta kadi'l-kudât ile üç şuhüd (Hukuk işlerini yürüten)'dan başka halifeyi karşılayacak kimse yoktu. Çünkü halk ve diğer kimseler, kötülük, zulüm ve yağmalar sebebiyle şehirden kaçıp uzaklaşmışlardı. Bir süre sonra sultan, sarayına ulaşan halifenin binitinin yularını Bâbü'l-hücre'ye[90] gelinceye değin tuttu, bu olay, Zülhicce'nin bitimine 5 gün kala (1 Şubat 1060 Sah) idi. Halife, binitinden inince sultan ona hizmette bulundu. Daha sonra Besâsîrî 'nin peşine düşmek için ondan izin istedi. Halifenin izin vermesi üzerine sultan, ayrılıp ordugâha gitti. İşte bu sırada Hafâceoğulları kabilesinin ileri gelen emîri olan Serâyab. Menî, sultana geldi ve ona "Ey sultan beni, Küfe yoluna iki bin askerle göndermen isabetli olur, böylece ben, Besâsîrî 'nin Suriye'ye gitmesine engel olur, senin de onun arkasından gelebilmeni sağlamış olurum" dedi. Sultan, onun bu önerisini yadırgamamakla birlikte kabul etmedi. Bununla birlikte ona takdir amacıyla hil'at giydirip 700 altın verdi ve onu ordusuna aldı. Fakat gece yarısı uykudan uyanan sultan, Humartekin (et-Tuğrâyî)'i yanına çağırtıp ona "Ben, gecenin bir vaktinde gördüğüm rüyada, güya Besâsîrî 'yi yakalayıp öldürmüşüm. Senin, Serâya 'nin bana önerdiği gibi, Besâsîrî 'ye karşı Küfe yolundan asker sevketmen yerinde olur. Bu takdirde hemen askerlerle harekete geçmelisin" dedi. Humartekin de sultana "Baş üstüne" diyerek cevap verdi. Daha sonra o, beraberinde Enûşirvanve birkaç emîr olduğu hâlde, hareket etti, sultan da 29 Zülkade Cuma günü (6 Ocak 1060 Perşembe), onların arkasından hareket etti. Muhâriş 'e gelince o, bu durum karşısında son derecede kaba ve garip bir tavır takındı. Bunun üzerine sultan, ona 10 bin altın verdi. Fakat o, buna razı olmadı. Öte yandan Vâsıt'ta oturan Besâsîrî, topladığı hurma ve diğer yiyecek maddeleriyle Bağdad’a gitmeye hazırlanıyordu; çok geçmeden o, eşi ve çocuğunun Bağdad’tan ayrıldıklarını ve Selçuklu askerlerinin (Oğuzlar) de şehre girdiklerini haber alınca beraberindeki yiyecek maddeleriyle gemilere binip Nümâniyye'ye hareket etti. Fakat bu arada o, sultanın Bağdad’a girdiğini haber almca (Dübeys) İbn Mezyed 'e bir mektup yazıp "Arap kuvvetlerini toplamasını" bildirdi. Esasında Besâsîrî, sultanın Bağdad’a gelmek niyetinde olacağını, hiç düşünmüyordu. Bu arada harekete geçip yolun yarısına değin ilerleyen Dübeys, bir ara geri döndü ise de yeniden harekete geçti. Fakat sonra korku ve isteksizliği nedeniyle yeniden gitmekten vazgeçip geri döndü. Bunun üzerine Ebû Mansur b. Yusuf 'a kendi yerine vekâlet vermiş olan Besâsîrî, Dübeys'e doğru harekete geçti. Fakat bu arada Ebû Mansur'a verdiği vekâleti geri aldı ve ona "Bu, son derecede kötülenecek bir zamandır" dedi ve Dübeys'in bu davranışı karşısında ondan şüpheleniyor idiyse de yine mecburen onu çıkan için kullanıyordu. Öte yandan Araplar, sultanın, kendilerine Suriye vâdilerinde saldırma niyetinde olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle onlar, kendilerine karşı bir askerî birliğin gelmekte olduğunu farkettikleri için dağılıp gittiler; bu olay, Küfe yolunda 8 Zülhicce Cumartesi günü (15 Ocak 1060 Cumartesi) vuku buldu. Bunun üzerine Besâsîrî. Dübeys'e "En iyisi, bizim onlara gece saldırmamızdır, çünkü onlar, yorgun ve bitkin bir hâlde olacaklardır" dedi. Fakat Dübeys, bunu kabul etmeyip "Ancak onlarla yarın sabah erken savaşırız" demekle yetindi. Öte yandan Enûşirvan, Dübeys'e haber gönderip "Kendisiyle buluşmak istediğini" bildirdi. O da bunu kabul edince her ikisi buluştular. Enûşirvan, ona "Vezir Amîdülmülk Kündürî, sana selâm söylüyor; o, sultana 'senin durumunun yararlı ve iyi olduğunu, senin, ona itaatli ve tâbi bulunduğunu biliyor" deyip onu inandırmıştı; işte bu nedenle senin bu adamı (Besâsîrî ) sultana teslim etmen ve senin daha önce söz verdiğin her şeyi yerine getirmen gerekir. Sultanın senden Besâsîrî 'ye düşman durumunda olmandan başka bir isteği yoktur, çünkü o, büyük bir suç ve günah işlemiştir. Eğer sen, bunu yapmak istemezsen o zaman senin üzerine düşen Arap ırkına ve onların kefaletine, sana olan sevgi ve gösterilen yakınlığa karşı gelmiş olursun' diyor" dedi. Bunun üzerine Dübeys, Enûşirvan'a "Ben, ancak ve ancak sultan Bedevilerin bağlı oldukları hükümlerin dışına çıkmadıkça onun itaatli bir hâdimi olurum. Bu adam (Besâsîrî ), bana gelip sığınmıştır. Bu, benim etkim ve isteğimle olmamıştır; esasında ben, ondan ikrah etmekteyim. Bence doğru olanı, bizim, Besâsîrî 'nin durumunu düzeltmek ve onu hizmetimize almaktır" dedi. Enûşirvan da ona, "Bizim yapmamız gereken işin doğrusu, bizim sizden bir konak uzaklaşmamız, sizin de aynı şekilde bizden uzaklaşmanızda. Böylece birbirimizin yoluna girmemiş oluruz. Ben, bu görüşümü, yani seninle olan görüşmeleri sultana bildireceğim; esasında sultan bizimle birleşme niyetindedir; Onun Nûmâniyye'ye geleceğinden hiçbir şek ve şüphe yoktur. Biz, senin fikir ve görüşüne karşı değiliz" dedi. Esasında Dübeys, durumun gerçekleşmesine ve sultanın kuvvetlerinin kendisinden uzaklaşmasına değin kendini savunmak niyetinde idi. Bu nedenle o, aşiret kuvvetleriyle, kendini güvencede görmek amacıyla çöle yöneldi. Böylece kuvvetlerinin Besâsîrî 'den ayrılması hususunda önlem almış oldu. Bu arada Enûşirvan, Dübeys ve beraberindeki kuvvetlerin kendisinden uzaklaşma-larmı sağlamak amacıya onların dönüş yolunu geçti; böylece onlar, çekilmeye başlayınca onları izlemeye başladı; çok geçmeden de onların kendisiyle savaştan uzaklaşmakl.a meşgul oldukları sırada harekete geçerek onları bastırıp sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine Dübeys, dönüp Besâsîrî 'ye giderek ona, cereyan eden olaylar hakkında bilgi verdi ve bu hususta önlem alma işini ona bıraktı. Bunun üzerine Besâsîrî, "Bu iş, senin işindir" dedi. Bu arada askerleri, binek hayvanlarını ve yemleri toparlayıp hazırladılar. Çok geçmeden Dübeys ve Besâsîrî, 11 Zülhicce Salı günü (18 Ocak 1060 Salı), kendilerini gözetlemekte olan Türklere (Selçuklu kuvvetleri) karşı harekâta başladılar; fakat Selçuklu askerleri de onların bu harekâtını izlemekte idiler; çok geçmeden iki taraf arasında savaş başladı. Besâsîrî ve beraberindekiler, bir süre direndiler. Bu arada Dübeys, süratle harekete geçip kendisinden ayrılan askerlerini savaşa tevşik etti ise de Araplar, ona karşı çıkıp savaşmadılar. Çok geçmeden Dübeys'in oğullan Mansur, Bedranve onlara bağlı bir grup asker, Selçuklu kuvvetleri tarafından tutsak alındılar; bu arada Besâsîrî atma binip geri çekilmeye çalıştı ise de kurtulamadı, işte bu sırada atına bir ok isabet etti ve at yere yıkıldığı anda da bir Selçuklu askeri, Besâsîrî 'ye yetişip yüzüne bir darbe indirdi. Esasında bu asker, onu hiç tanımıyordu. Çok geçmeden vezir Amîdülmülk 'ün Divitdârı Gü müştekin, Besâsîrî'yi tutsak aldı ve hemen başım kesip sultana gönderdi. Bu arada Selçuklu askerleri, çok miktarda mal ele geçirdiler. Öyle ki onları taşımaktan aciz duruma düştüler. Bu arada Besâsîrî 'nin beraberinde bulunan çok sayıdaki Bağdadlılar da mahvolup gittiler. Onların malları ele geçirildi, canlarım kurtarabilenler de çöllere ve kalelere kaçtılar. Bunlardan bir grup da tutsak alındı. Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi Besâsîrî 'nin yandaşları Bağdad’a Zülkade 450 (Ocak 1059) Cuma günü girmişlerdi; onlar Bağdat'tan yine Zülkade 451 (Ocak 1060) Cuma günü çıkıp gittiler; onların Bağdad’a hâkimiyetleri tam bir yıl idi. Halife de sarayından 18 Kânûnusânî 450 Salı günü (6 Ocak 1058) çıkarılmıştı, Besâsîrî 'nin de öldürülmesi, gelecek yılın (451 = 1059) aynı ayının (18 Zülkade = 26 Aralık 1059 Pazar) Salı gününde idi. Bu, çok ilginç bir tesadüftür. Besâsîrî 'nin başı, sultana getirildiği zaman onu tutsak alan kimse, sultana "Besâsîrî 'nin cebinde 5 altın bulduğunu" söyledi ve bunu sultana getirdi. Bunun üzerine sultan, ona "Besâsîrî 'nin beynini çıkarılmasını" emretti. Daha sonra sultan, bu kesik başı halifenin sarayına gönderdi; bu baş, Zülhicce ayının ortasında Cuma günü (22 Ocak 1060 Cumartesi) saraya ulaştırıldı; baş, yıkanıp temizlendikten sonra ertesi gün, su kanalının önünde davul ve trampetler vurulmak suretiyle halka gösterildi. Bu arada kadınlar, neftçiler ve diğerleri, önlerinde şarkıcılar oldukları hâlde, bir araya gelip toplandılar. Daha sonra bu kesik baş, bir süre halifenin sarayının hizasındaki yüksek bir yerin tepesine asıldı, daha sonra da saraya alındı. Öte yandan Dübeys, Batiha'ya kaçtı. Onunla birlikte Besâsîrî 'nin oğlu, kızı, iki küçük kardeşi ve bunların annesi de böylece kaçıp kurtuldular. Bu sırada Araplar, onları yağmaladılar. Bunun üzerine Dübeys, Arapları bu kötü hareketlerinden dolayı kınadı ve ele geçirdikleri şeyleri alıp sahiplerine geri verdi. Bu arada Besâsîrî 'nin oğlu Haleb'e kaçtı; Dübeys'in, tutsak çocukları için sultana ricada bulunması üzerine sultan, onun çocuklarım ve kardeşlerini serbest bıraktı. Bunun üzerine Dübeys, gelip sultanın huzuruna çıktı ve onunla birlikte Bağdad’a gitti. Bu arada Selçuklu askerleri Vâsıf, Basra ve Ahvaz arasındaki memleketleri yağmaladılar[91].

Besâsîrî isyanı ve bastırılmasıyla ilgili bu kayıtlardan sonra metinde, Sultan Tuğrul Bey'in, halifenin annesi, emir Ebu'I-Kâsım Uddetüddin b. Zahîretüddin'in annesi ve Visâlü'l-Kahramane'yi Vasıt’tan Bağdad’a gönderdiği, ayrıca Besâsîrî 'nin tutsaklığında bulunan erkek, kadınların ve Besâsîrî isyanı sırasında yakalanan bir grup insanın da Bağdad’a geldiği, kaydedilmiştir[92].

Bu kayıtlardan sonra, bu yılın son olayları olarak, "Muhammed b. Abdülmelik el-Hemedanî diyor ki" başlığı altında şu bilgiler verilmektedir:

1 - Halife el-Kâim Biemrillah, Hadisetü Âne'den Bağdad’a döndüğü zaman bir döşek üzerine yatıp uyuyamadı. Temizlikçi ve kendisine kahvaltı getiren kimseler de dahil olmak üzere, hiç kimsenin gelip kendisine yaklaşması mümkün olmadı. Çünkü o, kendini, başına gelen kötülük ve düşmanlıklardan dolayı Tanrı'nın afv ve bağışlanmasıyla meşguldü. Böylece o, Tanrı'ya içtiği andı yerine getirmiş oldu.

2 - Bu yılda. Muzaffer lâkaplı Arslan Ebu'l-hâris Besâsîrî et-Türkî, öldürüldü. O, Türklerin ileri gelen bir kumandanı idi. Halife el-Kâim Biemrillah, onun görüşünü almadan hiçbir şeye karar vermezdi. Bu nedenle Besâsîrî, gururlanıp halifeyi hiçe saymaya başladı. Bunun sonucunda da devleti (Abbasi Halifeliği) değiştirmek istedi. Daha sonra bu fikirini açıkladı. Dolayısıyla Mısırlılar (Halifeliği) için (Şiî) hutbe okuttu. Biz, onun öldürülmesine değin cereyan eden olayları daha önce zikretmiştik[93].

H. 452 (1060/61) Yılı Olayları

Bu yılın olayları arasında Selçuklularla ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir:

Sultan Tuğrul Bey 17 Safer Perşembe günü (23 Mart 1060 Perşem-be), Vâsıt'tan Bağdad’a geldi. Halife, onun için bir toplantı düzenledi. Sultan da 21 Safer Pazartesi günü (27 Mart 1060 Pazartesi), bu toplantıya katıldı. Kendisine hil'at giydirildi. Daha sonra Besâsîrî'nin şerefelerini söküp aldığı, fakat daha sonra yeniden şerefeleri konan Dicle ırmağına bakan Revşenü'l- Muktefînin revakına götürüldü. Burada halife, 29 Safer Salı günü (4 Nisan 1060 Salı), bir şölen düzenledi. Bu şölende, Sultan Tuğrul Bey Arap emirliklerinin emirleri, Türk (Selçuklu) ileri gelenleri ve onların yakınları hazır bulundular. Daha sonra sultan, kendi sarayında (Dârü'l-memleke) 2 Rebîülevvel Perşembe günü (6 Nisan 1060 Perşembe) bir şölen düzenledi; bu şölende de bir grup kimse hazır bulundu. Ertesi gün sultan, emirlere hil’atler giydirdi ve 5 Rebîülevvel Pazar günü (9 Nisan 1060 Pazar) de Cebel'e gitmek üzere Bağdad’tan ayrıldı. Fakat vezir Amidülmülk, işleri yoluna koymak amacıyla bir takım önlemler almak için Bağdad’tan sultandan sonra ayrıldı. Vezir, bu arada halifenin katma çıkarak onunla vedalaştı. Bu sırada halife, ona teşekkür ettikten sonra Amidülmülk lâkabına ilâve olarak onu "Seyyidü'l-vüzerâ (Vezirlerin efendisi)" lâkabıyla da lâkaplandırdı[94].

Birçok olaylara tanık olan Sıbt'ın, Garsunni'm e'den "Uddetü’d-din'in Kurtuluşunun ve Beraberindekilerin Başına Gelenlerin Zikri" başlığı altında naklettiği bu ilginç bilgileri, metindeki biraz karışık ve yetersiz olan bu olayların daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla buraya aynen naklediyoruz:

Ebu'l-Ganâimİbnü'l-Mahleban diyor ki:

Halifenin sarayını açıp Bâbü'l-merâtib'deki evime girdiğim zaman burada Besâsîrî 'nin, yakalanmasını istediği İbnü'l-Müslime'nin eşi ve çocuklarını gördüm. Bunun üzerine ben, ona "Siz kimsiniz?" deyince o, "Ben, vezir İbnü'l-Müslime 'nin eşiyim; biz, bu durumda, ne yapacağı-mızı ve nereye kaçacağımızı bilemiyorduk. Eşim İbnü'l-Müslime ile karşılıklı konuşup "Kime gidelim?" dedik. Bunun üzerine o, "Bizim için Ebu'l-Ganâim İbnü'l- Mahleban'a sığınmaktan başka çare yoktur; çünkü onun himayesi, bizim hiç kimseden isteyemeyeceğimiz bir kurtuluştur. İşte biz, böylece size sığınmış olduk" dedi. Bunun üzerine ben, ona "Kalblerinizi hoş tutun, sizin canınız, benim canımdır" dedim; böylece onları, düşmanlık ve kötülüklerin bulunmadığı ailemizin arasına alıp halifenin sarayına yerleştirdim. Vezir İbnü'l- Müslime, idam edilince onları buradan çıkarıp güvendiğim birisiyle[95] "Bunlar, güvenliğinden endişe ettiğim ailemdir" diyerek Meyyafârikin (Silvan)'e gönderdim. Bu sırada Besâsîrî ve Kureyş, Bağdad’tan çıkmakta idiler. Tanrı 'nin koruması sayesinde Besâsîrî, onları görmedi. Böylece onlar, sağ-sâlim Bağdad’tan ayrıldılar. Bir süre sonra onları teslim ettiğim Vekîl (Ebu'1-Fazl Muhammed b. Amir), bana gelip şu ilginç sözleri söyledi: "Uddetüddin, halifenin kızı ve annesinin, ikamet edenlerle birlikte bir yerden bir yere nakledilmek suretiyle mescitlerde gecelemek ve çıplak oldukları hâlde, yalnız ekmekle karınlarını doyurmakta olduklarını gördüm. Onlar, vezir İbnü'l-Müslime'nin ailesine yaptıklarım ve benim seninle birlikte olduğumu öğrenince çok sevindiler ve bizimle huzur bulup rahatladılar, durumları hakkında bana bilgi verdiler ve bu hususta seninle konuşmamı istediler. Bu arada Besâsîrî, onları ele geçirmek amacıyla bir casus göndermiş. Onlar hakkındaki haberler, karışık ve pek iyi bilinmemektedir". Bunun üzerine ben. ona "Karımı onlara gönderinceye değin onları falan mescide gönder" dedim; onun da bu dediğimi yapması sonucunda onlar, benim evime gelip kurtuldular; onlara derhali iyi giysiler ve kisveler (üstlük) götürdüm. Vekîl’e "Onların halifeden ne kadar aylık almakta olduklarını" sor dedim ve halifeden aldıkları miktarın bir katı kadar aylıklarını artırdım. Böylece onları, evimde sekiz ay, en iyi şekilde ağırladım.Bu arada "Sultan Tuğrul Bey’in ordusunun Bağdad’a gelmekte olduğu" haberi ortaya çıkınca onlar, korkularından bana haber gönderip "Selçuklu ordusunun buraya gelmesi durumunda biz, bu çocuk veliaht (Yani Uddetüddin) nedeniyle Besâsîrî tarafından tehdit edilmiştik; aynı şekilde Selçuklular da bizi bu nedenle korkutup tehdit etmişlerdi. Zira gerçekten Besâsîrî tehlikesi dolayısıyla sıkışık durumda olan Arslan Hatun, Uddetüddi n'in kurtulmasını pek istemiyordu. Bu nedenle senin bizi, güvendiğin birisiyle canlarımızın güvenli olabileceği bir yere yollamanı ve daha serbestçe yaşamayı istiyoruz” dediler. Onların bu isteği üzerine ben, onların kim olduğunu söylemediğim bir adama "Bunlar benim ailemdir; Besâsîrî 'den korkum nedeniyle onları buradan göndermek istiyorum, onlar için develer satın aldım, onları Sincar'a bağlı Hayal köyüne göndermek istiyorum" dedim. Fakat çok geçmeden Selçuklu askerlerinin Bağdad’a girmeleri üzerine onları Harran'a götürdüm. Fakat halifenin Bağdad’a gelip makamına oturması üzerine onları Harran'dan alıp Bağdad’a getirerek halifeye teslim ettim[96].

Bu yılın son olayları arasında metinde, şu bilgiler yer almaktadır:

1 - Bu yılın Receb (Ağustos) ayında, Ebu'l-Hasen Muhammed b. Hilàles - Sâbî (Garsunni'me lâkaplı), Medînetü's-Selâm (Bağdad)'ın batı kesimindeki Ebû Avf Sokağı'nda bulunan kitaplığa kitaplarını vakfedip aşağı yukarı bin kitabı oraya nakletti. Çünkü vezir Sàbur (Şâpurb. Erdeşir)'un (Büveyhi veziri) iki sur arasındaki bu kitaplığı yanmış ve içindeki kitapların çoğu yağma edilmişti. Bu nedenle Ebu'l-Hasen, bilimin yok olup gitmesinden endişeye kapılıp kitaplarını işte bu kitaplığa vakfetti[97].

2 - Sultan Tuğrul Bey, bu yıl, Bağdad ve yörelerini Amid Ebu’l - feth b. (el – Muzaffer) el-Hüseyin'e l00 bin altına, bundan sonraki iki yıl için de 300 bin altına ıkta etti. Bunun üzerine Amid, Kerh mahallesinin çarşısının (onarımı vesair) yapımına başladı ve bura halkından olup ayrılanlara buraya dönmelerini ve onların eşleriyle birlikte bu çarşıya girip burada ikamet etmelerini yasakladı; çok geçmeden de çarşının yapımını başlattı. Gittikçe bu yapı işleri çoğaldı; böylece buranın sadece çarşı olarak kalması nedeniyle buradaki han (otel) ve evler kaldırıldı[98].

H. 453 (1060/61) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayları olarak halifenin eşi Arslan Hatun'un Bağdad’a gönderilmesi ve sultanın halifenin kızıyla evlenmesi zikredilip bu konuda şu bilgiler verilmektedir:

Halifenin eşi Arslan Hatun, yukarıda söz konusu edilen Besàsîrî isyanı sırasında Sultan Tuğrul Bey'e gönderildi. Esasında halife, eşinin Hilâfet Sarayı'na gönderilmesini istemiş, sultan da halifenin bu isteğine karşı çıkmayıp "Arslan Hatun'u göndereceği" vaadinde bulunmuştu. Bir süre sonra sultan, eşinin (Altuncan Hatun) ölümü üzerine halifenin kızıyla evlenmişti. Sultanın ölen eşi, akıllı, doğru, dürüst bir Hatun idi. Bu nedenle sultan birçok işini ona havale ederdi. Hatun, ölmeden önce, sultana "Halifenin kızıyla evlenmesini" vasiyet etmişti; işte sultan, bu nedenle söz konusu evlenmeye girişmişti. Sultan, çok geçmeden evlenme hususunda, Kahramanetü'l-Halifelle halifeye haber gönderdikten başka veziri AmîdüImülk ile de bu hususta ilişki kurmuştu. Sultan, ayrıca Ebû Sa'd b. Sâid (Rey Kadısı)’i de halifeye gönderip kızıyla evlenme isteğinde bulundu. Fakat sultanın, kızıyla evlenme isteği, halifenin çok ağırına gitti. Bu nedenle de rahatsız ve tedirgin oldu. Bu durum karşısında Ebû Sa'd b. Sâid, Beytu'n-nûbe'de, "Eğer halife, bu evlenme talebine olumlu cevap vermezse bunun iyi sonuç vermeyeceğini" tehdit dolu konuşmalarla ifade etti. Bunun üzerine halife, "Böyle bir töre, hiçbir kimse ile halife arasında görülüp uygulanmamıştır. Fakat Tanrı'nın, Adudu'd-devle (Devletin bileği) lâkabıyla ödüllendirdiği Rüknüddin (Tuğrul Bey)'in böyle bir şeyi, bize önermesi, câiz değildir" dedi. Bununla birlikte halife şu şartlarla söz konsu evliliğe olumlu cevap verdi:

1 - Vâsıt ile sultanın ölen eşine (Altuncan Hatun) ait olan bütün bölgeler ve öteki yerlerdeki mülk, ıkta ve gelirlerinin kendisine bırakılması,

2 - Mihr olarak 300 bin altın verilmesi,

3 - Sultanın hiç ayrılmamak üzere Bağdad’a oturması.

Bunun üzerine Amid (Irak Selçuklu Amidi Ebu'l-feth b. el- Muzaffer el - Hüseyin), "Halifenin bütün istekleri, iki kat dahi olsa sultan adına benim tarafımdan kabul olunacaktır. Fakat 'Sultanın Bağdad’a gelip burada sürekli olarak oturması' şartının sultana arzı ve bu hususta fikrinin alınması, asla mümkün olmayan bir husustur”, dedi. Bu arada kadı Ebû Muhammed Rızkullah b. Abdülvehhâb (et-Temîmî), bu evlenme işiyle ilgili olarak bir tezkire ile halife tarafından Rey'e gönderildi. Ona "Sultan bu evlenme işinden vazgeçtiği takdirde, bizim isteğimiz yerine getirilmiş olacaktır, aksi takdirde halifenin tezkiresi, sultana arzedilecektir" denildi. Ebû Muhammed 'den başka bu evlenme hususunda Nakibü'l- Hâşimiyyîn Tırâd b. Muhammed de Rey'e sultana gönderildi; ayrıca Kureyş b. Bedran'ın yakın arkadaşı olan Ebû Nasr Gânim de "Halifenin, Kureyş'ten râzı olduğu ve ondan alınan toprakların ona geri verilmesi geçmişte kalan saldırı dolayısıyla onun affedilmesi ve halifeye l0 bin altın verilmesi, halifenin, sultanın iyi niyetine ve temiz kalbliliğine inandığını" içeren mektubuyla sultana gönderildi. Heyetin Rey'e erişip halifenin sultana gönderdiği hil'atler, sultana takdim edildiği sırada sultan, saygı ve halifeyi ululamada bulunmak amacıyla ayağa kalktı. Heyet, ertesi gün sultanın katına çıkmak için ayrıldı. Onlar, yatak örtüsü, çarşaf, âlet-edevât vesâireyi tamamlayıncaya değin sultanın sarayının oturma salonunda dolaştırıldılar; bu arada onlara "bütün bunlar, istenilen çehiz içindir" denildi. Bunlar arasında: Ön cephesinde üstü örtülü bir bakır kazan, kumaş döşeli (sembolik) bir ev, bu evin ortasında, altın işlemeli yemek sofrası, bunun üstünde de sağlam resimler, billur, kâfur ve miskler vardı. Bu sofranın kıratı 40 bin altındı, aynı şekilde evin kıratı da 100 bin altındı. Bu arada Ebû Muhammed et-Temîmî, vezir Amîdülmülk 'le bir araya geldi ve onunla evlenme işi hakkında görüşmelerde bulundu ve ona halifenin tezkiresini arzetti. Bunun üzerine AmîdüImülk , ona "(Sultanın isteğinin reddini içeren) bu risale (tezkire)'nin sultana arzı iyi olmaz. Bu evlenme işini gerçekleştirme hususunda sultandan para istenirse bu, iyi bir şey olmaz; sultan, bunu işitip başka şeylere rağbet edildiğini anlar ve bunlar, onun niyet ve amacını değiştirmez. Esasında sultan, kendisine olumlu cevap verildiğinde kendisinden istenilenden daha çoğunu yapar" dedi. Bunun üzerine Ebû Muhammed, Amîdülmülk 'e "Neyi doğru ve isabetli görüyorsan onu yap!" dedi. Daha sonra Amîdülmülk . bu durumu sultana bildirince sultan, memnun olup sevindi ve bunu, devlet ileri gelenlerine bildirdi. Sonra da Amîdülmülk 'e "Temîmî'nin bu husustaki yazısını almasını" emretti; Amîdülmülk ise hemen Temîmî 'ye haber gönderip "Evlenme işinde gösterdiği çaba ve yaptığı hizmeti bildirmesi nedeniyle sultanın, kendisine teşekkür ettiğini" bildirdi ve "Senin bu husustaki fikrine vâkıf olabilmem için bunu, kendi elinle bana yazmanı istiyorum" dedi. Bunun üzerine Temimi, halifenin risale ve tezkiresinin içeriğinin gerektirdiği şeyleri kendi el yazısıyla yazdı ise de bu, Amidülmülk 'ü tedirgin ve rahatsız etti. Cumâdelûlâ'nın bitimine 8 gün kala (15 Haziran Cuma) Temimi, beraberinde, Amidülmülk , Ebû Nasr ve Rey kadısı olduğu hâlde, halifenin sarayına geldi. Onların beraberlerinde, yeni çeyizler, halifenin kızıyla evlenme emri; mihr olarak 100 bin altın; altın, gümüş, yüzük ve sair süs eşyası; saçılar; câriyeler; at ve katır cinsinden binek hayvanları, 2250 parça mücevher vardı. Bunlar arasında 620 parçasının ayarı 1-3 miskal arasında bulunuyordu. Bu arada. Ebû Muhammed et - Temimi ile koşulan şartlara ve önerilere herhangi bir cevap bulunmuyordu. Mihrden 100 bin miskal değerinde olanlar gönderildi. Bu durum, her bakımdan halife için çirkin ve yakışıksız bulundu ve denildi ki "Gizli, saklı olmayan bu iş, itibar kırıcıdır; çünkü şimdiye değin halifelerden birisiyle hükümdarlardan birisi arasında böyle bir şey, töre olarak vuku bulmamıştır". Bunun üzerine halife, nikâh işinden kaçındı. "Bu nikâh işinden vazgeçilmediği takdirde bu memleketten (Bağdad) çıkar giderim" dedi. Bunun üzerine Amîdülmülk, dilini kötü bir şekilde uzatıp dedi ki "Her şeyden önce bu evlenme işinden kaçınmayı kabul etmek, öneri ve tezkireyi kabul etmemek, doğru bir şey değildir". Daha sonra Amîdülmülk, son derecede sinirlendi ve Reye dönmek üzere Bağdad’tan ayrıldı ve Nehrevan'a doğru yola çıktı. Bunun üzerine Kadi'l-kudât ve Mansur b. Yusuf, ondan "gitmemesini" istediler. Halifeye de mektup yazarak onu uyardılar. Nikahın kıyılması için Amîdülmülk ve Rey kadısına nikâh için vekâlet vermesi ve dört yıla değin herhangi bir şekilde daha başka şey istememesi hususunda öneride bulundular. Daha sonra fakihler, nikâh konusunda fetva verdiler. Hanefi fakihleri "Nikâh kıyılmasının (İslâm hukukuna = Şeriatça) doğru , fakat bu konuda herhangi bir şartın hükümsüz olduğunu"; Şafii fakihleri ise "Böyle bir nikâh kıyılmasının, şartlı olduğu takdirde, geçersiz olacağını" söylediler. Bunun üzerin Amîdülmülk, Cumadclâhır ayının (Haziran/Temmuz) Cuma gecesi, halifenin katına çıktı; halife, ona "artık bu nikâh işinde ısrar etmemesi" nasihatinde bulundu ve ona "Biz, buraya gelen kimselerden bir grubu seninle sohbette hazır bulundurduk; biz, bu nikâh işini, senin fikir ve görüşlerine bırakıyoruz. Bizim bu toplantımızı ve nikâh hususundaki kabulümüzü, ileri gelenlere ve halka açıkla! Sen, bu evlenme akdinin gizli olması hususundaki iyi niyetinle bize yeterlisin. Ancak bu evlenme akdi hususunda kusur ve zayıflık vardır. Şimdiye değin Abbasoğulları’nda böyle bir kız verme cereyan etmemiştir" dedi. İşte tam bu sırada sultanın mektubu Amîdülmülk'e ulaştırıldı. Sultan, bu mektubunda, ona "evlenme işinde halifeye yumuşak davranmasını ve onunla iyilikle konuşmasını" emrediyordu. Bu arada Hilâfet Divanı’nda Humartekin'e yazılan bir cevabî mektupta "Amîdülmülk'ün tutum ve davranışlarından şikâyet ediliyor ve bunun, sultana bildirilmesi emrediliyordu". Bunun üzerine Humartekin'in "Sultanın, evlenme akdi dolayısıyla cereyan eden olaylarda hiçbir etkisinin olmadığı ve bu nedenle ondan nefret edilmemesini" içeren cevabı geldi. Bu durum da böylece kaldı. Amîdülmülk ise hiç durmaksızın sürekli olarak konuşuyor, halife de onun bu durumuna sabır gösterip tahammül ediyordu. Fakat Amîdülmülk, bir gün Hilâfet Divanı'na beyaz bir elbiseyle geldi. Bu arada Kadi'l-kudât Damganî ve Ebû Mansur b. Yusuf, durumu düzeltmek için aracılık yaptılar ve sonunda halifenin Amîdülmülk 'e bir mektup yazması sağlandı. Halife, bu mektubunda ona "Biz, bu evlenme işinde seni vekil atamıştık ve bu husustaki girişimlerinden, özellikle Rükneddin (Tuğrul Bey) ve bizim rızalarımızı sağlamandan dolayı seni takdir etmiştik. Bu nedenle sen isabetli ve başarılı fikir ve görüşlerini ve duruma göre zamanında hareket ve davranışlarını ayarla ve şu iki şeyden birisinin olmasını bekle: Ya bu evlenme işinden sultanın vazgeçmesi, ya da bu işin tamamlanmasını ondan istemen". Bir süre sonra Amîdülmülk , bir gün, beraberinde, Kadi'l- kudât ve şuhud’dan bir grupla halifeye gitti ve ona: "Efendimiz Mü’minlerin emiri’nin sâdık ve içten hâdimi Rükneddin (Sultan)'in nikâh hususunda istek göstermesi ve onun gönderdiği kimseleri dinleyip sultanın yumuşak ve iyi fikrini öğrenmesi için kendini yüceltmesi, halifenin de buna icabet delilini istemesi, sultana şeref verecektir." dedi. Bunun üzerine halife, durumu anladı ve dedi ki: "Bu durumda nikâh hususu yeterince anlaşılmıştır. Durumun böyle olumsuz olarak sürüp gitmesini sağlamak, bize şart olmuştur". Halifenin bu sözleri üzerine Amîdülmülk, 26 Cumadelâhır Salı akşamının (18 Temmuz 1061 Çarşamba) geç saatlerinde, beraberinde, mihr için getirmiş olduğu para, mücevherat ve diğer öteberiler olduğu hâlde. Bağdad’tan ayrılıp Hemedan'a döndü. Bunun üzerine oradakiler, bu anlaşmazlık nedeniyle korku ve endişeye kapıldılar.

Bu yılın Receb ayında (Temmuz/Ağustos) Bağdad’tan Amîdülmülk'ten gelen bir ulak, sultanın mektubunun kendisine ulaştığını, bu mektupta, "Evlenme teklifine Halife olumlu cevap vermediği takdirde, Arslan Hatun'un Amîdülmülk'e teslim edilmesini istediğini; bizzat Hatun'un bu iş için Bağdad’ta geleceğini: Arslan Hatun'un getirilip Amîdülmülk'e teslimi için hazırlanmasını; Sultan'ın bu yazışmayı bizzat yaptığını" söyledi. Bunun üzerine halife, Selçuklu askerlerinin Bağdad’a döndükleri zaman onların zaptedilemiyeceğinden korku ve endişeye kapıldı. Bunun üzerine Amîdülmülk, "Ben, bu elçiyi, benim sultanla buluşmama ve bu evlenme konusunun düzeltilmesine değin Arslan Hatun'un Dârü'l-memleke'ye nakli için gönderdim; bu hususta sultan da aynı şekilde Arslan Hatun'la mektuplaştı" dedi. Vezirin bu sözleri üzerine korku ve huzursuzluğa düşen halife, sultanın bu mektubuna cevap vermeyi kabul etmedi. Bu arada halifelik ileri gelenleri, "Halifeye hürmet ve saygının bozulduğunu" konuşup durmaya başladılar. Bunun üzerine halife "Bağdad’tan çıkıp gideceğini, bu nedenle geminin hazırlanmasını" emretti. Bunun üzerine aracın bazı yerleri onarıldı. Bu arada halk, bu durumdan huzursuz olup korkuya kapıldı, bu nedenle onlara yüksek sesle bağırılarak "korkuyu sürdürmemeleri" bildirildi. Onlar da sakinleşip sustular. Bir süre sonra Sultan Tuğrul Bey’den Bağdad’taki şıhnesine bir emir geldi. Bu emirde "Halifenin, kontrol ve denetiminin kaldırılmasının gerekmediği; bunun kendisine olan saygının ortadan kaldırılmasına karşılık yapıldığı ve onun görevli adamlarının kötü bir duruma düşürüldüğü; Seyyide Arslan Hatun'un Dârü'l-azîze'den ayrılıp göndereceği kimselerin gelmesine değin Dârü'l-memleke'de oturmasını istediği; Bağdad ve yöresinde istediklerini yapmalarına izin verildiği" yazılıyordu. Bunun üzerine halife tarafından Sultan'a "bu emrin kötü bir emir olduğu" hususunda haber gönderilmişse de buna hiçbir cevap verilmemiştir[99].

H. 454 (1062/63) Yılı Olayları
Bu yılın ilk olayı, yine söz konusu evlenme olup bununla ilgili olarak, şu bilgiler verilmektedir:

"İbnü'l-Mahleban, Safer ayının başlangıcı olan Perşembe günü (14 Şubat 1062 Perşembe), Divanü'l-azize'den çıkıp evlenme işinin halifece kabul edildiği haberi ile Bağdad’tan ayrılarak sultanın huzuruna çıktı. Bunun sebebi şu idi. Sultan tarafından Bağdad, Vâsıf ve Basra'ya gönderilen mektuplarda, "Oralardaki Dârü'l-azïzé’ye, buralarla ilgisi olan kimselere, halifelik ileri gelenlerine, çevre ileri gelenlerine ve diğer kimselere ait olan ıktalara iyilikle birer birer el konulması, bu emre karşı durulması hâlinde daha kötü durumlara girişileceği" belirtiliyordu. Sultanın bu emri karşısında Hilâfet Divanı'ndan "Bu, itaat yasasına ve hizmet zorunluluğuna yarar getirmez" sözleri çıkarıldı. Bu nedenle de Hilâfet Divanı ile (Sultan'ın) yazışmaları kesildi. İşte bu sıralarda sultandan Kadi'l-kudât EbûAbdullah ed-Damganî'ye bir mektup geldi. Bu mektup[100] şöyledir.

"Şâhinşâhü'l-muazzam, melikü'l-maşrık ve'l-mağrıb, Muhyi'l-İslâm, Halifetü'l-imam, Yeminu halifeti'l-lah Emîrü'l-mü'minin (Sultan Tuğrul Bey)'den Kadi'l-kudât (Ebû Abdullah ed-Damgânî )'a:

Kadi'l-kudât zamanını, bilim ve fıkıh öğretimine ayırması sebebiyle, halifeyle olan evlilik anlaşmazlığını, bundan hasıl olacak iyi sonuçları tespit edip çözmek için göreve çağırılmıştır. Değerli ve büyük insan Amîdülmülk, Bağdad’tan ayrılıp katımıza çıktığı zaman bize, 'Evlenme hususundaki işleri düzenleyip doğru yöne sevkettiğini ve bizim ona güvenimizi artıran konuşmalar yapmak suretiyle arzu ve isteklerimizin anlaşılması hususunda büyük çaba gösterdiğini, bize açıkladı. O, bu evlenme işinin sertlikle olmayacağım ve bizim, halifeye gösterdiğimiz çeşitli ihtimam, saygı ve alçak gönüllülüklerimizi çok iyi bilir. Fakat bununla birlikte bu yaptığımız güzel davranış ve hareketlerimiz, dünya ve âhirette halife tarafından aleyhimize sanki bir vebale dönüştürülmeye çalışılmıştır. Fakat bütün bunlara rağmen bizler, Ulu Tanrı'ya güvenen kimseleriz; Ulu Tanrı, bizim yaptığımız iyilikleri zâyi ettirmez ve kalblerinde, bizim hakkımızda kötülük saklayanların kötülüklerini görür".

Sultanın bu mektubunun açıklanmasından sonra halifenin yakın adamları, telâfisi mümkün olmayan bir durumun ortaya çıkmasından önce, bu evlenme işinde halifeyle görüş alışverişinde bulundular. Bunun üzerine Ebu'l-Ganâim İbnü'l-Mahleban, "Sultana gidip onun gönlünü almakla" görevlendirildi. Bunun üzerine İbnü'l-Mahleban, "Eğer bu evlenme işinden sultanın istediği sonuç çıkmayacaksa benim sultana gitmem, bir yarar sağlamaz, aksine onun kızgınlığını artırır" dedi. Bunun üzerine halifenin evlenme konusunda cevabı beklendi; bu nedenle de İbnü'l-Mahleban, sultana gitmeyi beklemeye aldı ve bu hususta da direndi. Böylece halifeye eza ve cefaya yönelinmesi sonucunda ona saygısızlık artmıştı. Nikâhın yapılmasına üç yıl kadar engel olunmasının kurnazlık ve bir tür hata olduğu kanatma varıldı. Çok geçmeden nikâhın yapılması hususunda Amîdülmülk'e halifenin vekâletnâmesi yazıldı ve Kadi'l-kudât Ebû Abdullah ed-Damganî ve Ebû Mansur b. Yusuf, halifenin evlenme konusundaki muvafakatine tanık oldular. Bundan sonra Ebu'l-Ganâim, Bağdad’tan ayrıldı. Onun ayrılmasından beş gün sonra özel bir atlı, sultanın, "Halifenin ıktalarının, Dârü'l-azize'nin yetkili temsilcilerine verilmesini, bazı nedenlerle cereyan etmiş olan pek çok istenmeyen kötü ve tatsız olaylardan dolayı çok özür dilediğini ve Ebû Nasrb. Sâid 'in, hizmet için cereyan eden kötü şeylerden ayrılıp temize çıktığını, arz etmek üzere, gönderilmesinin emredildiğini" içeren mektup ve armağanlarla Bağdad’a geldi. Bu haberin çevreye yayılması üzerine herkesin kalbi hoş olup rahatladı. Dârü'l-azîze'de müjdeler verildi ve bu nedenle de gelen atlıya hil'at giydirildi ve davullar vurulup borozanlar çalındı ve bunlar, bütün şehirde dolaştırıldı; bu arada da ıktalar yetkili kimselere verildi. İşte bu sıralarda da Amîdülmülk'ten Ebû Mansur b. Yusu fa gönderilen bir mektupta şunlar yazılıyordu:

Bu kötü ve leke yaratan durum hiç hatırlanmaksızın ortadan kalkmıştır. Esasında bu, sultanın şevk ve çabaları, ya da bir düşmanın ortaya atıp çıkardığı üzüntü sonunda, ileri sürdüğü fikirlerle açığa çıkmıştır. Ebu'l-Ganâim İbnü'l-Mahleban'a, Ebû Nasr b. Sâid gelinceye ve mektuba cevab verilinceye kadar, "Onun yanında beklemesi ve bunu, gizli tutup saklaması" ona bildirildi. Bu arada da onun, Şehrizûr'da[101] olduğu, yağmur ve kar nedeniyle hareket edemeyip oyalandığı, bu arada baldırında bir şeyin batması sonucunda bir yara çıktığı; bu sebeple binitine binemediği, haberi geldi. Onun Şehrizür'da beklemesinin halifenin emriyle olduğunu anlayan sultan, halifeyi, Câbirb. Saklab ile Arslan Hatun'abir mektup göndermesi hususunda harekete geçirdi. Bu mektup, "Halifenin Arslan Hatun'a iştiyakını, onu görme hususunda çok istekli olduğunu ve ona kendisine gelmesi için yazı yazdığını; dilediği zaman Dârü’l-hilâfe'den çıkabileceğini ve gecikmenin bir özür nedeniyle olduğunu; Tirmiz Hacibi’ne gitmesine değin Hatun'a mülâzemet etmesini yazdığını; bunun da nedeninin Ebu'l-Ganâim İbnü'l- Mahleban'ın gecikmesi olduğunu; onun gecikmesinin de gelecek mektubu beklenmesi isteğini; Ebu'l-Ganâim İbnü'l-Mahleban'ın gecikmesinin sebebinin bu olduğunu" kapsamaktadır. Bunun üzerine denildi ki "Söz konusu gecikme, bizim (Halife), gelecek mektubu beklememiz ve bu gecikmeden dolayı ikisinin gönderilmesine kadar elçi İbn Sâid'in bizi beklemesi nedeniyledir; bunun farkına varılması bizim için yeterlidir. Bunun üzerine biz, İbnü'l- Mahleban'la mektuplaşıp ona 'Bu işleri tamamlayıp bitirmesi' emrini verdik"[102].

Söz konusu nikâhın kıyılmasına değin cereyan eden çeşitli olaylardan sonra metinde, nikâhın kıyılması hakkında şu bilgiler verilmektedir:

13 Şaban Perşembe günü (22 Ağustos 1062 Perşembe) Sultan Tuğrul Bey'in halifenin kızı Seyyide ile nikâhı Tebriz dışında kıyıldı. Bunun üzerine İbnü'l-Mahleban, halifeye bir mektup yazıp şunları bildirdi:

"Nikâh dolayısıyla büyük bir şölen düzenlendi. Sultanın ve ilgili kimselerin hazır bulunduğu esnada, sizin şerefli tevkîinizi onlara okudum. Nikâhın kıyılması vekâletini vezir Amîdülmülk'e teslim ettim. O da vekâleti kabul etti. Elini sultana doğru uzattı. Bu arada onun eline bakmakta olan sultan, hemen yerinden kalktı. Bu vekâleti alıp, kabul etti. Yeri öpüp dua etti. Sonra vekâlet tevkîini Amîdülmülk'e verdi. O da bunu okudu; tesbit edilen 400 bin altın[103] mihr açıklanınca halifeye yüksek sesle dua edildi; bundan sonra nikâh akdi yapıldı. Bu vesileyle altın ve inciler saçıldı. Bu arada sultan, şükür ve dua niteliğinde şöyle bir konuşma yaptı: 'Ben, halifenin, kendi nefsini ona teslim eden sâdık ve hâlis bir kuluyum; ömrümün geri kalan kısmında kazanacağım bütün başarılar, onun şerefli hizmetine ait olacaktır'".

Bu kayıtlardan sonra metinde, bu yılın son olayları olarak şunlar kaydedilmektedir:

1 - Sultan Tuğrul Bey, bu yılın Şevval ayında (Ekim/Kâsım), Divanü'l-azize'ye hizmet amacıyla 30 at üzerinde 30 Türk gulamı (asker), altın eyerli ve değerli mücevherlerle süslenmiş bir at, halifeyel0 bin altın; eşine (Arslan Hatun ) 10 bin altın, üzerinde, her biri 24 kırat olan aşağı yukarı 30 parça bulunan mücevher bir gerdanlık (kolye); sultanın ölen eşinin Irak'taki ıktâlarının hepsi; halifenin kızı ve sultanın eşine (Seyyide Hatun )üç bin altın ve emîr Uddetü’d-din (Halifenin torunu)'e beş bin altın gönderdi. Bütün bu armağanları Arslan Hatun teslim aldı[104].

2 - Bu yılın Zülkade ayında (Kâsım/Aralık), Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad’a gelmekte olduğunu bildiren mektuplar, geldi.

3 - Bu yılın Zülhicce ayında (Aralık 1062), Halife'ye Sultan Tuğrul Bey'in öldüğü söylentileri. Bağdad’ta yayıldı. Birkaç gün sonra sultanın şiddetli bir hastalıktan kurtulduğu müjdeli haberi gelinceye değin halk (Bağdad’ta) üzüntü nedeniyle karışıklıklar çıkardı[105].

H. 455 (1063) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı olarak Sultan Tuğrul Bey'in düğün amacıyla Bağdad’a gelişi ve burada cereyan eden olaylar hakkında metinde, şu bilgiler verilmektedir:

Sultan Tuğrul Bey, Bağdad yakınlarındaki Kufs'a[106] yaklaşınca halife onu karşılamak istedi, fakat kendisinin yakınları, onu, bundan vazgeçirdiler. Bu kez halife yerine veziri Ebû Mansur (Fahruddevle), sultanı karşılamaya gönderildi. Bu arada Selçuklu askerleri, Bağdad’a girdiler ve halkı evlerinden çıkarıp bu evlere yerleştiler. Havanın çok soğuk olması nedeniyle evlerin ahşap kısımlarını söküp yakarak ısındılar. Öte yandan vezir Amîdülmülk , Hilâfet Sarayı'na gelip sultan adına hizmette bulundu. Onu halifeye getirdiler. Amîdülmülk , halifeye güzel sözlerle hitap ettikten sonra ona, hürmet edip şereflendirmek amacıyla da birkaç kat elbise takdim etti. Ayrıca sultan da onunla halifeye ayarı iki dirhem olan ve üzerinde elmas bulunan altın bir mühür ve iki cübbe göndermişi. Bu arada Amîdülmülk , halifenin kızı olan gelini alıp götürme isteğinde bulundu. Bu nedenle geceyi Halifelik Divanı'nda geçirdi; halife, ona şunları söyledi:

"Ey Mansur b. Muhammed, senin de söylediğin gibi, bu evlenme işinde kesinlikle yapılması gereken şey, bununla şereflenmek ve bunu en güzel bir şekilde dile getirip anmaktır. Sana diyoruz ki biz, ancak gelinin tesliminin istenmesi ve senin de bildiğin gibi, bazı olumsuz şeylerin cereyan etmesi durumunda, bunu kabul etmeyiz. Biz, İbnü'l-Mahleban'ı size göndermiştik. O, sizinle bu hususu, yani senin yazındaki şeyin dikkate alınmasını, nikâhtan önce, sultanla gelinin ancak bir gün, Dârü'l-azîzeti'n-Nebeviyye'de bir araya gelip (evlenme değil) görüşmesini kararlaştırmış idi. Bu istek, bizim Hilâfet Sarayr'ndan çıkmıştır". Bunun üzerine Amîdülmülk, halifeye "Bütün bu söyledikleriniz doğrudur, sultan da bunu böyle kabul ediyor, yani kararlaştırıldığı üzere, Dârü'l-azîze'ye gelmek niyetindedir. Sultan, hâcipler, hâslar ve gulamlar (asker vs.) için kalacak yerler hazırlanmıştır, onların sultandan uzak kalmaları mümkün değildir" dedi. Karşılıklı söylenen bu sözlerden sonra "Seyyide'nin Dârü'l-memleke'ye gitmesi, sultanla birlikte sefere çıkmaması ve Kadi'l-kudât'ın bu hususta, içtihat üzerinde ant içirmesi için hazır bulunması" hususlarında anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmadan sonra sultan, mihr karşılığı halifeye l00 bin altın, 150 bin dirhem, 4 bin giysi vel0 soylu yörük atı gönderdi. 15 Safer Pazartesi (17 Şubat 1063) gecesi, sultan halifenin kızı Seyyide ile Dàrü’l-memleke’de gerdeğe girdi. Bu nedenle Dicle ırmağı kıyısında Dârü'l-memleke'ye dek çadırlar kuruldu. Seyyide'nin Dàrü’l-memleke’ye girdiği sırada davullar vurulup borular çalındı. Seyyide, altınla işlenmiş bir tahta oturdu. Sultan da onun yanına gelip onu ululadı ve halifeye de teşekkür etti. Daha sonra da hiç oturmaksızın oradan ayrıldı; Seyyide ise sultan için hiç ayağa kalmadığı gibi yüzündeki peçeyi de çıkarıp ona bakmadı. Bu arada sultan, hâcipler ve Türk (Selçuklu) ileri gelenleri, sevinç ve mutluluklarından dolayı Dârü'l- memleke’nin sahanlığında, oyun oynayıp Türkçe şarkılar söylüyorlardı. Sultan, bu arada, gelinle konuşmaya giden Arslan Hatun ileSeyyide'ye iki değerli gerdanlık ve bir büyük kırmızı parça yakut gönderdi. Ertesi gün sultan, Seyyide'nin yanına girip yer öpmek suretiyle onu ululamada bulundu. Sonra da karşısında bir saat bulunan bir tahta oturdu. Daha sonra da eşine pek çok değerli mücevherler ve boncuklarla işlenip süslenmiş bir ferace gönderdi. Sultan, hemen her gün, aynı şeyi yapar, yani eşine hürmet ve saygıda bulunur ve armağanlar gönderirdi. Böylece sultan, son derecede neşeli ve sevinçli olurken halife de aksine çok üzüntülü idi. Sultan, Pazartesi sabahı erken saatlerde veziri Amidülmülk'e halifenin kızıyla evlenmesini gerçekleştirmesi dolayısıyla hil'at giydirdikten başka ona yeni lâkaplar verdi. Bundan sonra Dârü'l-memleke’de bir hafta süreyle şölen düzenletti. Ayrıca Safer’in bitimine dokuz gün kala Pazar günü de (23 Şubat 1063 Pazar) büyük bir şölen düzenletip bütün emirlere hil’atler verdi[107].

Amîdülmülk, 9 Rebîülevvel Perşembe günü (12 Mart 1063 Çarşamba), Beytü'n-nübe'ye gidip halifeden "Sultan Tuğrul Bey ve yeğeni Arslan Hatun'un Bağdad’tan birlikte ayrılmaları hususunda altı ay süreyle izin" istedi. Halife, sultana bu izni verdi, fakat eşi Arslan Hatun'a vermedi ve ona denildi ki "Halifenin izni için birkaç kez baş vurulması, iyi bir şey değildir. Esasında Arslan Hatun, halifeden ayrılmasından şikâyetçi değildi; çünkü halife, Arslan Hatun'la evlendiğinden beri ona hiç yaklaşıp yakınlık göstermemişti"[108].

11 Rebîülevvel Cumartesi günü (14 Mart Cuma), halifeden sultana hil'at gönderildi; sultan, hayatından âdeta ümidini kesercesine ağır hasta olduğu hâlde, gönderilmek istenmemesine rağmen eşi Seyyide'yi alıp Bağdad’tan ayrıldı. Halife kızım uğurladıktan sonra Hilâfet Sarayı'ndan gerekli resmî hizmetleri yapmaları için üç kadın gönderdi. Seyyide'nin annesi, son derecede üzüntüye kapıldı ve onu, bu durumdan kurtarmak mümkün olmadı[109].

Bu kayıtlardan sonra metinde, Sultan Tuğrul Bey'in ölümü hakkında şu bilgiler verilmektedir:

8 Ramazan (4 Eylül) da ölen Sultan Tuğrul Bey'in ölüm haberi, halifenin kızı (sultanın eşi) Seyyide tarafından 24 Ramazan Pazar gecesi (20 Eylül Cumartesi) Bağdad’a ulaştırıldı. Bu sıralarda Hemedan'da, başı boş ser-seri tâifesi, fitne ve fesat çıkarıp şehir amîdi ile birlikte şehir şıhnesi'nin ileri gelen adamlarından 700 kişiyi öldürdüler; İşveli oynak kadınları davul ve nefesli sazlarla yanlarına getirdiler ve ölüler karşısında yiyip içtiler; onların bu hareketleri ay sonuna değin sürdü[110]. Sultan Tuğrul Bey, öldüğü zaman (kendisinden) 70 fersah mesafede bulunan veziri Amîdülmülk el-Kündürî’ye bu ölüm haberi gönderildi. Bunun üzerine o, sultan henüz gömülmeden önce geldi ve onun kardeşinin (Çağrı Bey) oğlu Süleyman’a sultanlık için ilgililerden bîat aldı; esasında Tuğrul Bey de onun kendisinden sonra Selçuklu tahtına oturtulmasını, söyleyip belirtmişti. Bu arada Amîdülmülk, Rey kalesinden 1700 altın ve 200 bin altın değerinde silâhları indirtip orduya dağıttırdı. Bunun üzerine, Davud Çağrı Bey'in oğlu melik Alp Arslan dışında, ordu mensupları sükûna kavuştular, böylece onların korku ve endişeleri kalmadı[111].

Sultan Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu merkezî hâkimiyetinin, kısa bir süre de olsa, zayıflaması sonucunda özellikle Irak'ta. vasal hükümdarların tedirginlikleri nedeniyle birtakım olaylar çıkmıştır. Bu hususta metinde şu bilgiler verilmektedir:

Sultan Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Araplar, Bağdad’tan dış taraflarına ve yakın yörelerine dağılıp yolları kestiler ve Bağdad’a, bağlı Zahir ve yörelerindeki halkın elbiselerini aldılar. Akrakûf’tan[112] da değeri binlerce altın olan camuzlan sürüp götürdüler. Bu arada halk, Müslim b. Kureyş'in Bağdad’a girip Dârü'l-memleke'yi kuşatarak yağmalamasını konuşup durdular. Müslim 'in halifeliğe bağlı bütün yerlere saldırması, buradaki halka para ödemesini kararlaştırması, kendisine karşı koyanları yağmalaması, çiftlik, mal ve büyük baş hayvanları yağmalaması, halkı, son derecede huzursuz ve rahatsız etti; ancak o, riske girmemek için ziraatla ilgili yerleri yağmalamaktan çekindi. Bağdad dışında oturan halk, Ebvâbü'l-azîze'den sık sık yardım istemeye başladı. Bu arada askerlerin Müslim'e karşı harekete geçmeleri üzerine Müslim, özür dileyip "Ben, halifenin hâdimiyim. Amîdülmülk, halifelikte bulunan sultana ait değerli mücevherleri askerlerine sarfetmek gereğini duyup istemiştir" diyerek halifeye haber gönderdi. Fakat onun bu sözleri dikkat nazarına alınmadı. Bağdad yörelerinde ve ıktâlarda oturan halk, direnişe geçti ise de bastırıldı[113].

Bu kayıtlardan sonra metinde, Sultan Tuğrul Bey hakkında şu bilgiler verilmektedir:

"Tuğrul Bey" denilen Muhammed b. Mîkâîlb. Selçuk Ebû Tâlib, bu yılda (H. 455 = 1063) öldü. Onun aslı Türkmen (Oğuz)'dir. Selçuk'un oğlu Arslan Yabgu, Ali Tekin'in kızıyla evlenmişti[114]. Bu ikisinin (Ali Tekin, Arslan Yabgu) durumları yükseldi. Bunun sonucunda Mahmud b. Sebüktekin, kendisine karşı birtakım fesat dolu hareketlere girişen Ali Tekin ve Arslan Yabgu'ya karşı askerî harekâta başladı. Fakat Ali Tekin, Mahmud tarafından yenilgiye uğratılıp telef edildi. Selçuk'un oğlu (Arslan Yabgu) ise tutsak alındı. Arslan 'ın adamlarından 4 bin çadır halkı, Mahmud 'un ülkesine (Gazne toprakları) intikal etti. Mahmud ölünce oğlu Mesud, hoşlandığı şeylerle meşgul olmaya başladı. Bunun üzerine Arslan Yabgu'nun adamları (Oğuzlar), birleşip Nişabur kenti etrafında yağmalarda bulundular; sonunda da Nişabur'u ele geçirdiler; bunun üzerine Tuğrul Bey, Nişabur'a gelip şehri Mesud yönetiminden ayırıp kendi yönetimine aldı. Şehri ele geçiren Arslan Yabgu'nun adamları, Tuğrul Bey'e meyledip katıldılar. Tuğrul Bey de onlara mal ve para verdi. Bu durum karşısında Mesud , güçlü bir hâle gelen Tuğrul Bey'e karşı harekâta başladı. Çok geçmeden iki taraf, savaşa girişti, fakat Mesud , yenilgi ve bozguna uğradı. Bunun üzerine Tuğrul Bey, Horasan'ı ele geçirip buraya hâkim oldu. Bu olay H. 430 (1038) yılında vuku buldu. Bu olaydan sonra Tuğrul Bey, anne tarafından kardeşi olan İbrahim Yınal b. Yusuf (İbrahim b. Yusuf Yınal)'u Kûhistan ve Horasan'ı fethetmek için görevlendirdi. Kendisi de bizzat, kendi adamlarının tahrip ettiği Rey kentine yöneldi. Buradaki hazine, para ve malları aldı. Daha sonra da H. 443 (1051/52) yılında İsfahan'ı fethetti. Bu kentten çok hoşlandığı için burasım ivedilikle devletin başkenti yaptı ve Rey'deki mal ve paralarını buraya nakletti; bu arada H. 430 (1038/39) yılında kardeşi Davud (Çağrı Bey )'u, Merv, Serahs ve Nişabur'a değin olan memleketlerin ve Belli kentinin yönetimlerine atadı. Ayrıca amcasının oğlu Hasan b. Musa 'ya da Herat, Tirmiz'e bağlı Busene ve Sicistan'ın yönetimini verdi[115].

Sultan Tuğrul Bey, H. 435 (1043/44) yılında, Dârü'l-hilâfe'ye (Hilâfet Sarayı) "eş - Şeyhü'l-ecell Ebû Tâlib Muhammed b. Eyyûb" diye hitap ettiği vezir Amîdürrüesâ'ya bir mektup göndermişti. Sultanın bu mektubuna cevap olarak Dârü'l- hilâfe'den kadı Ebu'l-HasenAli b. Muhammed b. Habîbü'l-Mâverdî, elçi olarak gönderildi. Mâverdi, sultanla Cürcan'da buluştu. Sultan, Halifenin elçisi olmasına saygı duyması dolayısıyla Mâverdî 'yi şehirden dört fersah uzaklıkta karşıladı; daha sonra onun kendisine gelmesi dolayısıyla ona 30 bin, halifeye de 20 bin, halifenin yakınlarına da 10 bin altın verdi[116]. Bu arada Tuğrul Bey'in askerleri Ahvaz'a yürüyüp şehri yağma ettiler. Bir süre sonra Tuğrul Bey, Bağdad’a geldi. Halife, onun için özel bir toplantı yaparak onu, (Sünnî İslâm) memleketlerinin yönetimiyle görevlendirdi. Dolayısıyla da onu "Melikü'l-maşnk ve'l-mağrıb (Doğu'nun ve Batı'nın, yani Dünyanın Hükümdarı)" lâkabıyla lâkaplandırdı[117].

Tuğrul Bey ilk Selçuklu hükümdarı olup Selçuklu Devletini kurmuştur. O, tedbirli, sağlam görüş sahibi olup kötü ve olumsuz işleri yapmazdı. Onun bazı yakın adamlarından birisi, "Ebû Kâlicâr'a kötü davranışlarda bulunduğunu" yazmıştı. Bununla birlikte Tuğrul Bey, ona iltifat edip ayıplamamıştır. Bizans hükümdarı da Tuğrul Bey'e pek çok para ve mal gönderdi. Daha önceki yıllarda Tuğrul Bey'in halife el - Kâim 'i Hadîsetü Ane'den nasıl getirttiğini ve Besâsîrî 'yi öldürttüğünü ve halifenin kızıyla evlendiğini anlatmıştık.

Sultan Tuğrul Bey, 8 Ramazan 455 Cuma günü (4 Eylül 1063 Perşembe) Rey kentinde öldü. Onun hükümdarlığı 30 yıl olup ömrü de 70 yıl idi[118].

H. 456 (1063/64) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı, Sultan Tuğrul Bey'in ölümünden sonra Büyük Selçuklu Devleti tahtına geçen sultan Alp Arslan hakkında olup şöyledir:

Sultan Alp Arslan Muhammed b. Dâvud (Çağrı Bey) b. Mîkâîl'in Bağdad’a gelmekte olduğu asılsız haberi, şehirde yayıldı. Bu sebeple hububat fiyatları yükseldi. Bir süre sonra da "Sultan Alp Arslan'ın, Amîdülmülk Ebû Nasr Mansur b. Muhammed el-Kündürî'yi 7 Muharrem Cuma (31 Aralık 1063 Çarşamba) akşamı geç saatlerde yakalatıp tutuklattığı, parasına el koydurduğu; daha sonra da onu Mervü'r-rûz (Mervü'r- rüd)'a[119] gönderip hapse attırdığı ve aynı gün kendi veziri Nizamülmülk Ebû Ali el- Hasen b. İshaket-Tûsî'ye (Büyük Selçuklu Devleti'nin) vezirlik hil'ati giydirdiği haberi, Bağdad’a ulaştı. Sultan, halifenin kızı, ölen Sultan Tuğrul Bey'in eşi olan Seyyide'nin derhal Bağdad’a gönderilmesine izin verdi ve ona, ihtiyaçlarını karşılamak üzere beş bin altın gönderdi. Fakat Seyyide, bu parayı almayı kabul etmedi. Onun bu davranışı ayıplanınca parayı aldı ve l3 Rebiülâhır Pazar günü (4 Nisan 1064 Pazar) geç vakitlerde Bağdad’a ulaştı; halk, onun kente girişini görmek amacıyla toplandı. Seyyide, beraberinde, kadı Ebû Amr Muhammed b. Abdurrahman olduğu hâlde, gece Bağdad’a girdi. Kadı Ebû Amr, Beytü'n-nûbe'de hazır bulundu. Kadi'l-kudât Damgânî (Ebû Abdullah), "Bu gelen kadı Ebû Amr'ın kendisinden önde bir yere oturmamasını" istedi ise de ona, bu hususta olumlu bir cevap verilmedi, Ebû Amr 'a da ” Beytü'n-nûbe'nin çatı penceresinde, Meclis'ten ayrı bir yerde oturması” emredildi. Daha sonra Ebû Amr, ayağa kalkıp bir konuşma yaparak sultan A1p Arslan'ın iyi bir şekilde vasıfladığı veziri Nizamülmülk'ün halifeye teşekkürünü bildirdi. Daha sonra sultandan beraberinde getirdiği, biri halifeye, ötekisi de veziri FahruddevleEbû Nasr b. Cüheyr'e olmak üzere, iki mektubu vezire teslim etti. Çok geçmeden Halifelik Sarayı'ndan çıkan cevapta "Sultan Alp Arslan'a teşekkür edildi ve Seyyide'yi Bağdad’a halifeye göndermesi hususundaki hizmetinin kabul edildiği bildirilerek hatîblere, sultan olarak onun adına hutbe okumaları" emredildi. Bu hutbe duasında "Ey Tanrım! Sultanü'l-ınuazzam, Adudu'd- devle, Tâcü'l-mille, Ebû Şucâ Alp Arslan Muhammed b. Dâvud'u ıslah eyle! Denilmiştir[120]. Bundan sonra sultan tarafından (Bağdad’taki Selçuklu) Arnidi Ebu'l-Hasen Ali b. İsa 'ya verilmek üzere l0 bin değerli altın, 200 çeşitli ipek giysi, ayrıca Bağdad’daki Nâzır'a verilmek üzere l0 bin altın, 10 at ve l0 katır gönderilmiştir. Bu arada Bağdad’ta sultan adına Amîdülmülk hakkında "Onun vezirlik görevinde kalmasının yararlı olmadığı, çünkü onun devlet yönetiminde fitne ve fesat çıkardığı için kendisinden memnun olunmadığı, bu nedenle Mervü'r-rüz kumandanına onun asılıp öldürülmesi hususunda mektup gönderildiği, bu öldürme işi için de 3 gulam (kişi) yollandığı" söylenmiştir.

Bu kayıtlardan sonra Sultan Alp Arslan'ın Büyük Selçuklu Devleti tahtına geçmesi dolayısıyla halife tarafından hil'at gönderilmesi hakkında şu bilgiler yer almıştır:

Sultan Alp Arslan'a halife tarafından hil'atler gönderilmesinden sonra Bağdad’taki Selçuklu Amîdi Ebu'l - Hasen Ali, halifeye baş vurup "Bu konuyla ilgili olarak genel bir toplantı düzenlemesini" istedi. Bunun üzerine 7 Cumadelâhır Perşembe günü (27 Mayıs 1064 Perşembe), Dicle ırmağına bakan Tâc'daki[121] Beytü'l-müstakbel’de bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılan vezir Fahruddevle'ye "Selçuklu Amîdi Ebu'l-Hasen Ali ve Kadı Ebû Amr'ın da davet edilmesi" halifece emredildi. Bunun üzerine Amîd ve Ebû Amr, toplantıya geldiler ve onlarla, Adudu'd-devle Alp Arslan'ın sultanlık ahidnâmesi, konuşulup müzakere edildikten sonra verildi. Bu arada vezir, iki sancak getirtip onları eliyle bağladıktan sonra onlara verdi. Ayrıca sultan için de hil'atler verildi. Daha sonra Ebu'l-Fevâris Tırâdez- Zeynebî, Ebû Muhammed et - Temîmi ve Hâdim Muvaffak ile beraber bu hil'atlerle birlikte onlara Alp Arslan'ın sultanlık yetkisini içeren bir mektup (Ahidnâme) verilerek sultana gitmeleri kararlaştırıldı. Bu arada Amid'e "Şeyhü'd-devle (Devletin saygı duyduğu kişi) ve Sikatü'l-hazreteyn (Halife ve Sultan'ın güvendiği kimse) ve Nizamülmülk'e "Kıvamü'd-din ve'd-devle (Din ve devletin desteği, Radiyyi Emîri'l-mü'minîn (Müminlerin Emîri'nin razı olduğu kimse)" lâkapları verildi. Esasında Nizamülmülk, Selçuklu ülkesinde "Hâce-i Buzurg (Büyük Efendi)" olarak anılıyordu[122].
Bu yılın son olayı olarak Şevval (Eylül/Ekim 1064) ayında, Bağdad’a gelen haberde, Ebu'l-feth (Alp Arslan)'in Rum (Anadolu)’a gazaya giriştiği ve içinde 700 bin evin ve l000 kilise ve manastırın bulunduğu büyük bir şehre (Anı) girdiği, sayısız kimseleri öldürdüğü ve 500 bin tutsak aldığı, haber verilmiştir[122a] .

H. 457 (1064/65) Yılı Olayları

Bu yılın haberleri arasında ilk olarak Sultan Alp Arslan'ın, Amîdülmülk'e bir Türk'ü gönderip onu öldürttüğü, Zülhicce ayında (Kâsım/Aralık 1065), Bağdad’ta Nizamiyye Medresesinin yapımına başlandığı, fakat bu yerde bulunan Meşreatü'z-zevâyâ, el-Furda, Bâbü'ş-şair ve Derbü'z-zaferâni’deki evler nedeniyle inşaatın bitirilemediği kaydedilmiştir.

Bu kayıtlardan sonra Sultan Alp Arslan tarafından öldürtülen Sultan Tuğrul Bey'in veziri Muhammed b. Mansur Ebû Nasr el-Kündürî hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

Muhammed b. Mansur Ebû Nasrel-Kündürî, Sultan Tuğrul Bey'in veziri olup lâkabı Amîdü’l-mülk'tür. O Türeysîs'e[123] bağlı köylerden Kazvin'e yakın olan Kündür'e mensuptur. Kündürî, erdemli bir insan olup Şiîri çok severdi. Rivayete göre Sultan Tuğrul Bey, onu kendisinin bir kadınla evlenme işini yürütmek için görevlendirmiş, fakat o kadınla kendisi evlenmiş;, bunun üzerine Tuğrul Bey, onu hadım ettirmiş, fakat onu, vezirlik görevinde bırakmıştır. Sultan Tuğrul Bey, ölünce Selçuklu Devleti tahtına geçen Alp Arslan, onu Mervü'r-rûz'a gönderdi, bir süre sonra da onu öldürmeleri için adamlar (gulamlar) gönderdi. Bu adamlar, Kündürî'nin yanına girdiler. İçlerinden biri ona "Kalk, iki rekât namaz kıl ve Ulu Tanrı'ya tövbe et!" dedi. Bunun üzerine Kündürî, onların yanına gelip "Ailemle vedalaşayım, sonra da çıkarım" dedi, onlar da ona "Bunu yap!" dediler, o da kalkıp eşinin yanına girdi, bu sırada içerde çığlıklar yükseldi; câriyeleri ona sarıldılar, başlarını açıp başlarına toprak saçtılar. Çok geçmeden o adamlardan birisi içeri girip Kündürî'ye "Kalk!" dedi, o da ona "Elimi tut! çünkü câriyelerim benim dışarı çıkmama engel oluyorlar" dedi. Böylece câriyelerinden kurtulan Kündürî, oradaki bir mescide gidip iki rekât namaz kıldı. Daha sonra da korka korka mescidin arka tarafına giderek üzerindeki samur hırkayı çıkarıp gulama verdi ve almasınlar diye gömleğini ve pantolonunu yırttı. Çok geçmeden gulamlar, iplerle ona geldiler. Bunun üzerine Kündürî, onlara "Ben, boğulmak suretiyle öldürülecek fesatçı ve hırsız bir kimse değilim. Kılıçla öldürülmem, beni daha çok memnun eder" dedi. Bu arada gulamlar, Kündürî 'nin gözlerini, hırkasının yeninden kopardıkları bir parça bezle bağladılar ve onlardan birisi, boynuna kılıçla vurup başını kesti; onun kesik başım alıp cesedini orada bıraktılar. Bu cesedi Kündürî 'nin kızı alıp onun doğum yeri olan Kündür'e götürerek orada toprağa verdi. Onun ömrü, aşağı yukarı 40 yıl sürmüştür[124].

H. 458 (1065/66) Yılı Olayları

Bu yıla ait Selçuklular'a dair kaydedilen yegâne kayıt Sultan Alp Arslan'ın Hârezm ve Mâveraünnehr seferi hakkında çok genel ve açıklık bulunmayan şu bilgileri ihtiva etmektedir:

Bu yılın Şevval ayında (Ağustos/Eylül 1066), halife tarafından bir Hâs Hâdim ile birlikte Ebû Muhammed et-Temîmî, sultana gönderilerek çıktığı seferden sağ-salim vesilesiyle kutlanıp şereflendirilmiştir. Halife, adları geçen iki elçiyle birlikte" Kendisinin ve Halifelik Sarayı mensuplarının daha önce ellerinde bulunan ıktaların geri verilmesini ve eşi Seyyide Arslan Hatun'un uzun bir süre uzak kaldığı Halifelik Sarayı'na dönmesini" içeren bir mektubu sultana gönderdi. Vezir Ebû Nasr Fahruddevle bir grupla onlara armağanları vererek Bağdad’tan uğurladı[125].

H. 459 (1066/67) Yılı Olayları

Bu yılın da tek olayı olan halifenin eşi Arslan Hatun'un Bağdad’a gelişi hakkında metinde, şu bilgiler yer almaktadır:
Halifenin eşi SeyyideArslan Hatun, Cumadelâhır ayında (Nisan/ Mayıs), Bağdad’tan geldi. Vezir Fahruddevle, şehirden aşağı yukarı bir fersah mesafede, halk ise şehirde onu karşıladılar; vezir, atı üzerinde ona dua edip tazimde bulundu. Daha sonra Selçuklu Amîdi Ebû Sa'del-Müstevfî, Hatun'un sultandan getirdiği mektupları Beytü'n-nübe'deki toplantıda okumak amacıyla hazır bulundu. Bu mektuplar "Halifeye itaati, yasalara göre halifenin istek ve emîrlerinin yerine getirilmesini" içermekte idi; bu mektupta, vezir İbn Cüheyr'e "Vezirü'l-ecell (En yüce vezir) Unvanıyla hitap ediliyordu. Daha önce ona "er-Relsü'l-ecell (En ulu Rels)" unvanıyla mektup yazılıp hitap edilmişti[126].

H. 460 (1067/68) Yılı Olayları

Selçuklularla ilgili olarak bu yılda zikredilen tek olay, Halifelik veziri Fahruddevle 'nin halife tarafından azli vesilesiyle olup şöyledir:

8 Zülkade Salı günü (20 Eylül 1067 Perşembe), halife, veziri Fahruddevle Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Cüheyr'e Kadi'l-kudât ed-Damgâni ’nin kaleme aldığı bir azil tevkii gönderdi. Bu tevkîde, vezirin hataları birer birer sayılıyordu. Bunlardan birincisi: "Sen, bizim hizmetimizde iken istediğin şeylerin karşılığını sana verdik, fakat sen, bunlara karşılık bize, kötülükle karşılık verdin". İkincisi: "Sen, bizden hiç izin almaksızın Bâbü'l-hücre'ye[127] geldin ve 'bu mekâna benden başka hiç kimsenin girmesi gerekmez' dedin". Üçüncüsü: Sen, bizim sarayımızda (Dârü'l-azîze), sultan Adudu'd-devle Alp Arslan 'ın hil'atlerini giydin" deniliyordu. Ayrıca İbn Cüheyr'e "Nereye gitmek istersen oraya bak ve yönel; biz, seni oraya yönlendirip ulaştırırız" denildi[128]. Halifenin bu tevkiini alıp okuyan İbn Cüheyr, çok ağladı ve son derecede endişelendi. Tedirgin oldu ve kendisine yöneltilen bütün bu suçlamalara barış yoluyla karşı çıkıp dedi ki: "Benim buradan uzaklaştırılmam isteniyorsa o takdirde ben, Nuruddevle İbn Mezyed 'in yönetimindeki Hille'ye giderim. Bundan sonra da ben, âdet olduğu üzere, kutsal saydığım şeylere itaat ederim. Özür dilemem hususunda gerekli şeyleri yaparım"[129]. Bunun üzerine halifeden son olarak "Kendisinin verilen emir gereği Hille'ye gitmesi" kapsamlı bir cevap çıktı. Çok geçmeden de İbn Cüheyr'e "Kendisine ve yakın adamlarına ait yiyecek maddeleri, mal ve diğer şeylerini satmaları ve kadınlarım boşamaları" hususunda halifeden izin çıktı. Bu arada Hilâfet Sarayı’nın bütün mensupları, vezirin bu durumu dolayısıyla üzüntü ve sıkıntılarım açıkça gösterip vezirin yanına geldiler, onlar ve vezir, hep birlikte hüngür hüngür ağladılar. 10 Zülkade Perşembe günü (10 Eylül 1068 Çarşamba) vezir, köleleri ve yakın adamlarıyla birlikte Bağdad’tan ayrıldı; Cuma gecesi, vezir, aile bireyleriyle birlikte gelip özel bir yere oturdu ve halifenin de burada olduğu zanniyle birkaç kez yer öptü ve ağlayıp durdu ve dedi ki, "Tanrı benimle senin kalbini bana ağırlaştıran kimseyle birlikte aramızdadır. Ey mü'minlerin emîri, benim yaşlılığıma, çocuklarıma, böyle hor görülmeme ve bu durumuma acı ve benim sana olan saygımı dikkat nazarına al!" dedi. Vezir, böylece üzüntü ve ümitsizliğe düştüğü sırada, iki kişinin yardımıyla ağlayarak Dicle ırmağındaki bir tekneye bindirildi. Bu sırada halk da onunla birlikte ağlıyor ve ona, yeniden dönmesi için dua ediyordu. Böylece vezir, onlarla vedalaşıp ayrıldı. Fakat daha sonra o, Dübeys b. Sadak a'nın şefaatıyla Halifelik Vezirliği'ne yeniden döndürüldü[130].

H. 461 (1068/69) Yılı Olayları

Bu yıla ait ilk olay, metinde, İbn Cüheyr'in yerine Halifelik Vezirliği’ne atanacak kimsenin aranması, fakat bu makama yetenekli olan bir kimsenin bulunamaması üzerine İbn Cüheyr'in yeniden vezirliğe davet edilmesi olup şöyledir:
Fahruddevle İbn Cüheyr 'in Hilâfet Vezirliği'nden azledilmesinden sonra bu makama tâlibler çoğaldı ise de bunlardan hiçbiri uygun görülmedi. Bununla birlikte İbn Abdurrahî m'in atanması hususunda karar kılındı. Bunu haber alan halk, camide toplanıp, "Bu işte çaba gösterenin ahmakl.ık ettiğini" ısrarla belirttiler. "Çünkü îbn Abdurrahî m, Besâsîrî ile birlikte halkın evlerini yağmaladı" dediler. Bu arada Arslan Hatun, eşi halifeye "Bu adam, yani İbnAbdurrahîm, beni yağmalayanlardan birisidir" dedi. Bu sıralarda İbn Cüheyr, kendisinin affedilmesi hususunda halifeyle ilişki hâlindeydi. Salafel - Kahramane de İbn Cüheyr hakkında olumlu şekilde konuştu. İşte bu arada İbn Cüheyr 'e halife tarafından 15 bin altın verildi; fakat o, bunu olumlu gördü ise de bu parayı almadı. Çok geçmeden halife, Hâcibü'l-bâb Ebû Abdullah el-Mürdevşîvelki Hâcibi İbn Cüheyr'i Bağdad’a davet etmek üzere gönderdi; bu davet üzerine İbn Cüheyr, 12 Safer Çarşamba günü ( 11 Aralık Perşembe) Bağdad’a geldi; onun gelişi üzerine halk, çok sevinip ferahladı, hattâ bazıları oruç tuttu, bazıları da sadaka verdiler. Öte yandan halife, İbn Cüheyr'i görmek amacıyla Halbe'dedd el-Manzara'ya[131] çıktı. İbn Cüheyr, halifenin bulunduğu el- Manzara'nın aşağı tarafına gelince yer öpüp dua etti, daha sonra da çevresinde halk topluluğu olduğu hâlde, ata binip Bâbü'n-nûbî’ye ulaşınca da derhal atından inip buradaki kapı eşiğini öptüp, Hilâfet Divanı'na girdi. Böylece onun halifenin huzuruna çıkma işi tamamlanmış oldu. Çok geçmeden İbn Cüheyr 'e halifeden bir tevkî çıktı, şöyle ki: "Senin, nihayet buraya gelip hazır olman ve Dzwm'daki değerli hizmette sürekli olarak karar kılman, gerçekleşti; bizim şerefli hizmetimize değerli hizmetinle katılmam, Tanrı, bütün istenilen şeylerin uğurlu bereketiyle seni tamamladı ve seni, yapılmasını ahdettiğin şeyin en iyisini ve senin mevkiinde, artık kıskançlıkla hareket edilmemesini, sana geri verdi. Çocuklarınla Tanrı’ya olan şükrün çoğalsın". Daha sonra halk, 3 Rebîülevvel Çarşamba günü (31 Aralık Çarşamba), Beytü'n-nûbe'de toplandı. Öte yandan halife de Dicle’ye bakan Tâc'a[132] gelip oturdu. Vezir İbn Cüheyr de iki oğlu ile birlikte halifeye getirilip ulaştırıldı. Halife, vezire, "ayrıldıktan sonra bizi ve iplerimizi berkleştiren Tanrı'ya şükür olsun" dedi. Daha sonra halife, oradakilere hil'at giydirtti. Onlar, 6 Rebîülevvel Cuma günü (3 Ocak 1069 Cumartesi), atlarına binip büyük bir tören alayı ile halkın yüksek sesle sevgi ve dua nidalarıyla kent camiine gittiler. Bu vesile ile şair İbnü'I-Fazl, veziri öven bir Şiîr yazmıştır[133].

Bu kayıtlardan sonra ünlü Selçuklu komutanı emir Afşin 'in Bizans yönetimindeki Anadolu'da giriştiği askerî harekât hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

Emîr Afşin et-Türkî ve beraberindeki Oğuzlar, Rum (Anadolu) ülkesinde pek çok yeri tahrip ettiler. Bu arada, tesadüfen Rum hükümdarı (Romanos Diogenes), patriklerden ileri gelen bir patriki yakalatıp tutuklattı; bunu haber alan bu patrikin kardeşi olan patrik kaçtı ve kaçarken yolu üzerinde Afşin'e rastladı. Ona "Kardeşinin Bizans hükümdarından gördüğü zulmü" anlattı ve "Amüriyye (Amorion)’ye hile yoluyla girip şehri kendisi için ele geçireceğini" vaadetti. İkisi bu hususta ant içtiler. Daha sonra patrik, beraberindekilerle birlikte önlerinde haçlar olduğu hâlde, Amûriyye'ye yöneldi ve şehirdekilere haber gönderip "Bizans hükümdarı, beni, size, memleketinizi bozguncu hareketler yapan Oğuzlara karşı yardım için gönderdi" dedi. Bunun üzerine şehirdekiler dışarı çıkıp patrik ve beraberindekileri karşıladılar. Önünden yürüyerek onları şehre getirdiler, böylece patrik ve beraberindekiler, Amûriyye'ye sahip ve hâkim oldular; çok geçmeden patrikle buluşan Afşin, şehre girerek yağmalar da bulunup pek çok mal ele geçirdi, aşağı yukarı 6 bin de tutsak aldı. Daha sonra da Antakya'ya dönüp kenti kuşatmaya başladı. Kuşatmayı kaldırması taleplerine karşı şehir yöneticilerinden 20 bin altın istedi[134].

H. 462 (1069/70) Yılı Olayları

İlk olay. Bizans imparatoru Romanos Diogenes'in Suriye'ye yürümesi hakkında olup şöyledir:

Rum (Bizans) hükümdarı, 300 bin kişilik bir orduyla İstanbul'dan çıkıp Suriye'ye yöneldi, 16 gün süreyle Menbic'e karşı savaş durumu aldı; Müslüman-lar, ona karşı harekete geçtiler, fakat yapılan çarpışmalar da yenilip bozguna uğradılar ve bir kısım askerleri öldürüldü. Rum ülkesi (Anadolu) ile Menbic arasında köyler ve diğer yerler ateşe verildi; bu arada Müslüman askerleri öldürüldü, kadınlar tutsak alındı. Bu sebeple Haleb halkı, korku ve endişeye kapıldı. Bu arada Rum hükümdarına verilmekte olan yiyecek maddeleri kesilince hükümdarın beraberinde bulunan kuvvetler helâk oldular, bu nedenle Rum hükümdarı ülkesine geri döndü[135].

Bundan sonra Nizamiyye Medresesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

26 Cumadelâhır Perşembe günü (31 Mart 1071 Perşembe), Selçuklu Amî-di Ebû Nasr, seçkin kişiler olan Ebu'l-Kâsım b. Fahruddevle, iki Nakibi, Eşrâf, Kadi'l-kudât ve Şuhûd’u çağırtıp Nizamiyye Medresesine getirtti. Bu toplantıda Medrese'ye vakfedilen kitapların adları okundu. Amid de Medrese'ye kitaplar, arazi, mülkler ve yeni yapılmış olan bir çarşı vakfetti. Bu vakıf için bazı şartlar tespit edildi ve bunlar, çarşının kapısına yazıldı. Nizamülmülk'ün çocuklarına ve öteki ilgililere de bildirildi.

Bu kayıttan sonra metinde,

Bu yılın (1069/70) Receb ayında, sultanın (Alp Arslan) elçisinin halifeye hizmet etmek ve duada bulunmak amacıyla Bağdad’a geldiği, bu nedenle ona saygılı davranılmasının gerekliliğinin bildirildiği, ayrıca halife tarafından Divan'a Bağdad’taki Nâzır'a 10 bin altın (Belki maaş ve diğer işler için) verilmesi ve her yıl ıkta karşılığı kasıt ve fiasra'dan 7 bin altın vergi alınması hususunda bir tevkiin gönderildiği, kaydedilmiştir.

H. 463 (1070/71) Yılı Olayları

Bu yıla ait ilk olay Malazgirt Savaşı hakkında olup şöyledir:

"Bizans imparatorunun kalabalık bir orduyla İslâm ülkelerine doğru gelmekte olduğu” haberi, sultan Alp Arslan'a ulaştı. Sultanın yanında pek az asker vardı. Çünkü kıtlık nedeniyle malları telef olan sultanın askerleri Suriye'den sanki bozgun hâlinde Horasan'a dönmüşler ve karargâhlarına gitmeyi arzu etmişlerdi. İşte bu nedenle sultanın beraberinde, ancak dört bin kişiye yakın Hassa askeri kalmıştı. Buna rağmen o, ülkesine dönmemiş ve asker toplamaya girişmiştir. Eğer sultan, geri dönseydi bu, Müslümanlar için bir hezimet olacaktı. Düşmanla sonuna değin savaşmaya azmeden sultan, eşi Seferiyye Hatun ile veziri Nizamülmülk'ü ağırlıklarıyla birlikte Hemedan'a gönderdi ve Nizamülmülk'e "Oradan asker toplayıp kendisine göndermesini" emretti. Sultan, bu arada, Nizamülmülkve ordusunun kumandanlarına şunları söyledi: "Ben, bu savaşta, Tanrı rızası için savaşanlar gibi sabredecek ve kendilerini tehlikeye atanlar gibi savaşacağım. Eğer kurtulursam -Ulu Tanrı'dan ben, bunu bekliyorum- ne âla, aksi takdirde sîzlere, oğlum Melikşah'ı dinleyip ona itaat etmenizi ve onu, yerime geçirip hükümdar olarak tanımanızı, vasiyet ediyorum. Esasında ben, daha önce, bunu, kendisine söylemiş ve ona, hükümdarlık tevcihini yapmıştım". Sultanın bu sözlerine kumandanlar, hep birlikte "baş üstüne" diyerek cevap verdiler. Bu, veliahdlık tâyini vezir Nizamülmülk'ün rey ve tedbiriyle yapılmıştır. Sultan Alp Arslan, ordusundan bir kısım askerle birlikte bulunuyordu. Her askerin aynca bir de yedek atı vardı. Sultan, çok geçmeden Bizans imparatoruna karşı harekete geçip onunla savaşarak galip geldi; düşmanın haçı da ele geçirildiği gibi onlar, pek çok ölü ve yaralı verdikten sonra kaçtılar; kumandanları (RomanosDiogenes) sultanın huzuruna getirildi. Sultan "Onun burnunun kesilmesini" emretti, ele geçirilen haç da Hemedan'a gönderildi; bu haç, ahşaptan yapılmış olup, baş kısmı gümüştendi. Üzerinde fîrûzeler vardı; ayrıca gümüşten kutuya benzer bir şey içinde de bir İncil bulunuyordu. Sultan, Hemedan'a Nizamülmülk'e gönderdiği bu haçla kazanılan zaferi bildirdi ve "Bu Aaçın halifeye gönderilmesini" emretti.

Bu genel bilgilerden sonra savaş hakkında şu kayıtlar bulunmaktadır:

Bizans imparatoru Romanos Diogenes, ordusuyla hareket geçip (Ahlat-Malazgirt arasında) Rahve denilen yerde Zülkade'nin bitimine beş gün kala Çarşamba günü (25 Ağustos 1071 Perşembe) sultanın ordusuyla karşılaştı. Bizans askerleri oldukça kalabalıktı. Sultanın bütün askerinin sayısı 20 bine yakındı. Bizans imparatorunun kuvveti 35 bin Frenk askeri, 35 bin 200 patrik, bu patriklerden her birinin beraberinde 2 bin ile 500 arasında atlı kuvveti, ayrıca İstanbul'un öte yakasında yaşayan Oğzulardan (Hristiyan) 15 bin kişiden oluşuyordu. Bu orduda ayrıca 100 bin delici ve lağımcı ilel00 bin kuşatıcı ve 800 camuzun çektiği ve içinde nal ve çivileri taşıyan 400 araba bulunuyordu. Bu arabalarda silâhlar, eyerler, arrâde ve mancınık gibi kuşatma aletleri vardı. Bu mancınıklardan birini 1200 kişi çekiyordu. Bu arada sultan, Bizans imparatoruna bir elçi göndererek "Ülkesine geri dönmesini; (bunu yaparsa) kendisinin de geri döneceğini ve barışın da halife aracılığıyla yapılmasını" teklif etti. Esasında Bizans imparatoru, daha önce, halifeye bir elçi gönderip "Sultanın, kendisiyle barış yapması hususunda ona etki yapmasını" istemişti. İmparator, sultana "Ben, bu duruma, pek çok para sarfetmek ve dolayısıyla çok asker toplamak suretiyle geldim. Şimdi bu üstün durumu elde etmişken bundan nasıl vazgeçebilirim, artık çok geç, barış, ancak Rey kentinde yapılabilir, böylece ben, İslâm ülkelerine kendi ülkem gibi hâkim ve sahip olmadan asla geri dönmem" dedi. Sultan Alp Arslan, Cuma günü, namaz vakti gelince askerleriyle birlikte namaz kılıp Ulu Tanrı'ya dua etti, yalvarıp yakardı ve ağlayarak askerlerine şunları söyledi:

"Bizim sayıca az olmamıza rağmen ben, düşmana, minberlerde bizim için ve Müslümanlar için dua edilmekte olan bu saatte düşmana saldırmak istiyorum; ya amacıma ulaşır, ya da şehit olarak cennete giderim. Sîzlerden benim arkadamdan gelmek isteyenler gelsinler, istemeyenler ise geri dönüp gidebilirler. Şimdi burada ne emreden bir sultan ne de emîr alan bir asker vardır. Bu gün, burada ben de sîzlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım. Beni izleyen ve canını Ulu Tanrı'ya adayan kimse cennete gideceği gibi ganimete de sahip olacaktır; benden uzaklaşıp gidenler ise ateşte yanacak ve kötülüklere uğrayacaktır.” Sultanın bu sözleri üzerine askerler, hep bir ağızdan "Ey sultan, biz, senin kullarınız, sen ne yaparsan, biz de aynısını yaparız ve sana yardımcı oluruz. Sen, istediğin gibi hareket et!" dediler. Bunun üzerine sultan, ok ve yayını bırakarak silâhlandı. Eline bir topuz aldı. Kuyruğunu kendi eliyle bağladıktan sonra atına bindi; askerleri de aynen kendisi gibi yaptılar. Sultan, derhal Bizanslılara karşı harekete geçip haykırdı, askerleri de kendisi gibi haykırarak düşmana saldırıya geçtiler. İşte tanı bu sırada bir toz bulutu yükseldi. Bir saatlik bir savaş sonunda dinsizler bozguna uğradılar; Müslümanlar, gece, gündüz savaşarak düşmanlardan pek çoğunu öldürdüler, çok miktarda ganimet ve tutsak ele geçirdiler. Daha sonra ordugâha dönen sultana hadim Gevherâyin "Ey sultan, askerlerimden birisi, Bizans imparatorunu tutsak aldığını söylüyor. Daha önce Nizamülmülk, orduyu teftiş ederken, bu askeri gördüğü zaman onu küçümsemiş ve 'ordudan çıkarılmasını' emretmişti. Fakat onun hakkında ricada bulunulması üzerine Nizamülmülk, istemeyerek orduda kalmasına razı olmuş ve alaylı bir şeklide 'Ola ki bu asker, Bizans imparatorunu tutsak alıp bize getirir' demişti. Ulu Tanrı, Bizans imparatorunun tutsak alınmasını, bu askerin eliyle nasib etmiştir" dedi. Bununla birlikte sultan, bundan şüphe ederek birkaç kez, Bizans imparatoruna gitmiş olan Şâzi adlı bir memlükü çağırtıp tutsak alınan kimsenin Bizans imparatoru olup olmadığını tespit etmesini istedi. Şâzi, tutsak alınan kimseyi görünce onun imparator olduğunu doğruladı. Bunun üzerine sultan "Bir çadır kurulup imparatorun oraya götürülmesini, bağlanıp eline ve koluna bukağı vurulmasını vel00 askerin onu korumasını" emretti. Bu arada sultan, imparatoru tutsak alıp koruması altına alan askere hil'at giydirtip istediğini verdi ve ona "İmparatoru nasıl tutsak aldığını" sordu. Asker sultana şu cevabı verdi: "Ben, ona saldırdığım zaman onun kim olduğunu bilmiyordum; çevresinde bulunan 10 hizmetkârdan birisi, bana dedi ki! 'Onu öldürme, çünkü o, imparatordur'. İşte bunun üzerine ben, onu böylece tutsak alıp getirdim". Çok geçmeden sultan "İmparatorun huzuruna getirilmesini" emretti. Sultan, derhal huzuruna getirilen imparatora üç, dört kırbaç vurdu ve ayrıca onu ayağı ile de tekmeledikten sonra ona, şunları söyledi: "Halifenin elçilerinin sana gelmelerine, seninle anlaşma yapmalarına ve isteklerinin senin tarafından kabul edilmesi hususunda onlara izin ve yetki veren ben değil miydim? Sana yeniden elçi gönderip memleketine geri dönmeni isteyen, ben değil miydim? Sen, bunlara razı olmadın; seni bu redde sevkeden sebep ne idi?" Sultanın bu sözleri üzerine imparator, şunları söyledi: "Ey sultan! Ben, çok sayıda asker toplayıp savaşa hazırlandım; fakat zaferi sen kazandın. Bana istediğini yap! Fakat beni azarlama!". Sultan da ona "Eğer ben, senin eline böyle tutsak olarak düşseydim sen bana ne yapardın?" deyince imparator "Fena şeyler" diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, "Gerçekten doğru söyledin. Eğer başka bir şey söylemiş olsaydın bu, gerçekten yalan olurdu. Bu adam, akıllı ve yiğit olduğundan, öldürülmemelidir" dedi ve ilâve etti: "Sana ne yapacağımı sanıyorsun?" İmparator da ona "Şu üç şeyden birini" deyip sözüne devamla "Birincisi, öldürmek; İkincisi, yürüyüp almak istediğim memleketlerinde, beni, halka teşhir etmek; üçüncüsünü söylemeye hiç gerek yok, çünkü bunu sen hiç yapmazsın" cevabını verdi. Bunun üzerine sultan, ona "Söyle bakalım bu üçüncüsü nedir!" deyince imparator, "Beni bağışlaman; fidye ve vergi ödemem; bana güvenmen, beni Bizans ülkesinde senin bir kulun ve nâibin olarak memleketime göndermendir" dedi. Bunun üzerine sultan, "Ben, bu hususta bir şey düşünmedim. Ancak sen, ümitsizliği giderilmiş ve hakkındaki niyetimi öğrenmiş bir kimse olarak seni serbest bırakacak para miktarını söyle!" dedi. İmparator da "Sultan istediğini söylesin" dedi. Bunun üzerine sultan "10 milyon altın vermelisin" dedi. İmparator da "Gerçekten sen, hayatımı bağışladıktan sonra Bizans ülkesine benden daha lâyıksın. Fakat ben, Bizans devletinin hâzinesindeki paraları sarfettim. İmparator olduğumdan beri asker toplamak ve giriştiğim savaşlar yüzünden Bizans halkından 10 milyon altın topladım, böylece onları yoksul duruma düşürdüm. Eğer durum böyle olmasaydı istediğinden daha fazlasını verirdim" dedi. Sonunda konuşmalar, şu şekilde sonuçlarıdı: İmparator, 1,5 milyon altın kurtuluş akçası ödeyecek ve her yıl ödemek şartıyla 360 bin altın barış akçası verecek ve Bizans ülkesinde bulunan Müslüman tutsaklar salıverilecek; bunlardan başka imparator, sultana çeşitli armağanlar verecek, ayrıca gerek duyulduğunda Bizans ordusundan bir kuvveti de sultana gönderecekti[136]. Bu antlaşmadan sonra Bizans imparatoru, sultana şunları söyledi: "Eğer bana bir iyilikte bulunmak istersen Bizanslılar'ın, benim yerime bir başkasını hükümdar yapmalarından önce ivedilikle beni memleketime gönder, aksi takdirde benim, hükümdar kalmam ve vaadettiklerimden bir şey ödemem mümkün olmayacaktır". Bunun üzerine sultan, imparatora "Antakya, Urfa ve Menbic'i bize geri vermeni istiyorum. Çünkü bu kentler, yakın bir geçmişte, Müslümanların alınmıştır. Ayrıca Müslüman tutsaklarını da sahvermelisin" dedi. İmparator da sultana şu cevabı verdi: "Ülkeme döndükten sonra sen, istediğin kentlere asker gönderir ve buralara, sana teslimi için kuşatmada bulunurum. Fakat bunu şimdi yapmaya kalkışırsam Bizanslılar bana engel olacaklardır; tutsakları iyilikler yaparak ivedilikle size göndereceğim". Bundan sonra sultan, "İmparatorun bağlarının çözülmesini ve bukağının çıkarılmasını" emretti. Sonra da "Bize içki sunması için ona bir kadeh içki veriniz" dedi. Hemen içki kadehi verildi; fakat imparator, bu kadehdeki içkiyi kendisinin içeceğini zannetip içmeye kalkıştı ise o, bundart men edildi ve "Kadehi sultana sunması" kendisine bildirildi. Bunun üzerine imparator, sultana yaklaşıp Bizans geleneği gereğince yere doğru biraz eğilerek kadehi sultana sundu. Sultan içki kadehini aldıktan sonra imparatorun saçım kesip yüzünü yere değdirdi ve ona "Hükümdarlara hizmet etmen gerektiği zaman işte böyle yap!" dedi. Esasında sultanın bu davranışının nedeni şu idi: Sultan, Bizans hükümdarı ile savaş için Rey kentinden hareket edeceği sırada "Bizans imparatorunu, tutsak alıp ona sâkilik yaptıracağını" söylemişti. Daha sonra Bizans imparatoru, çadırına gitti ve l0 bin altın borç alarak durumunu düzeltti, şöyle ki: Bu paranın bir kısmım yakınlarına dağıttı, bir kısmıyla da beraberindeki kumandanların bazılarının salıverilip serbest kalmalarım sağladı, geri kalan kumandanlar da parasız serbest bırakıldı. Ertesi gün imparator, yeniden sultanın huzuruna getirildi ve kendisinden ganimet olarak alınmış olan hükümdarlık tahtına ve kürsüsüne oturtuldu; kendisine elbisesini ve külâhını giydirttikten sonra sultan, ona "Sözüne inanıp seni, kendi nâibim yaptım ve böylece seni memleketine gönderip sana hükümdarlığını iade edeceğim, bu nedenle yeri öp!" dedi ve sultan, sözlerine şöyle devam etti: "Ulu Tanrı'nın yer yüzündeki halifesinin gönderdiği elçi sana gelmemiş miydi? Sen, bu elçisinin başını açtırıp kemerini bağlatarak huzurunda yer öpmesini emretmemiş miydin? -Esasında imparatorun, halifenin elçisi İbnü’l-Mahleban'a böyle yaptırdığım sultan biliyordu- Bunu niçin yaptın? Ve bu, söylendiği gibi değil midir? Yoksa bunda doğru olmayan bir taraf mı vardır?" dedi. Sultanın bu sözleri üzerine imparator, "Ey sultan, sen nasıl istersen ben, öyle yaparım" dedi ve ayağa kalkıp başını açtı, yere eğildi ve şunları söyledi: "Bu, benim, halifenin elçisine yaptığımın karşılığıdır". Sultan, buna memnun olup sevindi ve imparator için, üzerinde "Tanrı'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed, onun elçisidir" yazılı bir bayrak hazırlanmasını emretti. Derhal hazırlanan bu bayrak imparatorun başının üzerine çekildi. İki Hacib'in kumandasındaki 100 askerden oluşan bir müfreze, imparatoru İstanbul'a götürmek üzere ona eşlik etmekle görevlendirildi. Sultan da onu uğurlamak için bir fersah yere kadar onunla birlikte gitti; sultan, ona veda edeceği sırada imparator, atından inmek istedi ise de sultan, ona engel oldu, sonunda her ikisi, kucaklaşarak ayrıldılar.

Malazgirt Zaferi, İslâm tarihinde görülmemiş ve eşi olmayan bir zaferdir. Çünkü Rum (Bizans) milleti, İslâmî ve halkını yok etmek için harekete geçmişti. Bizans imparatoru da sultana karşı yürümek için büyük bir hırs duymuştu. Hattâ o, Rey kentine girdiği takdirde İslâm ülkelerini kumandanları arasında bölüştürmeyi bile kararlaştırmış ve Bağdad’ı verdiği kumandanına halifeyi kastederek "Şu iyi mizaçlı ihtiyara dokunma, çünkü o, bizim dostumuzdur" demişti; kumandanlar da ona şöyle söylemişlerdi: "Biz, Rey kentinde kışlar Irak'ta da yazı geçirip Suriye ülkesini alırız".

Malazgirt Zaferi’nin haberi Bağdad’a ulaştırılınca şehirde davullar çalındı ve borular öttürüldü. Beytü'n-nübe'de toplanan halka zafer mektubu okundu. Öte yandan imparatorun yenilgisi Bizans'a ulaşınca Romanos Diogenes'in geri dönmesine engel olup başka birini Bizans imparatoru yaptılar. Bunu haber alan Romanos Diogenes, tahttan vazgeçerek rahip elbisesi giydi, sultana da 200 bin altın ile içinde 90 bin altın değerinde mücevherlerin bulunduğu bir altın tabak gönderdi ve "Daha fazlasını gönderemediği" için de İncil üzerine ant içtiğini, sultana bildirdi. Daha sonra Romanos Diogenes, konuk olarak Ermeni kralının yanına gitti. Fakat o, onun gözlerine mil çektirdi. Romanos Diogenes, bu durumunu, sultana bildirdi[137].

H. 464 (1071/72) Yılı Olayları

İlk kayıt Sâduddevle Gevherâyin'in Şıhne (Askerî vali) olarak Bağdad’a gelmesi hakkında olup şöyledir:

Sâduddevle (Gevherâyin), 11 Rebîülâhır Perşembe günü (6 Ocak 1072 Cuma), Şihne olarak atandığı Bağdad’a geldi ve bir grup insan, onu karşılamaya çıktı. Daha sonra Bâbü'n-nûbi'ye gelen Sâduddevle, buradaki eşiği öptü, sonra da Dârü'l-memleke'ye gitti. Bir süre sonra o, birkaç kez Halifelik Divanı'na gidip geldi. Sonunda "Yanında bulunan sultanın mektubunu, teslim etme, ayrıca sultanın bir risalesini (mesajını) halifeye sözlü olarak bildirme" isteğinde bulundu. Sonunda Sâduddevle'ye, Rebîülâhır'ın bitimine l0 gün kala (15 Ocak 1072 Pazar) izin verildi, bunun üzerine o, vezir Fahruddevle Ebû Nasrb. Cüheyrile birlikte Halifelik Divanı'na geldi, fakat buraya yalnız girmesi kendisine söylendi ise de o, buna hiç aldırmayıp sultanın mektubunu siyah bir çanta içinde halifeye teslim etti. Sâdduddevle, Fahruddevle 'nin vâkıf olmaması için sultanın risalesini halifeye vermedi ancak risale kapsamını bir kağıda yazıp halifeye verdi. Böylece halife, sultanın haberini ve canının sağ ve selâmette ve işlerinin iyi yolda olduğunu öğrenmiş oldu. Daha sonra Sâduddevle, üç Hacib'in huzuruna gelmesini halifeden istedi, halifenin de buna izin vermesi üzerine Hâcibler huzura gelerek halifeye tazimde bulunup saygı gösterdiler, sonra da huzurdan çıkıp gittiler[138].

Cumadelâhır (Şubat/Mart 1072) ayında, Bağdad’ta cereyan eden ilginç bir olay, buna karşı, halife, din adamları ve Selçuklu Şıhnesi Sâduddevle Gevherâyin'in müdahaleleri hakkında metinde verilen bilgiler eksik ve çok yetersiz olması bakımından bu hususta Sıbt'ta yer alan çok ayrıntılı kayıtları[139], buraya aynen almanın yerinde olacağı kanısındayım. Şöyle ki:

Cumadelâhır (Şubat/Mart) ayında, bir gün, vâiz İbn Ebî Umâme, evinden çıktıktan bir süre sonra, elinde uduyla bir şarkıcı kadının (muganniye) bir Türk'ün evinden çıktığını gördü. Vâiz, hemen kadının elinden udunu alıp tellerini kırdı. Bunun üzerine kadın, evinden çıktığı Türk'e gelerek kendine yapılan bu muameleden dolayı ona şikâyette bulundu. Türk, derhal adamlarını vâizin evine gönderdi. Yakalanma korkusuna kapılan vâiz, halifenin haremine kaçtı. Sonra da Hanbelî ileri gelenlerinden İbn Ebî Musael-Hâşimî'ye gidip şikâyette bulundu. Bunun üzerine İbn Ebî Musa, kalkıp içlerinde Ebû İshâk eş-Şirazîve adamlarının da yer aldığı Hanbelileri bir araya toplayıp hep birlikte Kasr (Saray) Camii'ne gittiler ve Bağdad’ta başgösteren bu huzursuzluk ve düzensizlik nedeniyle şikâyette bulundular ve "Kötü şeylerin (münkirât) ortadan kaldırılmasını ve özellikle eğlence yerlerinin kapatılmasını. Halifelik muhasebe işlerini yürüten Sa'd el-Acem î'nin işine son verilmesini ve para basılması hususundaki isteklerini", halifeye ilettiler. Bunun üzerine halife, bu toplanan halka haber gönderip "evlerine dönmelerini, isteklerini Adudu'd-devle (Sultan Alp Arslan)'ye yazıp bildireceğini" söyledi. Buna rağmen halk, dağılmadı. Bu arada İbn Ebî Musa, eliyle başına vurup "Bundan sonra bu imama (Yani halifeye) tâbi olup itaat etmek, geçersiz (bâtıl) hâle gelmiştir" dedi. Bu arada da İbn Ebî Affân adıyla bilinen bir kadı, ayağa kalkıp "Ey Müslüman topluluğu, bu şerif, eliyle başına vurmak suretiyle İslâm için ağıt düzüyor. Halifeye karşı bir araya gelip hep birlikte yürüyün! Birisi, 'Bu imam Osman b. Affân 'dan daha iyi değildir' diyor, bir başkası ise 'Bizim ona biat etmemiz, boynumuzun borcu olmaktan çıkmıştır' diyordu. Esasında bu sorunun yollarda halka anlatılmasını" bildirdi. Öte yandan vezir İbn Cüheyr, gösteri yapıp olay çıkaranların güç kullanılmak suretiyle dağıtılması görüşünde idi. Halife ise âdeti gereğince, sabır ve yumuşaklık yanlısı idi. Bu nedenle o, Ebû İshakeş-Şirazî'yi Bâbü'l-garebe'ye çağırdı. Karşılıklı konuşmalar sonunda, halife tarafından ikna edilen Ebû İshak, evine döndü. Bu arada kalabalık yandaşları da dağılıp gittiler. Fakat öte yandan İbn Ebî Musa ve yandaşları dağılmayarak camide oturup "Biz, bu kötü işlerin bertaraf edilmesine dek dağılmayacağız" dediler. Onların bu tutumu karşısında vezir İbn Cüheyr, çok kızdı ve Şıhne Sâduddevle Gevherâyin'e haber gönderip "Bu fitnecileri tutuklat" dedi. Bunun üzerine Gevherâyin, derhal harekete geçerek onlardan bazılarını tutuklattı. Olaya neden olanlar, camide sopayla dövüldüler, daha sonra da dışarı çıkarıldılar. Vezir İbn Cüheyr, içinde olay çıkarılan camiin kapılarını kapattırdı ve vaaz kürsülerini de kaldırttı. Bunun üzerine toplanan fitneciler, derhal oradan kaçıp uzaklaştılar. Bu arada vezir, Ebû İshak'ı tehdit etti. Bu nedenle korku ve endişeye kapılan Ebû İshak, "Horasan'da bulunan sultan Alp Arslan'ın yanına gitmek istediğini" söyledi. Bunun üzerine vezir, onu evine gönderdi ve halife de onu teskin etti. Öte yandan İbn Ebû Musa da evinde oturup hiç dışarı çıkmadı. Olaylar da böylece bastırılıp durumun normale dönmesi üzerine Ebû İshak medresedeki derslerini sürdürmeye başladı[140].

Bu yılın olayları arasında Selçuklularla ilgili olarak halife el-Kâim Biemrillah’ın torunu Uddetüddin'in Sultan Alp Arslan'ın kızı ile evlenmesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır:

Emîr Uddetüddin'in Sultan Alp Arslan'ın Seferiyye Hatun'dan olan kızı ile nikahı Nişabur’daki Dârü'l-memleke (Sultanlık Sarayı)'de kıyıldı. Bu vesile ile davullar vurulup borular öttürüldü, Saray, süslenmiş filler, üstü giydirilmiş atlarla doldu. Sultan Alp Arslan, törende, saltanat tahtına oturdu. Vezir Nizamülmülk sultanın önünde ayakta duruyordu. Sultan, Nizamülmülk'ü, nikâh işi için kendine vekil yaptı; Uddetüddin'in nikâh vekili ise AmîdüddevleEbûNasrb. Cüheyr idi. Böylece nikâh kıyılıp saçılar saçıldı[141].

H. 465 (1072/73) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı. Sultan Alp Arslan'ın Mâveraünnehr seferi ve öldürülmesi hakkında olup şöyledir:

Sultan Aıp Arslan Muhammed b. Davud'un Rebîülevvel ayında (Kasım/Aralık 1072) öldürülmesi söylentisi, Bağdad’ta ortaya çıktı. Bunun üzerine Hilâfet Sarayı'nm Harimi’nden "Bu haberi çıkarının tehdit edilip korkutulacağı" halka ilÂnedildi. Fakat bununla birlikte bu haberin doğruluğu hakkında Ahvaz ve Rey kentlerinden mektupların gelmesi çoğaldı.

Sultan, bu yılın başında, yaptırdığı bir köprüden Ceyhun ırmağını geçip sefere çıkmıştı; beraberinde 200 binden fazla bir atlı kuvveti vardı. Bu ordu, Safer ayında (Ekim/Kasım 1072), Ceyhun ırmağını geçtikten sonra sultanın askerleri, kendisine, 6 Rebîülevvel (20 Kâsım 1072)'de Yusuf el-Hârezmî adıyla bilinen bir kale muhafızını getirdiler; esasında onu, iki asker, elleriyle tutup sultana getirmişlerdi. Sultan, kendisine yaklaştırılan Yusuf'un kötü işler yaptığını öğrenince ona kötü sözler söyledi ve "Dört kazık çaktırıp onu bunlara bağlamalarını" emretti. Bunun üzerine Yusuf’un sultana "Ey kötü adam, benim gibi birisi böyle bir şekilde mi öldürülür?" demesi üzerine son derecede sinirlenen sultan, ok ve yayını eline aldı ve iki askere "Onu çözüp bırakın" dedi ve böylece serbest kalan Yusuf 'a bir ok attı, fakat oku ona isabet ettiremedi. Bunun üzerine Yusuf, sultana doğru koştu. Bu sırada divanı'nda oturan sultan, ayağa kalktı, fakat bu sırada ansızın tökezleyip yüz üstü yere düştü. İşte tam bu sırada Yusuf, sultanın üzerine yumulup dizliğinde bulunan bıçakla sultana vurdu. Bunun üzerine orada bulunan askerler, ona saldırıp öldürdüler. Bu arada sultanın yarası bağlandı, sonra da Ceyhun'a dönüldü, fakat sultan burada öldü; onun ölümü, 10 Rebîülevvel Cumartesi günü (24 Kâsım Cumartesi) idi. Daha önce, sultanın ordusuyla Ceyhun ırmağım geçtikten sonra askerlerinin her yeri yağma ve talan ettiklerini haber alan Buhara kentinin dindar ve salih insanları, hep birlikte oruç tutarak sultan aleyhine Tanrı'ya yakarıda bulunmuşlardı. İşte bundan sonra sultan, böylece helâk olup gitti.

Sultanın ölümü üzerine ordu mensupları toplandılar ve emirler, ayakta durmak suretiyle sultanın oğlu Melikşah'ı saltanat tahtına oturttular. Bundan sonra vezir Nizamülmülk, MeIikşah'a "Konuş ey sultan!" deyince Melikşah, "Sîzlerin büyükleri, benim babam, ortancılları, benim kardeşlerim, küçükleri de oğullarımdır. Ben, ancak sîzlerin haber ve bilgileriniz dahilinde olan şeyleri yapacağım" dedi. Fakat onların sessiz kalmaları üzerine Melikşah, sözlerini tekrarladı. Bunun üzerine de onlar, "Kendisini dinleyip itaat edecekleri" cevabım verdiler. Bu arada Nizamülmülk ve Ebû Sa'del-Müstevfî, onların Melikşah'a olan biatini kabul edip onlara paralar verme ve maaşlarını (Câmekî) 70 bin altına çıkarma işlerini üzerlerine aldılar. Bundan sonra hep birlikte Merv kentine gidip Alp Arslan'ın cesedini babasının (Çağrı Bey) mezarının yanma gömdüler. Öte yandan Halifelik veziri Fahruddevle, sultanın ölümü dolayısıyla Sahnü's-selâm'da, 8 Cumadelûlâ Pazar günü (20 Ocak 1073 Pazar), bir tâziyet töreni düzenledi. Salı günü (22 Ocak Sah) de sultanın ölümü dolayısıyla halifeden üzüntüsünü içeren bir tevki çıktı. Bu tevkide "Sultanın Müslümanlara yararlı işler yaptığı, Rûm (Bizans)'a büyük darbe vurduğu" zikredilmiştir. Tâziyet günlerinde, çarşılar kapatıldı. Halifenin eşi Hatun (Arslan Hatun) ezada bulundu, bazı ih-sanlar yaptı ve toprağa oturdu[142].

Bu kayıttan sonra metinde, Büyük Selçuklu Devleti tahtına oturan Sultan Melikşah'ın, Hilâfet Sarayı'na mektuplar gönderip (8 Recep = 20 Mart) babasının ölümü dolayısıyla hutbenin kendi adına okunmasını bildirdiği kaydedildikten sonra Kavurt Bey'in isyanı hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Kavurt Bey, kardeşi Alp Arslan'ın ölüm haberini alınca başta Rey kenti olmak üzere öteki Selçuklu memleketlerini ele geçirip hâkim olmak amacıyla harekete geçti. Bunun üzerine Sultan Melikşah, Kavurt Bey 'den önce onun yöneldiği memleketlere yöneldi. Nihayet 4 Şaban (15 Nisan 1073)'da iki taraf kuvvetleri, Hemedan yakınlarında savaşa tutuştular. Bu sırada Melikşah'ın bir kısım askerleri, Kavurt Bey'e meyledip katılmışlardı. Bundan yararlanan Kavurt Bey, Melikşah'ın ordusunun sağ kanadına saldırıp onları yenilgiye uğrattı. Bu arada Melikşah'ın kuvvetleri de Kavurt Bey'in sağ kanat kuvvetlerine saldırıp onları bozguna uğrattılar. Bu yenilgi üzerine Kavurt Bey, bir köye sığındı. Bu sırada köylülerden biri, onu MeIikşah'a gidip haber verdi; Melikşah da onu derhal yakalattı. Esasında Sultan Melikşah, daha önce Kavurt Bey'e güzel sözler söyleyip "Pek çok ıktalar verme" vaadinde bulunmuştu. Fakat o, gururlanıp sultanın bu önerisini reddedip böylece onunla savaştı. Yaya olarak sultana getirilen Kavurt Bey'e "Sultanın önünde yer öpmesi" için işaret edildi. Fakat o, bunu yapmayıp gelip sultanın elini öpmekle yetindi. Bunun üzerine sultan, ona "Ey amca! Böyle yorgun ve perişanlıktan dolayı ne hâle gelmişsin, bundan utanmıyor musun? Kardeşinin vasiyetini bir tarafa atıp bana karşı yaptığın bu işten utanç duymuyor musun? Kardeşinin ölümünden sonra sen, şenlik yapıp eğlendin ve onun çocuğu olan bana saldırıya geçtin. Bu nedenle Tanrı, bu yaptıklarının karşılığını sana işte böyle verdi" dedi. Bunun üzerine Kavurt Bey, "Tanrı'ya ant olsun ki sana karşı saldırmak istemedim, ancak senin askerlerin, sana karşı saldıraya geçmem hususunda bana mektuplar yazıp benimle ilişki kurdular" dedi. Daha sonra sultan, KavurtBey'i Hemedan'a gönderip orada hapse attırdı. Çok geçmeden de "Onun orada öldürülmesini" emretti, bu emir üzerine de Kavurt Bey boğdurularak öldürüldü. KavurtBey'in böylece öldürülmesinden sonra askerler, ileri-geri konuşup dediler ki "Sultan, bize yapacağı lütuf ve ihsanları yasaklayıp engel olmasın; biz, ondan hiçbir şey istemiyoruz, ancak Nizamülmülk'ü istiyoruz, çünkü bizim bütün hareket ve tavırlarımız, Nizamülmülk'c karşıdır". Böylece askerler, Nizamülmülk'ün yönetim işlerine karışmaya başladılar. Bu durum karşısında Nizamülmülk, sultana "Durum, kötüleşmiştir; buna, biraz sen de tarafsın. Bu hususta ne yapılacağını açıkla!" dedikten sonra o da "Senin iznin dışında benim bir şey yapmam imkânsızdır. Bu durum karşısında istersen bir önlem al, ya da benim yapmama güvendiğin şeyleri, bana emredersin" dedi. Bunun üzerine sultan, ona "Büyük ve küçük, az ve çok bütün işleri, hep sana bırakıyorum, bu hususta benden sana herhangi bir itiraz ve senden de bana herhangi bir red olmaz. Çünkü sen, benim babam durumundasın" dedikten sonra bu hususta ona ant içti ve lus beldesini ona ıkta etti, ayrıca ona "Bir hil'at verilmesini" emretti. Bu arada da ona, üzerinde, bin kırat altın bulunan bir divit (Hokka) ile yine bin kırat altınla süslenmiş değerli bir boncuk, 100 parça değerli kumaş ve 20 bin altın verdi ve onu "Babanın emiri" anlamına gelen Atabek[143] unvaniyle lâkaplandırdı[144].

Bu kayıtlardan sonra Sultan Alp Arslan hakkında, şu bilgiler verilmektedir:

Alp Arslan'm adı, Muhammed'dir. Fakat o, Alp Arslan b. Davud es - Sultan adıyla anılmıştır[145]. Onun hayat ve faaliyetlerini ve nasıl öldürüldüğünü, daha önceki olaylar arasında zikretmiştik. Alp Arslan, öldürülmesi sırasında şunları söylemiştir:

Ben, bir yere kastetme niyetimi, ancak Tanrı'dan, bu hususta yardım dilemeden söylemezdim. Fakat bu kez, bunu yapmadım; çünkü ben, hep askerlerimle meşgul olduğum için Tanrım, aklıma bile gelmedi. Akşam vakti olunca bir tepeye çıktım, ordumun büyüklüğü ve askerlerimin çokluğundan dolayı sanki yer yüzü, ayağımın altında sarsıldı ve kendi kendime"Ben, dünya hükümdarıyım, bu nedenle bana hiç kimsenin gücü yetmez" dedim. İşte bundan dolayı bu durumum, hiç aklıma bile gelmemişti, bu sebepten ben, Tanrı'dan af ile beni bağışlamasını diliyorum" dedi. Daha sonra da sultan, ordu mensuplarına,

1 - "Kendisinden sonra oğlu Melikşah'ın hükümdar, Nizamülmülk'ün de onun veziri olmasını ve her ikisine itaat etmelerini,

2 - Kardeşim Kavurt Bey'e, Fars ve yöreleri ile Kirman'ın verilmesi-ni, ayrıca belirlenecek miktarda para verilmesini ve onun eşiyle (Seferiyye Hatun) ile evlenmesini,

3 - Oğlu Ayaz'a, babası Davud (Çağrı Bey)'a ait olan 500 bin altının verilmesini,

4 - Oğlu Melikşah 'a da (Ülkedeki) kaleler ve bunlara ait olan gelirlerin verilmesini, vasiyet ediyorum" dedi.

Nihayet sultan, bu Yılın 10 Rebîülevvel Cumartesi günü (24 Kasım 1072 Cumartesi) günü öldü. Cesedi, babasının Merv'deki kabrinin yanına gömüldü[146].

H. 466 (1073/74) Yılı Olayları

Bu yılda cereyan eden olaylar, metinde şöyle sıralanmaktadır:

1 - Bu yılın Safer ayında (Ekim/Kasım) halife el-Kâim Biemrillah, beraberinde, başta 18 yaşındaki çok güzel görünümlü emîr Uddetüddin[147] olduğu hâlde, büyük bir toplantı düzenledi; bu toplantıya Bağdad Selçuklu Şıhnesi Sâduddevle Gevherâyin ve bir grup ileri gelen kişiler davet edildi. Toplantıda, Sultan Melikşah'ın saltanatının halife tarafından onay¬lanan ahidnâmesi vezir Fahruddevle'nin okumasından sonra Gevherâyin'e teslim edildi. Ayrıca halifenin bizzat eliyle bağladığı bir bayrak da verildi. Toplantıya katılanlar, sağlık ve mutluluklar dileyip birbirlerini bu ahid-nâme dolayısıyla kutladılar[148].

2 - Bu ayda (Safer = Ekim/Kasım) " Dârü'l-azize'nin mensuplarına ait ıktalardan birkaç yerin bazı Türkmenlere (Oğuzlar) verilmesi" hususunda Selçuklu yönetiminden Bağdad’a tevkîler geldi. Bu durum, Hilâfet veziri Fahruddevle'nin kendisine kin besleyen düşmanlarının halifeye olan hizmetlerindeki Nizamülmülk'ün fikirlerinin değiştirilmiş olmasından kaynaklanmış, bu da, Fahruddevle'nin, kendisine kin besleyen düşmanlarının Nizamülmülk'le aralarını açmada gösterdikleri çabalar sonucunda olmuştur. Bu ise, Amid Ebu’l-Vefa'nın faaliyetlerinden kaynaklanmıştır. Bu arada Tüknıenlerin, Halifelik Divanı'ndan para verilmek suretiyle razı edilip halifenin ıkta topraklarına el koymaları durdurulmuş oldu[149].

3 - Bu yılın Cumadelâhır ayında (Şubat 1074), Hâcib Süleymanî (Aytekin), Ukberâ'dan Bağdad’a gelip Halifelik Divanı'na çıktı. Halife, onu, Dicle ırmağının sularının son derecede çoğalması sonucunda, tahrip olan su kanallarının onartılmasıyla görevlendirdi. Yağmur, Musul ve Cibâl’de de şiddetle devam etmişti. Bu arada halka da münadiler aracılığıyla "Aytekin ile birlikte su kanallarının onarılmasına katılmaları halife tarafından ilân edildi. Bunun üzerine Aytekin ve halk, onarım işlerine başlamak istedilerse de yol ile kendileri arasında yükselen sular onlara engel oldu. Bunun üzerine Aytekin, Dârü'l-memleke'ye döndü ve burayı boşaltıp kayıkları toplayarak buradaki öte berileri karşı tarafa geçirmek için çaba gösterdi ise de gece, çok şiddeti bir fırtına çıktı. Ayrıca büyük bir sel geldi. Bu nedenle o, buradan kaçmak zorunda kaldı. Bu arada sular, halifenin Harimi'ne, hattâ oradaki surların tepesine kadar yükseldi ve bütün buraları tahrip etti.

Bu kayıtlardan sonra metinde, suların çok yükselmesi sonucunda, Hilâfet Sarayı'nın birçok yerlerinin zarar gördüğü, bu sebeple halifenin son derecede üzülüp bir gece, bir gündüz yemek yemediği; vezir Fahruddevle'nin Bâbü'l-âmme'dekı evine de suların girdiği; pek çok kimsenin mal ve mülklerinin mahvolduğu; halkın Bâbü't-tâk ve Dârü'l-memleke'ye kaçtıkları; bu arada dağlar gibi yükselen suların bastığı yerlerdeki insan ve yabanî hayvanların mahvolduğu; sayısız ev ve iş yerinin harap olduğu; aynı şekilde Musul, Sincar v.s. yerlerde de sel tahribatı vukubulduğu, ayrıntılı bir şeklide kaydedilmiştir. Bu arada Ceyhun ırmağının suyunun da yükseldiği ve bu sebeple halkın zor durumda kaldığı belirtilmiştir[150].

H. 467 (1074/75) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayları arasında halife el-Kâim Biemrillah'ın ölümü üzerine yerine geçen el-Muktedî Biemrillah'ın çok heybetli ve güçlü bir halife olduğu, ifade edildikten sonra Melikşah'ın ölümü ( 19 Kasım 1092) üzerine Büyük Selçuklu Devleti tahtına geçme iddiasında bulunan Tâcüddevle Tutuş'un bu yılın olayları içinde bulunmayan halife el- Muktedî ile olan ilişkileri hakkında şu bilgiler veriliyor:

Sultan Melikşah'ın ölümü üzerine Tutu ş'un durumu güçlenip kuvvet buldu. Tutuş Diyarbakır ve Arap memleketlerine hâkim oldu. Halife el - Muktedî'ye bir mektup yazarak "Selçuklu Sultanı olarak kendi adına hutbe okutturmasını" tehdit dolu bir istekle bildirdi. Bunun üzerine halife, Tutuş'a "İçinde sertlik ve tehdit dolu ifadelerin yer alacağı bir mektup yazılmasını" emretti. Bu emîr üzerine Tutuş'a şöyle bir mektup yazılıp gönderildi:

"Kural gereğince senin adına Bağdad’ta sultan olarak hutbe okutulması için dünyayı (Yani İslâm âlemini) hükmün altına alman, başkent İsfahan'daki devlet hâzinesine sahip olman ve ele geçirmen, bütün Selçuklu ülkesinin yönetimini elinde tutman ve kardeşinin çocuklarından hiçbirinin taht müddelsi olarak sana muhalefet etmemesi gerekmektedir. Ancak bu şartlar gerçekleştikten sonra senin adına hutbe okutulur ve Halifeliğe hizmetle şereflendirilirsin. Fakat bu durumda, senin hutbe isteğin ve buna teşebbüs etmen, doğru ve geçerli bir yol olarak hiçbir zaman isabetli değildir. İşte bu nedenlerle kulluk sınırını aşıp bize karşı doğru olmayan işlere girişme! Bize karşı olan hitabın kafa tutar ve tahakküm eder biçimde olmasın! Eğer bize itaat edersen o takdirde kendine yarar sağlarsın, yok eğer bize muhalefet edip karşı koyacak olursan o zaman senin isteğine engel oluruz ve seninle aramızda verilecek hükme güvenir, itimat ederiz. Böylece senden önce hiç vukubulmayan Ulu Tanrı’nın hükmü, sana gelecektir"[151].

Bundan sonra Amîdüddevle Ebû Mansur'un. 27 Ramazan Perşembe günü (16 Nisan 1073 Cumartesi), halife el - Muktedî 'ye biat almak amacıyla beraberindel80 çeşitli giysi ve l5 bin altın olduğu hâlde, sultana gitmek üzere Bağdad’tan hareket ettiği[152] kaydedilmekte ve Mekke'de cereyan eden olaylar anlatılmaktadır:

Bu yılın Kurban Bayraminda, Mekke'de, Abbasi halifesi ve Selçuklu sultanı adlarına okutulmakta olan sünnî hutbesi kaldırılıp yerine şiî Mısır hutbesi, okutuldu. Mekke'de sünnî hutbenin okutulma süresi, dört yıl 5 ay idi. Bunun nedeni şu idi: Mısır hâkiminin (Halife) durumu düzelip güçlenince ülkeden ayrılmış olan insanlar, yeniden Mısır'a dönmeye başladı ve fiyatlar da düştü. Bu arada halife el- Kâim ve Sultan AIp Arslan'ın ölümleri nedeniyle Mekke emîri (İbn Ebî Hâşim), korku ve endişeye kapıldı. Bunun üzerine emîrin adamları, toplanıp onun yanına gittiler ve ona "Eğer biz, Mısır'dan yardım alamaz isek Abbasoğulları'nın yönetim görevini teslim etmek zorunda kalırız. Yok eğer Mısır'dan bize yardım gelirse o takdirde amca oğlumuzun bedelini ödemiş oluruz" dediler. Bunun üzerine emir, istemeyerek de olsa onlara olumlu cevap verdi. Bunun üzerine Mısır'dan gönderilen para ve mallar dağıtıldı ve daha önce Makam (Kâbe)'ın üzerinden çıkarılmış olan Mısır halifesinin adı ve lâkapları, yeniden konuldu[153].

H. 468 (1075/76) Yılı Olayları

Bu yılın olayları arasında, halife el-Muktedî’nin, Şevval ayında (Mayıs/Haziran), Fahruddevle ile oğlu Amîdüddevle'yi yanına çağırıp onların kalblerini hoş tutan sözler söyledikten sonra vezirlik işlerinin yürütülmesi görevini Amîdüddevle'ye verdiği kaydedildikten[154] sonra Mekke'de, Abbasi halifesi ve Selçuklu sultanı adlarına yeniden hutbe okunmaya başlanması anlatılmaktadır. Bu hususta şu bilgiler verilmiştir:

Bu yılın aynı ayında (Şevval = Mayıs/Haziran), Abbasi halifesi ve Selçuklu sultanı adlarına Mekke'de yeniden sünnî hutbesi okunmaya başlandı. Bunun nedeni, metinde şöyle açıklanmaktadır: Hâc Sâlârı (Sâlâr-ı Horasanı), Mekke emîri Şerif (Muhammed) İbn Ebî Hâşim'in sultan Celâlüddevle Melikşah 'm kız kardeşiyle evlenmesini onunla konuşup kararlaştırdı. Buna karşılık emir. Mekke'de halife ve sultan adlarına hutbe okutmayı vadetti. Bundan sonra emir, durumu görüşmek üzere, iki adamım elçi olarak Mısır'a gönderdi ve onlara "Eğer Mısır hâkimi bize karşı iyi davranırsa, adına hutbe okutulması, bizden rica edilebilir" demelerini emretti. Bir süre sonra bu iki elçi, Mısır'dan Mekke'ye dönüp emîre "Mısırlılardan rica edilip istenecek artık bir şey kalmadı. Çünkü onların durumları kötüleşip fesada dönüştü. Bu nedenle Mısır hâkimi, bizimle sana ancak bin altın gönderdi" dediler. İşte bu sırada emîre, Hâc Sâlârı’nın mektubu geldi. Mektupta Hâc Sâlârı "Evlenme işinin karara bağlandığı, geçmiş ve gelecek yıllar için 20 bin altın verildiği; bu paranın 10 bininin mihr için olduğu" bildiriliyordu. Bunun üzerine emir İbn Ebî Hâşim, mihr altınlarını almayı uygun görüp aldı; evlenme işi de böylece tamamlanmış oldu. Bu nedenle hep birlikte sevindiler ve Abbasî halifesi ve Selçuklu sultanı adlarına Mekke'de hutbe okutmaya başladılar[155].

H. 469 (1076/77) Yılı Olayları

Bu yılın Şevval ayında (Nisan/Mayıs 1077), Bağdad’ta, Şâfıîlerle Hanbelîler arasında ortaya çıkan huzursuzluklar anlatılmaktadır. Yaptığımız karşılaştırmalar sonunda, bu konuda metinde verilen bilgilerde, Sıbt'taki aynı konuyla ilgili bilgilere göre[156] eksiklikler, yer yer de yanlışlıklar tespit edilmiştir. Özellikle Selçuklu veziri Nizamülmülk 'le de ilgisi olması bakımından bu bilgileri, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla Sıbt 'tâki bilgilerle, karşılaştırmak suretiyle veriyoruz:

Nişaburlu vâiz Ebü Nasr b. Abdülkerim el-Kuşeyrî, Bağdad’taki Nizamiyye Medresesine gelip Efarî Mezhebi hakkında vaaz verdiği sırada, özellikle Kur’an âyetlerini delil göstererek Hanbelîleri eleştirip kötülemeye başladı. Bunun üzerine Hanbelîler, onu kınadıktan başka Şâfıî imamı Ebû İshak ve yandaşlarına da Ebû Nasr'a yardımda bulunup destek olmaları nedeniyle cephe aldılar. Hattâ daha da ileri giderek yollara dökülüp bağırıp çağırdılar. Bunun üzerine sayıları az olan Şâfıîler, Selçuklu veziri Nizamülmülk'ten Hanbelîlere karşı kendilerini koruması için yardım istediler. Ebû Nasr el-Kuşeyr î'nin düzenlediği vaaz günlerinde, kendilerine para dağıtılan bir grup Yahudi ve Hristiyan, İslâmiyete girerler, sonra onlara hil'at giydirelerek atlara bindirilip şehir içinde dolaştırılırlardı. Bunlara karşı çıkan halk, "Bunlarınki gerçek İslâmiyet değil, ancak rüşvet ve çıkar İslâmiyetidir" dediler. İşte böylece Şâfıî-Hanbelî sürtüşmeleri, daha da artmaya başladı. Bu durum karşısında Ebû İshak, vezir Nizamülmülk'e mektup yazıp Hanbelîlerin kendilerine olan düşmanca hareketlerine karşı ondan yardım isteğinde bulundu. Bunun üzerine Nizamülmülk, Ebû İshak'a cevap olarak yazdığı mektuplarla beraber sorunun çözümlenmesi amacıyla Bağdad’a birkaç kişi gönderdi. Bu arada Bağdad Selçuklu Şıhnesi Sâlâr el-Farukî, Nizamülmülk'e hizmet etmek amacıyla Hanbelî din bilgini Ebû Câfer el-Hâşimî'ye, karşı bir tutum alıp ona karşı bir protesto yürüyüşü düzenlemeye kalkınca Ebû Câfer, Hilâfet Sarayı'na sığındı. Daha sonraki günlerde de Bâbü'n-nûbideki mescidine gelip burada kalmaya başladı. Bu arada Ebû Nasrel-Kuşeyrî, beraberinde kalabalık bir grup insanla Ebû Câfer'e karşı saldırıya geçti. Çok geçmeden de Hanbelîlerle Şâfıîler arasında çatışmalar başladı. Bu arada Şâfıîler, Nizamiyye Medresesine girip kapıları kapattılar, daha sonra da onlar Bâbü'n-nübiye gelip Hanbelîlere yakınlık gösterdiği için halife el - Muktedî 'yi suçlayıp kınadılar. Bu arada Ebû Câfer el-Hâşim î, Hilâfet Sarayı'na alınarak güvenli bir odaya yerleştirildi. Böylece fitne ve fesat kısmen de olsa durdurulmuş oldu. Çok geçmeden halife, Ebû Nasr el-Kuşeyrî, EbûSaîdes-Sûfî, Ebû İshak ve İbn Ebî Musâ'yı Divan'a davet edip onlarla yaptığı müzakere-lerden sonra Şâfıî-Hanbeli anlaşmazlığı sona erdirilmiş oldu. Bununla birlikte Bağdad sokaklarında olaylar sürüp gitmekte idi. Bu arada (Muharrem= Ağustos 1076) Ebûİshakeş-Şirazî, biri Fahruddevleb. Cüheyr'e, ötekisi de oğlu Amîdüddevle'ye olmak üzere iki mektup gönderdi. Bu iki mektubun özetle kapsamı şöyledir:

"Bize ulaşan haberlere göre, Bağdad’a inançlı ve dürüst halkın diniyle ilgili bazı sorunlar dolayısıyla yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır. İki yüzlü kimselerin inançları doğrultusunda, içlerinde fesat ve nifak bulunanlar, bu olayı örtbas etmeye çalışmışlardır, fakat vicdan sahibi kimseler de bunun gizli tutulup böyle kalmasını doğru bulmamışlar, birçok fakîh ve bazı din bilginleri, gizlenmek istenen gerçekleri değerlendirmişlerdir. Esasında Şâfiîler, saygın ve seçkin insanlar olmalarına rağmen böyle kötü durumlarda kendilerini savunacak kimseleri olmadığı takdirde karşı görüşlü insanlardan genellikle zarar görürler. Biz, onlar için sıkıntılı günlerde, sığınacakları bir medrese yaptırdık. Ahmed b. Hanbe l'in mezhebi olan Hanbelî Mezhebine tâbi olanlar, imamlarını hiçbir zaman kötü duruma düşürmeye kalkışmamışlardır. Böylece onların, hassas bir başkent olan Bağdad’ta ehl-i sünneti kafa tutup sıkıntıya düşürmeleri, gerçekten garip ve şaşılacak bir şeydir. Bizim memleketimiz olan Horasan ve Türk ülkesinde, yalnızca Şafiî ve Hanefi mezhepleri bilinir. Bu ülkelerde herhangi bir kimse, bu iki mezhebe ters ve aykırı bir şey söylemez. Eğer söylerse onu şiddetle cezalandırırız. Sizin yaptığınız gibi, onların sapık ve şerir bir grup olmalarım görmezlikten gelerek halifelik ve saygın imamlık makamlarının yüceliğini bozmaya çalışanlara asla yumuşak davranılmamalıdır".

Bağdad’ta cereyan eden Şâfii-Hanbelî mücadelesi hakkında, bütün bu olaylara tanık olan Ebu'l-fethel-Hulvanî, bu hususta şunları anlatmıştır:

Halife el-Muktedî, Şâfiîlerin, kendisi aleyhine vezir Nizamülmülk'e çok ağır sözler söylemek suretiyle kendisini küçük düşürmeleri üzerine endişeye kapıldı ve halifelik vezirine (Amîdüddevle Ebû Mansur) "Bu fitne, fesat ve karışıklıkları sona erdirecek bir çözüm bulmasını" emretti. Bu emri alan vezir, İbn Cerede'yi yanma çağırtıp ona "Şerif Ebû Câfer, Ebû İshakeş-Şîrazî, İbnü'l-Kuşeyrî ve Ebû Saîdes-Sûfî'yi yumuşak bir dille huzuruna çağırmasını" emretti. O da onları vezirin huzuruna getirdi; vezir, Şerif Ebû Câfer'e saygı gösterip ululadıktan sonra ona "Cereyan eden olaylar, halifeyi son derecede rahatsız edip üzmüştür; bugün buraya gelenler, istediğin şekilde seninle anlaşıp barışacaklardır" dedikten sonra "Onların Şerif Ebû Câfer'e yaklaşmalarını" emretti. Bunun üzerine Ebû Îshak eş-Şirazî, yerinden kalkıp Ebû Câfer'e doğru yürüdü ve ona "Ben, bu konulan biliyorum, işte bunlar da fıkıh usûlü hakkmdaki kitaplarım; bunlarda, Eş'ari Mezhebinin aksine olan şeyleri söylüyorum" dedi ve onun başını öptü. Buna karşılık da Ebû Câfer, "Dediğin doğrudur, fakat daha önceleri, senin kendi fikir ve düşüncelerin, tam anlamıyla bizlere yansımamıştır. Ancak sultan ve vezir Nizamülmülk gelince o gizli olan fikirlerini açıkladın" dedikten sonra onun elini öpüp iltifatta bulundu. Bunun üzerine Ebû Câfer, ona "Ey şeyh! Fakihler, fıkıh usûlü hakkında bilgileri olduğu için konuşuyorlar, sen ise sadece onlardan işittiklerini yorumluyorsun. Seni, böyle fitne ve tutuculuk ortamına kim zorladı?" dedi? Bu arada Ebû Câfer'e pek saygı göstermeyen İbnü'l-Kuşeyrî ayağa kalkınca Ebû Câfer, "Bu adam kim?" deyince ona, "Bu, İbnü'l-Kuşeyr î'dir" dediler. Bunun üzerine Ebû Câfer, "Karşı görüşlülüğü nedeniyle birisini övmek, câiz olsaydı o kimse, işte bu genç olurdu, çünkü o, fikir ve görüşlerini burada açıkça söylüyor ve ötekisi gibi bize iki yüzlü davranmıyor" dedi ve sonra vezire dönerek "Bu durumda aramızda barış olamaz, ancak barış, birbirlerine düşman ve karşıt görüşlü kimseler arasında yapılır. Onlar bizim, biz de onların kâfir olduklarını ileri sürüp söylüyoruz. Müslümanların koruyucusu olan bu halife el-Muktedî, babası (el- Kâim ) ve dedesi (el- Kâdir), insanlar için bir inanç ortaya koymuşlardır; Horasanlılar ve oradan Hacca gelenler, bu inançlarını bütün Horasan'a yaymışlardır, işte biz, bu inanca sahip bulunuyoruz" dedi[157]. Toplantı bittikten sonra vezir, toplantıda olup-bitenleri, halifeye gidip anlattı ve o da bu başarısından dolayı kendisini tebrik ve takdir etti. Bir süre sonra İbnü'l-Kuşeyrî, Hacca gitmek amacıyla Bağdad’tan ayrılınca fitne ve fesat olayları da ortadan kalktı[158].

H. 470 (1077/78) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı, yine Şâfii-Hanbeli anlaşmazlığıyla ilgili olup şöyledir.

Vezir Nizamülmülk'ten Ebû İshak eş-Şirazî 'nin Hanbelîler hakkında kendisine gönderdiği mektubuna cevap olan bir mektup geldi. Bu mektup şöyledir: "Senin bize, hitabın ve cevap yazmak istediğin mektubun geldi. Mezheplerde bir tarafı bırakıp öteki tarafa yönelmek, doğru (vâcib) değildir. Bu husustaki ne hükümdar siyasetini ve ne de halka adalet anlayışını biz, vâcib görmüyoruz. Biz, fitneyi körüklemektense sünneti (Peygamber'in söz ve fiillerini) teyid etmeyi, daha uygun görürüz. Biz, bu medreseyi (Nizamiyye), anlaşmazlık, ikilik ve ayrıcalık yapılması için değil, bilim ehlinin ve onların işlerinin korunup desteklenmesi için inşasına giriştik. İşler, bu amaca zıt bir şekilde gelişmişse bu kapıyı (Medrese kapısı) kapamaya yönelik bir girişim nedeniyle yapılmıştır. Zira Bağdad’ta. üstün olan mezhep, imam Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'in -Tanrı, ona rahmet etsin- mezhebidir. Ehl-i Sünnet Mezhebinde, onun imamlar arasındaki yeri ve değeri bellidir. Bize ulaşan haberlere göre, cereyan eden olayların nedeni, Ebû Nasr el-Kuşeyr î'nin fıkıh usûlü hususunda sorduğu bir meseledir. O, Hanbelilerin inandıkları ve alışkanlık hâline getirdikleri törelerine aykırı cevap vermiş, bu nedenle onlar da ona kin besleyip düşman olmuşlardır. Şeyh ve imanı Ebû İshak, çabuk boyun eğen, saf bir kimse olup kendisine nakledilen her şeye kulak verir ve ona güvenip dayanır. Bizde bulunan yazılarından onun, bu şekildeki saflık ve niteleyişimizi, kolaylıkla ortaya koyabiliriz, vesselâm"[159]. Nizamülmülk'ün bu mektubu Hanbelîler arasında dolaştırılınca onlar, buna çok sevindiler. "İnsanların sevinip neşelenmesi ve ferahlaması günü" adı verilen 8 Şevval Salı günü (24 Nisan 1078 Salı), İskenderanî adıyla bilinen fakîh bir müderris, bir grup insanla birlikte Nizamiyye Medresesinden çıkıp Sûku’s-selâse'ye[160] doğru yönelip Hanbelîleri tekfir eden bir konuşma yaptı. Bunun üzerine ona tuğla attılar. Bu nedenle o, Medresetü's-sûk (Çarşı Medresesi)’a girip ordakilerden yardım istedi. Bunun üzerine buradaki insanlar, onunla birlikte Sûku's-selâse'ye yönelip burada bulunan bazı şeyleri yağmaladılar, böylece fitne, fesat ve şer ortaya çıkmış oldu; sonunda Sûku’s- selâse halkı, avam tabakasına galip duruma geldi ve buradaki medreseye girip yağmalarda bulundular ve bir odada ele geçirdikleri bir hastayı öldürdüler. Burada odasında bulunan Müeyyedülmülk, korkuya kapılıp Amid Ebû Nasr'a haber gönderrek durumu bildirdi. Bunun üzerine Amid, oraya Deylemli ve Horasanlıları gönderdi. Onlar da avam tabakasını bunlardan uzaklaştırdılar ve ok atmak suretiyle on kişi kadar insanı öldürdüler. Bu arada Halifelik Divanı'ndan özel hâdimler, kadılar ve şuhûd'un görmeleri için öldürülen kimselerin cesedleri Divan'a getirildiler. Bu arada öldürülenlerin kadınları Bâbü'n-nûbî'de dövünerek feryat, figan ettiler. Bu durum, Nizamülmülk'e mektupla bildirildi; bundan önce Nizamülmülk'ten iyi mektuplar gelmişti, fakat daha sonra ise Amide fitne ve fesata yol açan görevlilerin ıktalarına el koymasını içeren mektuplar gönderildi[161].

H. 471 (1078/79) Yılı Olayları

Bu yıla ait ilk olay, metinde, Halifelik veziri Fahruddevlelle ilgili olup şöyledir:

Selçuklu sultanı Melikşah'tan, "Halifelik veziri Fahruddevle'nin kötülenmesini, onun makamından uzaklaştırılmasını, aksi takdirde Halifelik Sarayı'na Horasan'dan bir elçinin gönderileceğini, Divan'da, Hâs Hadim ve onlara bağlı olan görevlilere Türk gulamlarının verilmesini" içeren bir mektup geldi. Daha sonra Sâduddevle Gevherâyin, kendi adamlarını Bâbü’l-firdevs'e[162] sevketmek, veziri azletmek ve bu hususta gerekli işlemlerin yapılması için Bağdad’a geldi; onunla halife arasında, anlatması uzun tehdit dolu ve halifenin istemediği bazı olaylar cereyan etti. Çok geçmeden halifeden Gevherâyin'e "Fahruddevle, vezir değil, bizim vezirimiz onun oğlu Amîdüddevle'dir. İşte bu nedenle onu size önemli sorunlar için göndermiştik. Divan, ondan boş kalacak olursa onun yerine, nâiblik hükmü gereğince, babası oturur" denildi. Ayrıca ona bu konuda mektuplar da yazılıp gönderildi. Daha sonra Gevherâyin, sarhoş olarak Bâbü’l-firdevs’e gelip "Veziri bana teslim etmediğiniz takdirde içeri girer onu alırım. Herhangi bir kimse, bana bu hususta bir şey söyleyecek olursa onu derhal öldürürüm" dedi. Bunun üzerine ona lütufta bulunuldu, bu nedenle Gevherâyin, ertesi günü, beraberinde-kilerle Bâbü'l- firdevs’e gelerek geceyi burada geçirdi; onun gelişi dolayısıyla davullar vuruldu ve buraya Türklerin atları bağlandı. Bu arada halk, Nehrü Muallâ ve Harim'deki mallarım Bâbü'l-merâtib ve Bağdad’ın batı kesimine naklettiler. Bunun üzerine vezir, buraya silâhlı bir grup insan getirtti, bunlar, Divan’ın kapısında geceyi geçirdiler. Vezir, ertesi gün sabahın erken saatlerinde gelip kendi evine girmek için halifeden izin istedi. Bu izin, kendisine verildi. Bu arada Gevherâyin'e halifeden bir tevki gönderildi. Bunun kapsamı şöyle idi:

Muhammed b. Muhammed b. Cüheyr, Celâlüddevle (Sultan Melikşah) ve Nizamülmülk'ün, kendisinin görevden alınması istekleri-ni haber alınca oturmakta olduğu yerden, sultan ve Nizamülmülk'le durumunu mektuplaşıncaya değin ayrılmama hususunda bizden izin istedi. Bu izin de ona verildi. Bunun üzerine Gevherâyin, tevkii alıp Bâbü'l- firdevs'ten ayrıldı. Fahruddevlede ikamet etmekte olduğu yerde kalmayı sürdürdü. İki oğlu Ebu'l-Kâsım ve Ebu'l - Berekât'ı işlerini yürütmekle görevlendirdi. Vezir Amîdüddevle (b. Cüheyr)'ye gelince o, İsfahan'da ordugâha ulaşınca orada Nizamülmülk'ü, kendisine olan kızgınlığını değişmiş olarak buldu. Nizamülmülk, onu memnun etmek için âdeta yoruldu. Nakibünnükebâ, İsfahan'a gitmek ve vezir Amîdüddevle'nin, Halifelik Divanı’nın emrine uymaya yönelmesi ve ona kasıtta bulunması dolayısıyla itibarı hakkında konuşması için Gevherâyin'den, cereyan eden şeyleri açıklaması amacıyla elçi olarak gönderildi. Çünkü onun yokluğunda zarar vuku bulmuştu. Nakîbünnukabâ, 21 Safer Pazar (2 Eylül 1078 Pazar) gecesi Bağdad’tan ayrıldı, onu, Gevherâyin, Nehrevan'dan uğurlayıp gönderdi. Bu arada bu hususta yapabileceği bazı işler cereyan etti, bu nedenle de gitmekte temkinli oldu. Daha sonra vezirin adamı, sultandan ve vezirden Gevherâyin'e iki mektupla geldi. Bu mektuplarda Gevherâyin'e "Bize ulaştığına göre, sen Divanü'l-azîz yörelerine ve vezir Fahruddevle'ye saldırıda bulunmuşsun ve her ikisinden onlara vermen gereken şeyleri vermişsin; sana emredilmeyen kimselere saldırmamalıydın" denilmiştir. Ertesi gün, Gevherâyin, Bâbü'l-firdevs'e getirildi ve kendisine gelen mektuplar teslim edildi ve kötü ve çirkin hareket ve sözlerinden dolayı ayıplandı. Bunun üzerine o, "Tanrı biliyor ki ben, bana emredilenden başka ilâve olarak bir şey yapmadım, işte ben, buraya bu nedenle geldim. Ancak ben, Amîdüddevle’nin toplantısına çağırıldım ve Amîdüddevle ile bu hususta uyum sağlayacaktım" dedi. Daha sonra vezir Nizamülmülk, onun sabır göstermesi, kendisinin nefsini yumuşatması ve kendine uyum sağlamasından dolayı ona lütufta bulundu. Her birine birer tane olmak üzere iki at, Fahruddevle'ye, eski dostluğun geri geldiğini göstermek için bir elbise gönderdi ve bütün ihtiyaçlarını karşıladı ve onu, kendi kızıyla evlendirdi. Vezir, Bağdad’a geldiği zaman düşman fakîhlere olan hareket ve davranışları dolayısıyla halifenin kalbi ona karşı değişmişti. Bu nedenle halife, ona mektup gönderip "Seni babanın yerine vezirliğe getirmek için vaadde bulundum; bundan sonra izim hizmetimizde iken ortaya çıkacak işler dolayısıyla sana baş vurulmayacaktır" dedi. Bunun üzerine vezir Amîdüddevle, geri dönüp Bâbü'l-âmme'de bulunan babası Fahruddevle'ye gitti; işte bu sırada Halifenin Divanı kilitlendikten başka Bâbü'l-ânune'ye geçilen kapılar da çivilenmek suretiyle kapatıldı. Cumadelâhır ayının sonu Cumartesi günü (6 Ocak 1079 Pazar) Halifelik Divanı ona kapatıldı ve halife buraya Ebû Şucâ Muhammed b. el-Hüseyn'i nâib olarak atadı; bunun üzerine o da oraya gidip mindersiz olarak oturdu. 16 Zülkade Salı günü (20 Mayıs 1079 Pazartesi), kendisine hizmetteki tutum ve davranışları nedeniyle halifenin iyi bulup rıza gösterdiği vezir Amîdüddevle'nin görevine dönmesi uygun görüldü. Esasında Nizamülmülk'ün gulamlarından bir gulam, halifeye gelip " Amîdüddevle'nin görevine dönmesini" bildirmişti ve bu hususta istişareler yapılmıştı; bu arada Fahruddevle, "Ben, oğluma lütf ve ihsanda bulunmadım, o, benim içimde, başkalarınca kötülenmiş bir şekilde kalmıştır" dedi. Aynı gün, Ebû Şucâ Muhammed b. el-Hüseyn, Divanü'l-azîz'le ilişkisi kesilip Bâbü'l-hücre'ye atandı; o, yapılacak işler hakkında halifeye bilgi verir ve halifeden de ona cevaplar çıkartılırdı[163].

H. 472 (1079/80) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı, Basra mültezimi İbn Allan el-Yahudî 'nin öldürülmesi hakkında olup şöyledir:

Sultan Celâlüddevle Melikşah, Receb ayında (Aralık 1079), avlanıp ferahlamak amacıyla Ahvaz'a gitti ve Basra mültezimi İbn Allan el-Yahudî'yi yakalatıp öldürttü ve onun hâzinesinden 400 bin altın aldı. Nizamülmü Sâduddevle Gevherâyin arasında düşmanlık ve nefret olması ve bundan ötürü sultanı da tedirgin etmeleri nedeniyle onlar, İbn Allan'ın öldürülmesine ön-ayak oldular. Nizamülmülk, bunu haber alınca onlardan nefret etti ve üç gün süreyle kapısını kapattı. Fakat kendisine "Bu durumdan vazgeçip eski hâline dönmesi" işaret edilip söylenmesi üzerine o da eski hâline, yani kapısını açık tutma durumuna döndü. Sultan, İsfahan'a dönünce Nizamülmülk, İbn Allan için düzenlediği ve birçok kimsenin katıldığı bir dua törenine sultanı da çağırdı ve onu İbn Allan ı öldürttüğü için ayıplayıp kınadı. Buna karşılık sultan, onun gönlünü alan bir cevap verdi. Daha önce İbn Allan'ın eşi ölünce cenaze törenine kent kadısı dışında Basra'da bulunanların hepsi katılmıştı. İbn Allan'ın beraberinde, mal ve paralarının yazılı olduğu bir kağıt vardı. O, boğulup öldürülmeden önce bu kağıdı suya attı; bu kağıtta gizli işaretlerin bulunduğu görüldü. Bu mal ve paraların büyük bir bölümü alındı. Bunlar arasında bin altın değerinde bir süpürge de vardı, fakat bunun farkına varılmadı. Fakat bir kadın, bu süpürgenin üzerine oturmuş sallanıp duruyordu. Çok geçmeden kadın etkilenmek suretiyle korkutuldu. Bu arada Humartekin eş- Şarabî, her yıl, 100 bin altın ve l00 at vermek suretiyle Basra'ya mültezim yapıldı[164].

Bu kayıttan sonra metinde, Mekke'de halife ve sultan adına sünnî hutbesinin okunduğu ve Mısır halifesi adına okutulmakta olan şiî hutbesinin kaldırıldığı; Nizamülmülk'ün oğlu Ebû Bekr Abdullah'ın Tekrit’i fethettiği; Müslim b. Kureyş'in Haleb'i yönetimi altına aldığı ve bu nedenle Sultan Melikşah'a bir mektup gönderip "Her yıl devlet hâzinesine 300 bin altın göndermeyi taahhüt ettiğini" bildirdiği, sultanın da bu mektuba olumlu cevap verdiği, kaydedilmiştir[165].

H. 474 (1080/81) Yılı Olayları

Bu yıla ait ilk olay, Humartekin'in kâtibi İbnBehmenyâr hakkında olup şöyledir:

Humartekin eş-Şarabî'nin kâtibi İbn Behmenyâr, Sultan Melikşah'la buluşup ona vezir Nizamülmülk hakkında şunları söyledi: "Nizamülmülk, her yıl, devlet hâzinesinden 700 bin altın çalıyor; ileri gelen adamlarını çeşitli yerlere tayin ediyor; İsfahan mültezimliğini 70 bin altından biraz fazlasına birisine veriyor ve kendi adamları da o mültezimden aldıkları paraları Nizamülmülk'e getirip veriyorlar" dedi. Bu sırada iki sûfî, Nizamülmülk'e geldi, bunlardan birisi, iki simit çıkarıp ona uğur getireceği için bunları yemesini istedi ve "Bu iki simit, buradaki zâhidlerden birisinin iftarından kalmıştır" dedi. Bunun üzerine Nizamülmülk, elini bu simitlere uzattığı sırada orada bulunan başka bir sûfî, ona simitlerin zehirli olması nedeniyle "Yapma (Yani yeme)!" diye eliyle işarette bulundu. Çünkü bu iki sûfı, İbn Behmenyâr'ın casusları idiler; çok geçmeden bu iki simitin zehirli olduğunun doğruluğu tespit edildi. Bunun üzerine bu iki sûfî, öldürülmek için yakalandı. Fakat Nizamülmülk, onların öldürülmelerine engel oldu ve hattâ onlara armağanlar verip lütufta bulundu ve derhal bu durumu sultana bilidirip şikâyet etti. Bunun üzerin İbn Behmenyâr, buna cevap olarak "Bu, benim sultandan uzaklaştırılmam ve ödediğim parayı zayi etmem için hazırlanmış bir girişimdir" dedi. Sultan da onun bu sözünün doğruluğunu kabul etti ve bu hususta sanki hiçbir şey duymamış gibi bir tavır takındı. Fakat daha sonra durum, İbn Behmenyâr'ın gözlerine mil çekilmesine kadar devam etti. Böylece Nizamülmülk'ün istediği yerine gelmiş oldu[166].

Bu kayıtlardan sonra metinde, sultan Melikşah'ın oğlu Davud'un ölümü ve bu nedenle cereyan eden olaylar hakkında şu bilgiler verilmektedir:

11 Zülhicce Perşembe günü (12 Mayıs 1082 Perşembe), sultan Celâlüddevle Melikşah'ın oğlu Davud, İsfahan'da öldü. Bu yüzden sultan, daha önce hiç görülmemiş şekilde pek çok acı çekti; hattâ öyle ki birkaç kez kendi canına kıyma girişiminde dahi bulundu, fakat Hâsları ona engel oldular. Sultan, oğlundan ayrılması ve sabrının azalması nedeniyle onu kendisinden alıp yıkamalarına engel oldu; yeme ve içmeyi bıraktı; sabır giysilerini parçalayıp, teselli kapılarını kapattı. Bu arada Türkler ve Türkmenler, saçlarını, başlarım yoldular; aynı şekilde saraydaki hizmetkâr, hâdim ve öteki saray mensuplarının kadınları, aynı şeyleri yaptılar; Selçuklu ülkesi halkı da evlerinde ve sokaklarda yas tutmaya başladılar. Bu durum, yedi gün sürdü. Sultan, bir ay sonra ava çıktığı zaman bir kağıt parçasına şunları yazdı:

"Ey oğlum Davud! Sen, benden kayıp olduğun hâlde (sensiz) ava çıktım, senden ayrılmamın getirdiği yalnızlık içindeyim. Felek seni benden aldığı, gecelerimi uykusuz bıraktığı, hayatımı berbat ettiği, ciğerimi parçalayıp üzüntü ve sıkıntımı artırdığı için ağlıyorum. Hadi bana haber ver, benden ayrıldıktan sonraki durumun nasıldır? Sana ölümden başka bir şey geldi mi? Mezar kurtları, vücuduna ne yaptı? Toprak, yüzüne ve gözüne ne yaptı? Sen de benim gibi misin? Benim kadar üzüntülü müsün? Seni ne kadar çok özlüyorum, senin için ne kadar çok üzülüyorum, acı duyuyorum. Vâh senin yokluğuna vâh!".

Bu kağıt parçası Nizamülmülk'e götürüldü. O bunu okuyunca hüngür hüngür ağladı ve ileri gelen devlet adamlarını toplayıp onlarla birlikte Davud'un kabrine giderek kağıdı kabre okudu ve onların bulunduğu mekân, ağıt, feryat ve figanlarla inledi. Ülkede yas yenilendi, sanki Davud'un ölümü dolayısıyla ortaya çıkan musibet geri geldi. Öte yandan Halifelik veziri Amîdüddevle, Bağdad’ta halifenin sarayındaki Sahn-ı Selâm (Selâmlık)'da üç gün süreyle yas tutup oturdu. Bu oturma Zülhicce'nin bitimine üç gün kala ilk Cumartesi günü (29 Mayıs 1082 Pazar) başladı[167].

H. 475 (1082/83) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı Sultan Melikşah'm kızının halife el-Muktedî ile evlenmesi hakkında olup şöyledir:

11 Safer Salı günü (11 Haziran 1082 Pazartesi), Sultan Celâlüddevle Melikşah'ın kızının (Mâhmelik Hatun) halifeyle evlenmesi ve bunda Fahruddevle'nin rolü olduğu hususunda Bağdad’a müjde geldi. Esasında halife, "Bu evlenme hususunda Fahruddevle'nin İsfahan'a gitmesini" emretmişti; o da beraberinde, aşağı yukarı 20 milyon altın değerinde çeşitli armağanlarla Bağdad’tan İsfahan'a gitmişti. Fahruddevle, İsfahan'a ulaşınca vezir Nizamülmülk ve emirler, onu karşıladılar. İşte tam bu sırada sultanın oğlu Davud ölmüştü. Bu nedenle sultan, huzursuz ve tedirgin bir hâlde bulunuyordu. Davud'un ölümünden bir ay geçtikten sonra Fahruddevle, Nizamülmülk'le bu evlenme hususunda konuşmalar yaptı ve ona, "Evlenme hususunda kararlaştırılmış olan herhangi bir şey yok. Eğer uygun görürseniz bu evlenme işini kızın annesine (Terken Hatun) bırakınız" dedi. Bunun üzerine Fahruddevle'ye "Bu evlenme işini üzerine alan sensin'' denildi. O da kızın annesine gidip ona "Emîrü'l-mü'minîn, senin kızınla evlenmek istiyor" dedi. O "Gazne hükümdarı ve öteki memlûk hükümdarları, kızımla evlenmeyi benden istediler ve onların her biri 400 bin altın verecekler. Eğer Emîrü'l-mü'minîn, bu miktarı bana verecek olursa ben, onu, ötekilerden daha çok ister ve yeğlerim" dedi. Bunun üzerine Fahruddevle, ona " Emîrül-mü'minîn, böyle bir şeyi kabul etmez" dedi ve böylece bu konuşmalar sürüp gitti. Sonunda 50 bin altının süt hakkı vel00 bin altının da mihr karşılığı olarak verilmesi kararlaştırıldı; bu, onların (Türklerin) evlenme sırasında uyguladıkları bir töre idi. Bunun üzerine TerkenHatun'a "Bizim yanımızda fazla para yok, şimdi burada ancak 10 bin altın takdim ediyoruz, daha sonra 40 bin altım da Bağdad’tan göndeririz" denildi ve böylece bu hususta anlaşma sağlanıp 10 bin altının tahsiline başlandı. Fakat yine de bu miktarın bir kısmının verilmesi mümkün olmadı. Bunu haber alan sultan, "Bütün paraların Bağdad’tan gönderilmesine değin ödemenin durdurulmasını" emretti. Bu arada da Terken Hatun "Emîrü'l-mü'minîn, benim kızıma evlenmek suretiyle sahip olmak istiyorsa o takdirde halasım, annesini, büyük anesini ve öteki yakınlarıyla halifelik ileri gelenlerini, kızın annesine (yani bana) göndermesini istiyorum. Ben de Gazne, Semerkant, Horasan Hatunları ile Selçuklu ülkesinin ileri gelenlerini toplayıp bu evlenme işinin onların huzurunda yapılmasını istiyorum" dedi. Bunun üzerine Fahruddevle, "Hatun'un, bu evlenme işini böylece gerçekleştirmesi dolayısıyla elini, sıkmak üzere bize uzatmasını" istedi. Onun bu sözü üzerine Nizamülmülk, Hatun'un yanında, henüz hiçbir şey olmadan onun elini uzatmasını doğru bulmadı ve bu hususta sultandan izin aldı. Daha sonra Fahruddevle, elini uzattığı sırada Hatun, "Halifelik Sarayı fada hiçbir câriye ve Kahramâne'nin[168] bulunmaması ve halifenin daima eşi olacak olan kızımın yanında bulunması" şartlarını ileri sürdü. Böylece evlenme hususundaki konuşmalar tamamlandıktan sonra Fahruddevle, Cumadelâhır ayında (Ekim/Kâsım 1082) Bağdad’a döndü; kendisini karşılamak üzere bir grup Nehrevan'a gitti. Ayrıca oğlu Amîdüddevlede kendisini karşılamaya çıktı ve babasıyla Halbe'de buluştular; Fahruddevle'nin gelişi nedeniyle Halifelik Sarayı’nın hizasında, güneşin doğuşu, batışı ve akşam vakitlerinde davullar vurulup borular öttürüldü. Fakat bu, halifece yakışıksız bulundu ve bu nedenle de durduruldu[169].

Bu kayıttan sonra metinde, Hz. Ebû Bekr 'in soyundan olduğu söylenen Eş’arî Kadısı el- Bekrî 'nin, beraberinde silâhlı Türkler ve Acemler olduğu hâlde, vaaz vermek için Bağdad’taki Mansur Camii’ne geldiği, daha sonra da Nizamiyye Medresesine Nizamülmülk'ün, Eş’arî Mezhebi hakkında bir konuşma yapmasına izni içeren bir mektubunu getirdiği, bu sırada kendisiyle İbnü'l-Garrâ el-Hanbelî yandaşlan arasında çirkin olayların vuku bulduğu, bu sebeple onun Bağdad’tan çıkarılıp Selçuklu askerlerinin bulunduğu yere gönderildiği, ayrıntılı olarak anlatılmıştır[170].

Bu kayıttan sonra Sultan Melikşah'm, kardeşi Tekiş'le savaştığı, onu tutsak alıp lütf ve ihsanlarda bulunduğu kaydedilmiştir[171].

Bu kısa kayıttan sonra vezir Nizamülmülk'ün oğlu Ebû Mansur (Cemalülmülk Ebû Câfer Muhammed)'un Horasan'a geldiği ve rivayet edildiğine göre, sultan Melikşah'ın onu öldürtmek istediği, babasının, buna razı olmaması dolayısıyla oğlunu zehirletmek istediği kaydedilmiştir[172].

H. 476 (1083/84) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı, Halifelik veziri Amîdüddevle'nin vezirlikten azledilmesi hakkında olup şöyledir:

Safer ayının bitimine beş gün kala Cuma günü (14 Temmuz 1083 Cuma), halifeden, veziri Amîdüddevle'nin azlini içeren bir tevki çıktı. Bu tevkide "Her şey için belirlenmiş bir son vardır. Divan'dan çık evine dön! Çünkü sen, senin görüşünde olan şeylerden (yaptığın işlerden) sorumlu olduğunu bil!" deniliyordu. Bunun üzerine Amîdüddevle, beraberinde (Babası Fahruddevle) iki oğlu ve eşi (Zübeyde) olduğu hâlde, Divan'dan çıkıp Dârü'l- nıemleke'ye gitti. Daha sonra da hep birlikte Horasan yönüne hareket ettiler. Bu arada halife, Sultan Melikşah'a bir mektup yazıp "Cüheyroğullarının, görevine iade ile geri dönmesine hiçbir çözüm yolunun olmadığını, onun ordudan uzaklaştırılıp koruma altına alınmasının istenmesini, bunun nedeninin de onlara güven meselesi olduğunu ve onların töhmet atında kaldıklarını" bildirdi. Daha sonra Halifelik Divanı'na Ebu'l-feth el-Muzaffer b. Reîsü'r-rüesa Ebu'l-Kâsım İbnü'l-Müslime atanıp gönderildi ve Divan’ın binaları da yeniden düzene sokuldu. Öte yandan Cüheyroğulları, İsfahan'a ulaşınca karşılanıp izzet ve ikramda bulunuldu. Bu arada Fahruddevle'ye Diyarbekir bölgesinin yönetimi verildi. Bunun üzerine davullar vuruldu ve kendisine Diyarhekir'de beş namaz vakitlerinde, sultanın ordugâhında da üç namaz, yani sabah, akşam ve yatsı namazı vakitlerinde davulların vurulmasına izin verildi" deniyordu[173].

Bu kayıtlardan sonra halife el - Muktedî'nin, Şaban ayının ortalarında (Aralık 1083 sonları), Ebû Şucâ Muhammed b. el-Hüseyn'e vezirlik hil'ati giydirdiği ve ona Zahîrüddin lâkabını verdiği kaydedilmiştir[174].

Bu küçük kayıttan sonra Sultan Melikşah-vezir Nizamülmülk gerginliği hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Ebu'l-mehâsin b. Ebu'r-Rıza (Divanü'r-resâil kâtibi), Sultan Melikşah'a pek çok para (tabii devlet hâzinesinden) vermiş, böylece ona yakınlık gösterip kendisi hakında güvence sağlamış, bu arada da Nizamülmül k'ün aleyhinde bulunmuştu. Hattâ Ebu'l- mehâsin, Nizamülmülk'ü bir milyon altın ödemek (Devlet Hazinesi'ne) zorunda bırakmıştır. Bunu haber alan Nizamülmülk, bir şölen düzenletip buraya sultanı da davet etti. Bu arada o, bin kişiden fazla olan memlüklerini ve Türkleri atlarına bindirdi, bunların önünde sultanla yalnız kaldı ve bu sırada ona "Ey sultan! Ben, senin paralarından (yani devlet hâzinesi) ancak onda bir miktarını alıyorum, bunları da senin memleketlerin (Selçuklu ülkesi) ve buradaki valilerin için kullanıp onların hizmetlerinden yararlanıyorum. Ayrıca bu paralardan şu önünde gördüğün askerlere sarfediyorum; öyle ki onların elbiseleri için her yıl 200 bin altın gerekiyor" dedi ve sultanın önüne her yıl askerler için toplanan paraların miktarlarını içeren bir de liste koydu ve ona, "Esasında bu miktarlardan daha çoğu gerekiyor. Eğer ben, bu paraları onlara sarfetmezsem o zaman sen, her yıl Devlet Hazinesi'nden bu giderleri karşılayacaksın. Ben, bu askerleri silâhlarıyla birlikte donatmış bulunuyorum. Sen, karşındaki hâciblerden birisine, o askerlerin nakledilmelerini emredip benim hâzineden aldığım onda bir miktar parayı ona verirsen, o zaman ben, görevim olan bu yorgunluktan kurtulmuş olurum. Bununla birlikte ben, dedene (Çağrı Bey) ve babana (Alp Arslan) hizmette bulunmuştum, yani sizin devletinize hizmette yaşlandım. Tanrı 'ya ant olsun ki ben, senin bana olan bu davranışından tedirgin olup endişelendim ve senin etkisi altında kaldığın şeyden dolayı âkıbetimden korkmaya başladım" dedi ve sultanın gözünü doyuracak kadar mücevher ve başka şeyler takdim etti ve "Kendisi hakkında dedikodu yapanlardan para alacağı" hususunda sultana güvence verdi. Bunun üzerine sultan, bu konuda cereyan eden olaylar hakkında Nizamülmülk'e bilgi verdi ve kendisine olan güveni dolayısıyla da ant içti. Çok geçmeden sultan, Ebu'l-mehâsin'i tutuklatıp Sâve (Orta-İran'da) kalesine gönderdi. Bu kalede onun iki gözü bıçakla oyulup sultana gönderildi; sultan "Bu oyulmuş gözlerin av köpeğine atılmasını" emretti. Sultan, Sâve'ye göndermeden ondan 200 bin altın almıştı[175].

H. 477 (1084/85) Yılı Olayları

Bu yılın Selçuklularla ilgili tek ve kısa olayı, Şevval (Şubat) ayında, Sultan Melikşah'ın, Türkmenlerle, Araplar vukubulan olayda Türkmenlerin tutsak aldığı Arapları ve develerini Araplara geri verdiğidir.

H. 478 (1085/86) Yılı Olayları

Bu yılın da tek ve çok kısa olayı, Fahruddevle Ebû Nasr İbn Cüheyr 'in, Cumadelûlâ ayında (Ağustos/Eylül), Meyyâfârikin (Silvan)'i âni bir baskınla fethettiği, böylece Diyarbekir bölgesinin fethinin tamamlandığıdır[176].

H. 479 (1086/87) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı Sultan Melikşah'ın Kuzey-Suriye'ye gelişi ve buradaki icraatı hakkında olup şöyledir:

Sultan Melikşah İsfahan'dan çıkap Receb ayında (Ekim/Kâsım 1086) Musul’e ulaştı. Daha sonra buradan Câber kalesine[177] gitti. Burada Sâbık b. Câber adıyla tanınan Şârî, yol kesici ve şakilerle birlikte oturmakta idi. Sultan, ona haber gönderip "Canının güvencede kalması şartıyla şehri ve kaleyi teslim etmesini" bildirdi. Fakat o, sultanın bu önerisine cevap vermedi. Bunun üzerine harekete geçilerek surlara karşı mancınıklar kurulup surlar delindi; sonra içeri girilmek suretiyle şehir ve kalesi fethedildi. İçeride bulunan hırsız ve şakî taifesi öldürüldü. Bu arada yakalanan Sâbık , kılıçla öldürülmek istendiği sırada onun eşi gelip "Ben, eşimden ayrılmam, bu nedenle beni de onunla birlikte öldürünüz" dedi, bunun üzerine Sàbık'ı kale surlarının en yüksek yerinden aşağı attılar. Böylece, o parçalandı, ayrıca kılıçla da parçalandı. Onun eşi hemen surdan kendini aşağı attı ise de ona hiçbir şey olmadan kurtuldu. Bu arada sultan, ona "Neden kendini böyle tehlikeye attın?" diye sorunca kadın, sultana: "Biz, böyle utanç verici bir şeyin vuku bulmadığı, bir kavimiz. Ben, kalede yüz üstü bırakılıp terk edileceğimden korktuğum için bunu yaptım" dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar ona "Kendisini koruyacaklarını" söylediler. Sultan da onun sözlerini iyi bulup beğendi[178].

Sultan Melikşah, Câber'den sonra Musute geldi. Buradan halifeye özel bir elçiyle bir mektup gönderdi. Bu mektupta sultan, "Kutsal yerlere dua ettiğini ve buralara hizmette geç kaldığı için halifeden özür dilediğini, bu hizmetin mutluluğu dolayısıyla Urfa, Antakya, Haleb ve Câber kent ve kaleleri ile Bizans ülkesinden (Anadolu) bazı yerleri fethettiğini ve bütün bunların da halifeye hizmetinin sonucu olduğunu" bildiriyordu. Bunun üzerine Bağdad’tan sultanı karşılayıp hizmette bulunmak için iki nakîb Tırad ve Muammer, gönderildi, ayrıca bu iki nakîbe Afîf ve halifelik ileri gelenleri de katıldılar. Bir süre sonra Bağdad’a yaklaşmakta olan sultana ikamet için gerekli sayısız nesne hazırlanıp gönderildi. Sultanı karşılamak için bir tören alayı çıkartıldı. Bu arada Halifelik veziri Ebû Şucâ , iki Nakîb, bir grup insan, okuyucular, davul ve borularla sultanı karşılamaya gittiler; ayrıca sultana "Halife el - Muktedî'nin, selâmı ve Bağdad’a gelmelerinden dolayı kendisini kutladığı" bildirildi. Sultan, halifeyi tazim amacıyla ayağa kalkıp yer öptü, sonra da Bağdad’a girdi (Zülhicce = Mart/Nisan 1087). Esasında sultanın eşi Hatun (Terken), kızını halifeye getirmek amacıyla Bağdad’a gelmeyi gerekli görmüştü. Böylece Bağdad’a gelen sultan, doğruca Dârü'l-memleke'ye gitti. Halk, hiç engel olunmadan sultana sık sık gelip gidiyordu. Bu arada vezir Nizamülmülk, Selçuklu askerlerinin halkın evlerine yerleşmemeleri için onlara şehrin dışındaki Zâhir semtinde çadırlar kurdurdu. Böylece hiçbir Selçuklu askeri, halktan hiç kimsenin evine girip yerleşmedi. Öte yandan sultan, atlanıp, imam Ebû Hanîfe -Tanrı, ondan razı olsun- (İmamı âzam Nûman b. Sâbit )'nin kabrini ziyaret etti. Daha sonra da önünde halk topluluğu olduğu hâlde, ünlü kişilerin mezarlarını ve Kûfe'deki Musa b. Câfer 'in kabrini ziyaret etti. Bu arada Selman'ın da kabrine[179] gidip ziyarette bulundu. Sultan, ayrıca Kisrâ 'nın[180] Sarayı'na gidip gördü. Daha sonra da Hz. Hüseyin 'in -Tanrı'nın selâmı onun üzerine olsun- kabrini de ziyaret edip "Bu türbenin surlarının onarılmasını" emretti; bu arada Hz. Ali 'nin - Tanrı'nın selâmı üzerine olsun- türbesine yöneldi ve buranın bakımı için 300 altın maaşla birisini görevlendirdi. Ayrıca "Fırat ırmağından gelen bir çayın suyunun buradaki su bendlerine verilmesini" emretti ve bu emre uyulup işe derhal başlandı. Bu arada Alevîlerin burada oturan Nakîbi Tâhir , sultan için büyük bir şölen düzenledi. 7 Zülhicce Pazartesi günü (15 Mart 1087 Pazartesi), halifenin annesi ve halası, (Dârü'l-memleke'deki Hatun (Terken)'a gittiler. Onlara Dicle ırmağına bakan çadırlar kuruldu. TerkenHatun onların yanına gidip ağırladı. Onlar, Dârü'l-memleke'ye çıkıp bir süre sonra da Hatun'la birlikte aşağı indiler[181]. Öte yandan vezir Nizamülmülk, 17 Zülhicce Perşembe günü (25 Mart 1087 Perşembe), halifeyi ziyaret etmek üzere Tâc'dan ayrıldı ve halifeye yaklaşıncaya değin yalnız başına yürüdü; bu sırada halife, bir kafesin arkasında oturmakta idi. Nizamülmülk, ona yaklaşıp tazimde bulundu. Halife de ona doğru yaklaştı ve elini kafesten çıkarıp ona uzattı. Vezir onun elini öpüp gözlerine sürdü ve halifeye güzel sözlerle hitap etti[182]. Bir süre sonra Seyfüddevle, sultan için Bağdad’ın doğu kesimindeki ağaçlık yerin dışında bir şölen düzenlendi. Zikredildiğine göre, bu şölen için bin koç, yüz baş hayvan ve deve kesilmiş, 20 bin şeker eritilip helva yapılmış; şölen en iyi bir şekilde düzenlenmiş, yabanî hayvan ve kuşlar gibi şekillendirilmiş şekerler ve daha çeşitli timsaller yapılıp asılmıştı. Bu şölende hazır bulunan sultan, bunlardan beğendiği bir tanesine eliyle işaret edince o şeker oradakiler tarafından hemen kapışıldı. Daha sonra sultan, kendisi için hazırlanan ve içinde özel yemeğinin bulunduğu ipek otak ve çadırlar tarafına geçti. Buradaki çadırlarda 500 parça gümüş kap vardı. Ayrıca bu çadırlar kâfûr, anber ve miskle kokulanmış ve heykelleriyle süslenmişti. Sultan, burada istediği yemekleri yedi. Daha sonra ayağa kalkıp buradan ayrılacağı sırada Seyfüddevle, ona 20 bin altın, otağlar ve kapkacak takdim etti. Sonra da sultanın önünde yer öpüp geri çekildi[183].

Bu yıla ait Selçuklularla ilgili son olay, metinde şöylece kaydedilmiştir:

Bu yılda Hac emiri Hutluğ (Kutlu) b. Güntekin (Beytekin) Ebû Mansur öldü. Yiğit bir emir olan Hutluğ, çöl Araplarıyla (Bedevi) birtakım olaylar yaşamıştır. O, iyi ahlâklı ve cemaat hâlinde kılınan namazlara devam eden bir kişi olup her gün Kur’an hatmettirir, bilginlere ve Kur’an okuyucularına lütuf ve ihsanlarda bulunurdu. Hutluğ, türbe ve mescitlerle Mekke-Medine arasındaki binalara çok yararlı hizmetlerde bulunurdu. O, Hac Emirliği görevini 12 yıl yürütmüş olup bu yılın 7 Cumadelûlâ Perşembe günü (20 Ağustos 1086 Perşembe) öğle ve ikindi arasında öldü. Onun ölüm haberi vezir Nizamülmülk'e ulaştırılınca "Bin insan öldü" dedi[184].

H. 480 (1087/88) Yılı Olayları

Bu yıla ait ilk olay, Sultan Melikşah'ın ava çıkmasıyla ilgili olup şöyledir:

Sultan Melikşah, 4 Muharrem (11 Nisan 1987)'de avlanmak amacıyla Küfe taraflarına gitti. Kendisi ve beraberindeki askerler binlerce av avladılar, Öyle ki avlanan hayvanların ayaklarından (boynuzlarından), Mekke yolu üzerinde Rahbe yakınlarında Sebii’de yapımını emrettiği Ribat'ın yanında şimdi hâlâ duran, büyük bir minare yapıldı ve buna Minaretü'l-kurün (Boynuzlar Minaresi) adı verildi; söylendiğine göre burada dört bin hayvan boynuzu varmış[185].

Bu kayıttan sonra metinde, halife-sultan ilişkileri hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Halife el-Muktedî, 17 Muharrem Cumartesi günü (24 Nisan 1087 Cumartesi), hâdim Zafer'i Dârü'l-memleke'ye gönderip Sultan Melikşah'ı davet etti. Hâdimle birlikte sultan için özel bir gemi de gönderildi. Sultan Bâbü'l-garebe'ye ulaşınca, kendisi için eyeri Çin demirinden yapılmış ve yün kısımları siyah olan, özel bir at hazırlanıp takdim edildi. Sultan, bu ata binip halifenin bulunduğu yere ulaştı. Burada kendisine halifenin "oturması" emri bildirildi. Fakat o, bu emri yerine getirmeyip, halifeye saygı için oturmadı. Ona bu emir ikinci kez bildirildi. Bunun üzerine sultan, bu emre uyup oturacağı hususunda ant içtikten sonra oturdu; bu sırada halife, "Sultana hil'at verilmesini" emretti. Vezir Nizamülmülk ise halifenin oturduğu yerin ön tarafında ayakta duruyor ve oradaki bir emîre Farsça "Bu, Mü'minlerin emîridir", sonra halifeye de "Bu, köleniz falan oğlu falan hâdimdir" diye takdim ediyor ve takdim edilen emîr de hemen yer öpüyordu. Böylece 40'dan fazla emir bulunuyordu. Bu emirler arasında sultanın dayısı emîr Aytekin de vardı. Bu sırada Aytekin, halifenin hizasında Kıhle'ye dönüp iki rekât namaz kıldı ve oradaki duvarlara (Ya da set) eliyle ve vücuduyla dokundu. Bu arada sultan, üzerinde hil'at, tâc ve yakalık (Ya da kolye, halka) olduğu hâlde geri döndü; Gümüştekin el-Candar sağ yanında, Sâduddevle Gevherâyin de sol yanında sultanın eteğini kaldırıp tutuyorlardı. Kendisiyle halife arasında bir kafes bulunan sultan, birkaç kez yer öptü. Daha sonra halife, ona iki kılıç kuşattı. Bunun üzerine halifelik veziri Ebû Şucâ, sultana "Ey Celâlüddevle, Tanrı, bu, efendimiz Mü'minlerin Emîrini imamlıkla şereflendirip seçmiş ve ümmetin başına getirmiştir. Fakat o, şimdi, bu İlâhî emanet mevkiini sana vermiş bulunuyorlar. O, Tanrı'nın düşmanlarına karşı seni güçlü ve kuvvetli yapmak için iki kılıç kuşattı" dedi. Bunun üzerine sultan, halifenin elini öpmek istedi ise de halife, bunu kabul etmedi. Fakat bu kez sultan, halifenin yüzüğünü öpmek isteyince halife, yüzüğünü ona uzattı, sultan da yüzüğü öpüp gözüne sürdü. Orada bulunan herkes, cereyan eden her şeye tanık olmuşlardı. Daha sonra sultan, önünde üç bayrak, üç at olduğu hâlde, toplantı salonundan çıkıp bir gemiye binerek oradan ayrıldığı sırada, davullar vurulup bayraklar çekilmek suretiyle uğurlandı. O da bu arada altın ve gümüşler saçtı. Halife de sultana altın işlemeli bir taht ve yastıklar gönderdi[186].

Bu kayıttan sonra metinde, vezir Nizamülmülk'ün, 12 Muharrem Pazartesi günü (19 Nisan 1087 Pazartesi), oğlunun Bağdad’tâki evine gelip burada bir gece geçirdikten sonra ertesi gün, Nizamiyye Medresesine gittiği, öğle vaktine değin burada hiç kimseyi görmediği, buraya gelip oturanlara hadis yazdırdığı, buradan tekrar oğlunun evine gidip geceyi geçirdikten sonra ertesi gün şehrin dışındaki Zâhir semtine döndüğü kaydedilmiştir[187].

Bu kayıttan sonra metinde, sultan hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Sultan Melikşah , halife ve emirlere şölen düzenlenmesi amacıyla içinde para ve öte¬berilerin bulunduğu iki sandık gönderdikten sonra Halifelik Sarayı'ndaki Harîm’e geçti, burada hiç kimseyi göremeyince buradan Halbe'ye gitti; burada kendisine altın, gümüş ve ipekli giysiler saçıldı ve her taraf insanlarla dolup taştı. Aynı gün sultan, Bağdad’ın batı kesimine geçti, burada Attârin (Çarşı) ve Katîateyn'e[188] girdi, buralardan da Şunîzî [189] ve Tüse'ye[190] gitti.

Sultan Melikşah hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra, İbnü'l-Cevzî 'nin İbn Akîl 'in el yazısıyla yazdığı eserinde, "Vezir Nizamülmülk'ün H. 480 yılı sonunda (Mart 1088 sonu) Bağdad’a geldiğini ve bilim adamlarından hiç kimsenin kendisini karşılamaya gelmediğini" okuduğu kaydedilmiştir.

Bu kısa kayıttan sonra Sultan MeIikşah'ın kızının (Mâh melek Hatun) halifeyle evlenmesi hakkında şu bilgiler verilmektedir:

Sultan MeIikşah'ın kızı Hatun'un 25 Muharrem Pazar günü (2 Mayıs 1087 Pazar), halife el - Muktedî ile gerdeğe girmesi münasebetiyle "Halkın Bağdad’a süslemeleri" emredildi. Esasında bu gerdek. Safer ayının başlangıcında (Mayıs 1087 başları) idi. Çeyiz 130 deveyle Halifelik Sarayı'na nakledildi. Develerin önünde davullar ve borular çalındı. Yaklaşık üç bin at üzerinde hâdimler vardı, Bağdad halkı ise bunların çevresinde yer almıştı. Daha sonra başka çeyizler de Halifelik Sarayı’na nakledildi; bunlardan altı tanesi dolap vel2 tanesi de içinde gümüş bulunan sandık idi; bunların önünde 33 atlı hâdim ve bunların önünde de emirler yer almışlardı. Halifelik veziri Ebû Şucâ. Muharrem ayının sonunda Cuma akşamı (7 Mayıs 1087 Cuma), Sultan Melikşah'ın eşi Hatun (Terken)'a gidip "Tanrı, sîzlere, emanetleri ehline veriniz[191] diye emreder" dedi. Esasında vedia (yani gelin)'nın Dârü'l-azize'ye gönderilmesine izin verilmişti. Bunun üzerine Hatun, "Şerefli törenlerin istediğiniz gibi yapılması, baş üstüne" dedi. Daha sonra vezir Nizamülmülk, Ebû Sa'del-Müstevfî, emirler ve bunlarla birlikte teker teker pek çok yetkili kişi geldiler. Bunların arkasından gelin (Mâhmelek Hatun), çevresinde, halifenin eşinin hâs câriyelerinden 200 nazik ve süslü câriye olduğu hâlde, mücevlerlerle süslenmiş özel bir mahfede bulunuyordu. Bütün bu alay, gelini halifeye götürdü.

Bu kayıtlardan sonra halifenin, Safer ayının başlangıcı Cumartesi günü (8 Mayıs 1087 Cumartesi), sultanın askerleri için bir şölen düzenlettiği, bunun için şekerden 40 bin kudret helvasının yapıldığı; sultanın, halifenin gerdek gecesi, hükümdarların töresi gereğince üç gün süreyle ava çıktığı; Sultanın Safer ayının ortasında (22 Mayıs 1087), beraberinde veziri Nizamülmülk olduğu hâlde, Bağdad’tan İsfahan'a hareket ettiği, onları, Halifelik veziri, Ebû Şucâ 'in Nehrevan'a değin uğurladığı, kaydedilmiştir[192].

Bu kayıtlardan sonra çeşitli konulara dair şu bilgiler verilmiştir:

1 - Sultanın, Safer ayında (Mayıs/Haziran 1087), adını Mahmud koyduğu bir oğlu dünyaya geldi; onun adı, ülke camilerindeki hutbelerde, sultanın adından sonra zikredilmeğe başlandı. Bu vesileyle halk, sultana özel bir heyetle armağanlar gönderip onu kutladılar, törenler yaptılar.

2 - Şaban ayında (Kâsım 1087), sultandan Bağdad’a halifeye mektuplar geldi. Bu mektuplarda, sultanın "Hatiplere minberlerinde kendi adından sonra veliahd yaptığı, dolayısıyla kendisinden sonra hükümdar olacak olan oğlu Ahmed'in adının okutulmasını, halifenin şerefli hizmetinden istediği" kaydedilmiştir. Bunun üzerine halife, sultanın bu isteğini yerine getirtti, bu vesile ile hatiplere altın dağıtıldı[193].

3 - Halife el - Muktedî 'nin sultanın kızı olan (Mâh melek Hatun) eşinden bir oğlu dünyaya geldi (4 Zülkade = 31 Ocak 1088). Bu çocuğun adı Câfer, künyesi de Ebu’l - fazl konuldu; bu vesileyle ülkedeki kentler süslendi, vezir EbûŞucâ da Bâbü’l-firdevs'te bir kutlama töreni düzenledi[194].

H. 481 (1088/89) Yılı Olayları

Bu yılın Selçuklularla ilgili ilk olayı metinde şöyle verilmektedir:

Rebîülâhır ayında (Haziran/Temmuz), halifenin eşi Hatun (Mâhmelek)'un adamlarından bir Türk bir seyyar satıcıdan bir şey satın aldı. Fakat esnada ikisi arasında kavga çıktı. Türk, satıcıyı yaraladı. Bunun üzerine satıcı, orada bulunanlardan yardım istedi. Bu olaydan sonra halife, "Hatun 'un hareminde hizmet eden Türklerin buradan uzaklaştırılması, bunlardan hiçbirinin haremde kalmaması" hususunda bir tevki çıkarttı. Bunun üzerine haremde görevli bütün Türkler, Dârü'l-mendeke'ye gidip orada kalmaya başladılar[195].

Bu kayıttan sonra Sultan Melikşah'ın Semerkant' fethettiği kaydedilmiştir[196].

H. 482 (1089/90) Yılı Olayları

Bu yılda cereyan eden olaylar metinde şöyledir:

Sultan Melikşah'ın 3 Safer (17 Nisan 1089)'de halife el - Muktedî'ye, kızı Mâhmelek Hatun'u İsfahan'a getirmeleri için Bağdad’a gönderdiği emir Bozan ve (Humartekin) Savab, "Mâhmelek Hatun'un kendilerine teslimini" halifeden istediler. Esasında Mâhmelek Hatun, halifenin kendisiyle ilgilenmeyip yüz çevirmesi sebebiyle babasına birçok kez şikâyette bulunmuştu. Halifenin, sultanın bu isteğini kabul etmesi üzerine Hatun, beraberinde oğlu Ebu'1-fazl Câferb. el-Muktedî, halifenin iki nakîbi Kâmil ve Tâhir ve hâdimlerden bir grup olduğu hâlde, Bağdad’tan ayrıldı (16 Rebîülevvel Çarşamba = 29 Mayıs 1089 Sah); halifelik veziri Ebû Şucâ, Cuma akşamı geç saatlerde onları Nehrevan'a değin uğurlamak için, onlarla birlikte Bağdad’tan ayrıldı. Önünde Ebu’l-fazl 'ın tahtırevanı vardı. 2 Şevval (8 Aralık 1089)'de Hatun'un çiçek hastalığından İsfahan'da öldüğü haberi Bağdad’a ulaştı. Bunun üzerine vezir Ebû Şucâ , Bâbü'l-firdevs'te yedi gün süreyle taziyet için oturdu. Halifenin iki nakîbi, 13 Şevval (19 Aralık 1089)'de İsfahan'dan Bağdad’a döndüler. Bu arada halife, Zülhicce ayının sonunda (5 Mart 1090) Ebû Muhammed et-Temîmî ve Afîfi, sultana taziyet için İsfahan'a gönderdi. Fakat sultanın Mâverâünnehr'e sefere çıkması nedeniyle Ebû Muhammed et-Temîmî 'nin izinsiz Bağdad’a geri dönmesi, halifenin hoşuna gidip onu takdir etti; fakat Afîf, halifeye ulaşmak amacıyla İsfahan'dan ayrıldı[197].

H. 483 (1091/92) Yılı Olayları

Halifelik veziri Ebû Şucâ 'ın azli hakkında metinde şu bilgiler yer almaktadır:

9 Ramazan Perşembe günü (25 Ekim 1091 Cumartesi), halifeden Halifelik veziri Ebû Şucâ 'ın azlini içeren bir tevki çıktı; bunun nedeni, Sultan Melikşah'ın ileri gelen adamlarının ondan halifeye şikâyette bulunmaları idi. Ayrıca vezir Nizamülmülk’ün de halifeden onun azli hususundaki isteği, buna tesadüf edip bu azli tekit etmişti; bu arada sultan da halifeye bir mektup gönderip vezirden şikâyette bulunmuştu. Halifenin de vezirin hizmetteki eksiklik ve kusurları nedeniyle ona karşı olan kızgınlığı da bu sıralarda ortaya çıkmıştı; işte bu nedenlerle halife, onu azletmek suretiyle görevine son verdi. Esasında vezir. Halifelik Divanı'nın ve ordunun törelere bağlı özelliklerini çiğnemişti. Hattâ Sultan Melikşah'ın Semerkant’ı fethettiği zaman Bağdad’a gelen bir müjdeciye hil'at giydirilince vezir, "Bu, ne müjdesi? Sanki sultan, kâfir memleketlerinden bir memleketi mi fethetmiş! Yoksa onlar Müslüman bir millet değil mi? Bütün Müslümanlara câiz olmayan şeyler, bu Müslümanlara câiz mi görülüyor?" demişti. İşte bu hususta halifenin veziri hakkında kalbinde beliren şeyler, sultana bildirildi ve vezir, Divan'da bulunduğu sırada görevinden azledildi. Bunun üzerine o, bütün yakınlarıyla birlikte evine döndü. 10 Ramazan Cuma günü (26 Ekim 1091 Pazar) vezir, pamuklu bir örtüye bürünmüş olduğu hâlde, bir grup bilgin ve zâhidle birlikte evinden çıkıp Bâbü'l-merâtib'deki camiye yürüyerek gitti; onun bu davranış ve hareketini doğru bulmayan halk, onu kınadı. Bu arada vezirin düşmanları, "Vezir, çirkin ve iğrenç işlere yöneliyor" dediler ve onu en ağır bir şekilde kınadılar ve ikamet ettiği evine gitmeye zorladılar. Ayrıca onunla birlikte yürüyen kimseleri de aşağılayıp yakaladılar. Daha sonra vezir Nizamülmülk'ün mektupları Bağdad’a geldi; bu mektuplarda "Azledilen vezirin Bağdad’tan çıkarılması" isteniyordu. Bunun üzerine azledilen vezir Ebû Şucâ , eski yurdu olan Derâverde[198] gidip orada bir süre kaldı; Daha sonra Hacca gitmek için istediği izin kendisine verilince, Nil’e[199] gidip orada bir süre kaldı. Fakat buradaki münkirlerin çokluğu kendisini çok rahatsız etti, bu nedenle Hz. Ali'nin meşhedine, oradan da Mekke'ye gitti. Onun Mekke'ye gitmek istemesi, Nizamülmülk'ün kendi hakkındaki ve düşünce ve kanaatim olumlu etkileyip düzeltti. Bu nedenle Nizamülmülk, ona haber gönderip "Ben, sana insanflı muamele yapmak istiyorum" dedi; esasında Nizamülmülk, ona, bu davranışta bulunmak niyetinde idi, fakat bunu, daha önce yapmadı. İşte bu nedenle Ebû Şucâ, Nizamülmül k'ten kendisine gelen elçiye "Benim adıma Nizamülmülk'e hizmette bulun ve ona de ki 'Emirü'l-mü'minin benim vezirlik divitimi kapatmasından sonra benim o diviti yeniden açmaya gücüm yetmedi. Eğer bu durum olmasaydı o takdirde ben, Nizamülmülk'e cevap yazardım' " dedi. Bu arada halife el - Muktedî, İbnü'l-Mavsalâya'yı kendine nâib yaptı ve ona "Emînü'd-devle" lâkabını verip hil'at giydirdi, daha sonra da Ebû Muhammed et - Temîmi ve hâdim Yumn'a "Ebû Mansur b. Cüheyr 'in Vezirliği’ne atanması hususunda bir öneride bulunmasını sağlamak amacıyla sultana gitmelerini" emretti[200].

Bu kayıtlardan sonra Sultan MeIikşah'ın Bağdad’a ikinci gelişi ve bu sıralarda cereyan eden çeşitli olaylar, metinde şöyle anlatılmaktadır:

Sultan Melikşah, Ramazan ayında (Ekim/Kâsım 1091), İsfahan'dan Bağdad’a geldi. Kendisini İbnü'l-Mavsalâya karşıladı; sultanın beraberinde olan veziri Nizamülmülk, oğlu Müeyyidülmülk'ün evinde konakladı. Sultan, Zülkade ayında (Aralık/Ocak 1091/92), beraberinde oğlu (Ahmed), kızının (Mâhmelek) ve eşi halife el-Muktedî'den olan oğlu (Câfer) ve kalabalık bir halk topluluğu olduğu hâlde, görkemli bir şekilde Kûfe'ye gitti.

Sultan Melikşah hakkında verilen bu ilk bilgilerden sonra, Ebû Mansur b. Cüheyr'in yeniden Halifelik Vezirliği’ne getirildiği (Zülkade = Aralık /Ocak 1091/92), vezir Nizamülmülk'ün Bâbü'l-âmme'deki makamına gidip onu kutladığı kaydedildikten sonra, yine sultan Melikşah hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Sultan Melikşah, aynı ayda, Dicle ırmağı üzerinde ilginç şeyler düzenletti. Bu cümleden olarak Sumeyriyye (gece sohbeti yapılan) gemilerinde ve büyük kayıklarda büyük mumlar yakıldı; her kayıkta büyük bir çadır (kubbe) bulunuyordu. Bağdad halkı, bunu seyredip neşelenmek için evlerinden çıkarak Dicle ırmağı kıyısına gelip geceyi burada geçirdiler. Dicle ırmağı böylece meşalelerle süslendi. Vezir Nizamülmülk ve diğer ileri gelen devlet erkânı, bu manzara karşısında, güçleri yettiği kadar gösteri yaptılar. Çeşitli eğlence ve oyunlar eşliğinde gemilerle Dicle ırmağında dolaştılar; büyük gemilere odun doldurup ateşler yaktılar. Bu gemilerle Muizzüddevle'nin evinin su bendinden Nizamülmülk'ün evine değin yol aldılar. Bu arada Bağdad’ın batı kesiminin halkı, ellerinde birer, ikişer mum olduğu hâlde, Dicle ırmağı kıyısına indiler. Dârü'l-memleke'nin damından Dicle ırmağına doğru birbirine sıkı sıkıya bağlanmış halatlar uzanıyordu. Irmakta bulunan bir Sumeyriyye gemisine bir adam, iplerle tırmanır, ateş yakarak tekrar aşağı inerdi. Dönemin şâirleri, bu gecede olup bitenleri yazdıkları Şiîrlerde tasvir etmişlerdir. Bu şâirlerden Ebu'l-Kâsım el-Mutarrız şöyle bir Şiîr yazmıştır:

Aşıkların üstünde yanan her ateş,
Ya kalbinin ateşidir, ya da Sadak gecesinin ateşidir.
Zifiri karanlık, şafağın aydınlığına karıştı...
Güneş, orada dolunayı ziyaret etti.
Yeryüzüne, kavuşma ve ayrılık yerlerinin arasına,
Kendi cevherlerinden bir örtü yaydı...
Işıldayan kandiller gibiydi... Kovulmadan ve yanmadan
Gökyüzüne inmişti...
Ne tuhaf bir ateş! Rıdvan, onu alevlendiriyor,
Mâlik ise ondan korkuyor!
Cennet bahçelerinin kendisine gülümsediği
Bir mecliste dişleri, ışıl ışıl parıldıyor...
Mumların öyle gözleri var ki, şafağın yıldızları,
Her bakışında onlardan dert yanıyor...
Üzerine yaprak bulunmayan dal gibi salınan
İnce bellilerden ışıklar saçılmaktadır.
Şaşıyorum doğrusu, yaşaması için boynunun vurulması
Gerektiği hâlde o, sakin bir şekilde ağlıyor...[201]

H. 484 (1092/93) Yılı Olayları

Bu yılın ilk olayı Sultan Melikşah'ın Bağdad’taki faaliyetleri hakkında olup bu hususta şu bilgiler verilmektedir:

Sultan Melikşah, Muharrem ayında (Şubat/ Mart 1092), "Tuğrul Bey Kenti'nde bulunan evine yakın bir şehir çarşısının yapılmasını" emretti. Sultanın bu emri üzerine tâcirler için hanlar, çarşılar, yol ve sokaklar yapıldı; sultanın eşi Hatun (Terken)da Dâru’d-darb (Darbhâne) için güvenli bir hücre yaptırdı ve "Buralarda ticarî işlemlerin ancak altınlarla yapılmasını" nida ettirdi. Sultan, H. 526 (1131/32) yılında, burada, "Bir cami yapılmasını" emretti. Bu camiin yapımı hâdim Bihrûz eliyle tamamlandı. "Bu camiin giderlerinin tespit edilip bunların gümüş parayla ödenmesini" buyurdu; buranın gözcülerinden bir kısmının bütün giderlerini bizzat kendisi üstlendi. İnşaatın gözetim ve denetim işlerine de Kadi'l-kudât Ebû Bekreş-Şâmî'yi atadı. İnşaat için gerekli olan ahşap ve keresteyi de Sâmerrâ[202] Câmii’nden getirtti; böylece bu çarşının yapımı işi süratle devam etti. Vezir Nizamülmülk Bustatü'l-cisr ve buna sınır olan hastahaneye ait vakıf topraklarını, 50 yıl süreyle kiraladı. Vezir, bütün bu yerlerin yapımı için kendini âdeta bir eve hapsetti. Bu arada Ebu'l-Hasan el-Herevî, kendisine ait olan bir hant Nizamülmülk'e armağan eti; Ebû Sa'del-Yahudîdebu hanın bakımını ve işletmesini üzerine aldı. Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim, Dârü'l-hemmam’ı ve onun devamındaki Kasru Beni'l-Me'mun'u ve Hâc Emin Hutluğ'un evini satın aldı ve bütün bu binaların hepsini onarttı. Bu onarım işlerini de Rels Ebû Tâhir İbnü'l-Esbâgî üzerine aldı[203].

Bu kayıtlardan sonra, vezir Nizamülmülk'ün Muharrem ayında (Şubat/Mart 1092) hastalandığı, sadaka vermek suretiyle kendini tedavi ettiği, bu nedenle onun yanında zayıf ve yoksul kimselerden bir halk grubunun toplandığı ve böylece hastalığının iyileştiği kaydedilmiştir[204].

Bu kayıttan sonra Sultan Melikşah hakkındaki şu bilgiler verilmektedir:
Bu yılın (H. 485) Ramazan ayında (Ekim/Kâsım 1092) beraberinde veziri Nizamülmülk olduğu hâlde. Sultan Melikşah, hiç istemeyip rıza göstermediği bir niyetle İsfahan'dan çıkıp Bağdad’a yöneldi; onun bu gelişinin, halife el - Muktedî 'nin emir ve isteklerini yerine getirmek amacıyla olduğu da söylenmiştir. Nizamülmülk, yolda, 10 Ramazan (14 Ekim 1092)'da öldürüldü. Onun ölüm haberini getiren kimse, ancak 18 Ramazan (22 Ekim 1092)'da Bağdad’a ulaştı. Öte yandan sultan, Bağdad’a yaklaşınca halife el-Muktedî, veziri Amîdüddevle Ebû Mansur'a sultanın gelişi ve Nizamülmül k'ün başına gelen şey nedeniyle hil'at verdi. Çünkü Nizamülmülk'ün kızıyla evli bulunan Amîdüddevle, makamına dönmesi için Nizamülmülk'ten yardım ve destek istemişti. Bu arada Amîdüddevle, beraberindekilerle sultanı karşılamak amacıyla 22 Ramazan Perşembe günü (26 Ekim 1092 Salı), Bağdad’tan Nehrevan'a gitti, Cuma günü ikindi vaktine değin orada kaldı ve Cumartesi günü de Dârü'l-memleke'ye gelmiş olan sultanı ziyaret etti. Bu arada (sultanın yeni veziri) Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim "Askerlerin bir kimsenin evine girip oturmalarını" yasakladı. Öte yandan Amîdüddevle ve beraberindekiler, bir araca binip Dârü'l-memleke’ye giderek halife adına sultanı Bağdad’a gelişi dolayısıyla kutladılar. Sultan da halifeye haber gönderip "Senin, benim için kesinlikle Bağdad’a terkedip istediğin bir yere gitmen gerekir" dedi. Halife, bu haberden dolayı son derecede üzülüp rahatsız oldu ve daha sonra da "Bana bir ay mehil ver" diye sultana haber gönderdi; sultan ise buna cevap olarak halifeye "Bir saat bile gecikmen mümkün değildir" haberini gönderdi. Bunun üzerine halife, sultanın veziri Ebu'l-Ganâim'e "Sultandan bizim on gün sonra Bağdad’tan gitmemizi iste" dedi. Vezir de hemen sultana gelip "Halk tabakasından her hangi birisi bile oturduğu evden çıkması için zorlanır, o da buradan çıkmak isterse o adam, nasıl aile ve yakınlarını hemen evden naklebedilir? Bu takdirde böyle bir kimseye bile on gün mehil verilir" dedi. Sultan da vezirine "Bu dediğin geçerli ve doğrudur" cevabını verdi. Ramazan Bayramı gelince sultan, el-Musalla'l-atik'de Bayram namazını kıldı. Daha sonra da ava çıkıp avlandı. Fakat bu arada hummaya yakalanıp ateşi yükseldi. Esasında sultan, vezaret işlerini yürütmesi için Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim'i görevlendirmiş, bu nedenle ona vezir unvanı verilmiş, ayrıca, "4 Şevval Pazartesi günü (9 Eylül 1092 Perşembe) vezirlik hil'ati giydirilmesi" kararlaştırılmıştı. Fakat yürürlükte olan bu töreye engel olundu[205]. Bu arada Halifelik veziri AmîdüddevIe, bir grup Halifelik ileri gelenleriyle sultana gitti ise de sultana ulaşamadılar. Bu arada halifelik ileri gelenleri, mallarını halifenin Harimi'ne naklettiler. Bu sırada Sultan Melikşah vefat etti. Sultanın eşi (emir Yakutî 'nin kızı) Zübeyde Hatun[206], sultanın ölümünden sonra, Selçuklu askerlerini en iyi bir şekilde kontrol ve denetimi altına aldı. Bu Sultanın ölümü sebebiyle eller yanaklara vurulmadı ve elbiseler yırtılmadı. Zübeyde Hatun, sultanın mührünü Musul Selçuklu valisi emir Kıvamüddevle eliyle İsfahan kalesine gönderip "kalenin teslim edilmesini" emretti. Daha sonra da emir Kumac’ı İsfahan'a gönderdi; Böylece bu iki emîr, kalenin yönetim işlerine el koydular. Bu suretle her şey, istenilen şekilde yoluna konmuş oldu; ayrıca Sultan Melikşah'ın bu kalede topladığı para ve eşya gerekli giderler için harcandı. Ordu mensupları da memnun edildi. Harcanan para bir milyon altından fazla idi. Bu arada ZübeydeHatun, o sırada 5 yıl, 10 aylık olan oğlu Mahmud'un Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarılması hususunda halifeyle anlaştı. Halife, onun adını cami minberlerinde sultan olarak okuttu; veziriliğe de Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim getirildi. Halifelik veziri Amîdüddevle, ona halifeden hilaller getirdi. Sultan Mahmud'a da halifenin hil'atlerini takdim etti. Bu arada Amîdüddevle, Zübeyde Hatun'a gidip eşinin ölümü dolayısıyla tâziyette bulundu. Ayrıca oğlunun sultanlığı vesilesiyle halife adına onu kutladı. 26 Şevval Salı günü (29 Kasım 1092 Pazartesi), Selçuklu askerleri, Zübeyde Hatun, Selçuklu saltanatı kendisine verilmiş olan oğlu Mahmud ve veziri, Bağdad’tan ayrılıp İsfahan'a gittiler. Bu sıralarda Sultan Mahmud adına Mekke ve Medine'de de hutbe okutuldu. Çok geçmeden Zübeyde Hatun, halifeye haber gönderip ondan "Oğlu adına, onun sultan olduğuna dair bir ahidnâme yazılıp gönderilmesini" istedi. Bu hususta, yani bir ahidnâme yazılmasının uygun görülmesine değin müzakereler cereyan etti. Sonunda söz konusu ahidnâme yazılıp İsfahan'a gönderildi. Bu arada halife tarafından emîr Ener (Öner)'e Selçuklu ordusunun yönetilmesi; Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim'e de "Amillerin (Vergi memurları) düzene sokulması ve paraların tahsil edilmesi" hususlarında birer ahidnâme yazıldığı, Hatun'a bildirildi. Bunun üzerine Hatun, bu ahidnâmeleri kabul etmeyip "Bütün bu hususların ancak oğluna bağlanmasını" halifeye bildirdi. Fakat halife, Hatun'un bu isteğini kabul etmeyip ona: "Senin bu isteğin şeriatça câiz olmadığı gibi, fakihler de bu hususta fetva vermezler." cevabını gönderdi. Bu arada Ebû Hâmidel-Gazzâlî, kendini bu hususta soyutlamak amacıyla "Hatun'un isteği, câiz olmayıp halifenin söylediği câizdir" dedi. el-Muşattab (الشطب) b. Muhammed el - Hanefî [207] ise "Hatun'un bu hususta söylediği câizdir" dedi ise de el- ¬Gazzâ1î 'nin söylediği kabul gördü[208].

Bu ilginç kayıtlardan sonra eserde, şu bilgiler yer almıştır:

1 - Sultanın ölümünden sonra bu yılın Zülkade ayında (Aralık/Ocak 1092/93), Arap Hafâceoğulları kabilesi, Hâc'la yağma eylemlerine başladılar; onlar, askerlerin Küfe'den çıkışları sırasında onlara saldırıda bulunduktan başka Selçuklu Hac emiri İbn Hutluğ et-Tavîl'e saldırdılar; askerlerin büyük bir bölümünü öldürdüler, kurtulanlar ise Küfe'ye çekildiler. Bunun üzerine Hafâceoğulları, bu kez Küfe'ye girip yağma ve kıyımlarda bulundular; bu arada halktan birisi, onlara bir ok atması üzerine onlar, kadın ve erkeklere çok çirkin hareketler yaptılar. Onların bu hareketelri üzerine Bağdad’ın askerî birlikler gönderildi. Hafâceoğulları. Kûfe'den çekilip uzaklaşmak zorunda kaldılar. Onlar çekilirken beraberlerindeki mallar yağma edildikten başka pek çoğu da öldürüldü[209].

2 - Nizamülmül k'ün ölümünden sonra ona tâbi memlükler, Sultan MeIikşah'ın büyük oğlu Berkyaruk'a katılıp Rey kentinde, sultan olarak onun adına hutbe okuttular. Bu arada, Selçuklu askerlerinin büyük bir bölümü de -Hasekiler (Hassa kuvvetleri)[210] dışında- Berkyaruk'a katıldı. Çünkü Hasekiler. Hatun (Terken)'a katılmışlardı; Hatun, onlara 3 milyon altın dağıtıp onları Berkyaruk'a karşı savaşa gönderdi. Bu askerlerin yöneticisi ve komutanı, Tâcülmülk Ebu'l-Ganâim idi. Böylece her iki taraf, Berûcird[211] yakınlarında savaşa tutuştular. Hasekilerin büyük bir bölümü Berkyaruk tarafına katıldı. Bu nedenle Tâcϋlmülk. bozguna uğradıktan başka tutsak alınıp öldürüldü[212].

Bu kayıtlardan sonra Nizamülmülk'ün hâltercümesi anlatılmaktadır:

el-Hasen b. Ali b. İshak b. el-Abbas Ebû Ali et-Tûsî, lâkabı Nizamülmülk. Sultan Alp Arslan ve oğlu Sultan Melikşah 'ın 29 yıllık veziri.

Tûs kentinde doğan Nizamülmülk, Beyhak yöresindeki çiftlik sahiplerinden ileri gelen bir çiftçinin çocuklarından idi. O, yüksek himmet sahibi bir insan olmasına rağmen, fıkıh ve hadisle meşgul olan fakir bir kimse idi. Bir süre sonra Nizamülmülk, Belh mutemedi (Vali) bulunan Ebû Alib. Şâdan 'ın hizmetine girdi. Onun adına yazı ve mektuplar yazardı. Ebû Ali. her yıl, onu sıkıştırıp zorla ondan para alırdı. Bu nedenle Nizamülmül k, ondan kaçıp Alp Arslan 'ın babası Davud (Çağrı) b. Mikâîl'e giderek "Kendisine hizmette bulunmayı çok istediğini" bildirdi. Bunun üzerine Davud onun elini tutup oğlu Alp Arslan'ı ona teslim etti ve oğluna: "Bu, Tuşlu Hasan 'dır, onu teslim al ve onu hiç muhalefet etmeden baba olarak kabul et!" dedi. Söylendiğine göre, belki Nizamülmül k, İbn Şâdan ölünceye değin ona hizmette bulunmuş, İbn Şâdan ise Nizamülmülk'e "AIpArslan'a hizmet etmesi için" vasiyet etmiş.

Selçuklu hükümdarlığı Alp Arslan'a geçince Nizamülmülk de ülkeyi sultan adına yönetmeye başladı. Çok olumlu önlemler aldı. O, sultanın hizmetinde on yıl görev yaptı. Sultanın ölümü üzerine çocukları arasında, saltanat mücadelesi ve dolayısıyla düşmanlık ortaya çıktı. İşte bu sırada Nizamülmülk, durumu ve dolayısıyla sultanlık yönetimini düzeltmek için bir takım önlemler aldı. Sonunda ülke yönetiminin Melikşah 'a verilmesini gerçekleştirdi. Böylece bütün ülke ve devlet işleri, kendi üzerinde kalmış oldu. Bu durumda Melikşah için tahtta oturma ve avlanma dışında hiçbir şey kalmadı; bu durum 20 yıl sürüp gitti. Nizamülmülk, Bağdad’a halife el - Muktedî 'ye gidince ona "Halifenin önünde oturma" izni verildi ve kendisine "Ey Hasan Emîrû'l-Mü'minin ve din ehli senden razıdır, Allah da senden râzı olsun" denildi.

Nizamülmülk'ün düzenlediği meclis, fakihler, imamlar ve din adamları ile dolar taşardı. O derecede ki onlar, onu, devlet işleriyle uğraşmaktan alıkoyarlardı; bu nedenle onun kâtiplerinden birisi, ona "Bunlar, bilgin tâifesidirler ve senin meclisinde gittikçe çoğalıyor, böylece de senin, halkın işleriyle uğraşmana gece, gündüz engel oluyorlar. Eğer isterseniz o bilginlerden birisi, ancak senin izninle meclisine gelip seni her bakımdan sıkıntıya sokmamak şartıyla oturabilirler" dedi. Bunun üzerine Nizamülmülk, ona "Bu bilgin tâifesi, İslâmî destekleyen kimselerdir; onlar, dünya ve âhıretin iyi ve seçkin kimseleridirler. Eğer sen, benim meclisime gelip oturursan, onlardan, seni küçük görmek için bana hiçbir davranış gelmez. Beni, bu hususta rahatsız ve huzursuz etmezler" dedi. Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî ve Ebu'l-Meâlî el-Cüveynî, Nizamülmülk'e geldikleri zaman onları arkalarını rahatça dayayabilecekleri bir yere oturttu, kendisi de âdeti olduğu üzere, her zamanki yerine oturdu. Fakat Ebû Ali el-Fâremedî, kendisine gelince derhal ayağa kalkıp onu, kendi yerine oturttu, kendisi de onun önüne oturdu. Cüveynî 'nin buna canı sıkıldı ve bu hususu, Nizamülmülk'ün Hâcib’ine söyledi. O da bunu Nizamülmülk'e arzetti. Bunun üzerine Nizamülmülk, "Cüveynî ve Kuşeyrî ve onun gibiler, bana 'sen, sen' derler ve bende olmayan özelliklerle beni yükseltirler ve sözlerini daha da ileri götürerek beni kibirlendirirler; fakat Fâremedî, benim ayıplarımı, yaptığım zulüm ve haksızlıkları dile getirip bana söyler ve benim sahip olduğum hasletleri söylemek istemez. Mutasavvıflar, ona para verirler, ben de benden birkaç kez para isteyen birisine, 80 bin altın verdim" dedi[213].

Ali b. Ubeydullah, Ebû Muhammed et-Temîmî 'den naklen bize (İbnü’l - Cevzî), şunları söyledi: "Ben, Nizamülmülk'e sûfîleri yüceltip hürmet etmesinin nedenini sordum. Bana dedi ki; "Ben emirlerden birinin (İbnYâhur) hizmetindeyken bir sûfî bana vaaz ve nasihatta bulunup dedi ki 'Hizmetinin sana yararlı olacağı bir kimseye hizmet et! Yarın, köpeklerin yiyecekleri kimseyle meşgul olma!' Ben, onun bu sözünün anlamını anlamadım. Emîrin yırtıcı ve parçalayıcı gücü olan köpekleri vardı. İşte bu köpekler, gece, zavallı ve garip kimseleri parçalarlardı. Bir gün, bu emir, iyice sarhoş olunca yalnız başına evinden çıktı, köpekleri, kendisini tanıyamadıkları için onu parçaladılar. İşte o sûfînin dedikleri böylece ortaya çıkıp anlaşıldı. Ben de bu sûfî gibilerden olmak istiyorum"[214].

Nizamülmülk'ün sayılamayacak kadar ikram ve ihsanları vardı. O, ne zaman ezanı işitse içinde bulunduğu hâli bırakır, namaz vakitlerini dikkatle gözetir, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutar ve sadaka vermeyi çoğaltırdı. Onun bilginlere karşı hoş görüşü, ciddîliği, bilime karşı saygısı, medrese, mescit, kervansarayların inşasına ve vakıflara karşı ilgisi vardı. Bağdad’ali Nizamiyye Medresesi ve onun üzerine konmuş olan çatısı, onun çok güzel ve ilginç eseridir. Bu medresenin kitabesinde, burasının esastan ve temelden Şâfiî eshabına vakfedilmesini, şart koşmuştu; aynı şekilde bütün vakıf mülklerinin de esastan ve temelden Şâfiî eshabına ait olduğunu, şart koşmuştur. Bunlardan başka içinde vaaz veren vâizler ve kitap mütevellisinin bulunduğu medreselere de aynı şartları koşturmuştur; yine buralarda Kur’an okuyan ve Arapça ders veren dil bilginlerine, vakfın her hissesinden para verilmesini şart koşmuştur. Nizamülmülk, her yıl Bağdad’ta, (kılınan) namaz ve yapılan dualar için 200 kür (6 eşek yükü) mal vel8 bin altın sadaka verirdi[215].

Nizamülmülk'ün vezirliği uzayınca onun devlet yönetimi için koyduğu kurallar, sonra da devam etti. O, (Selçuklu ordusunun) Ceyhun ırmağından geçişinden sonra gemicilerin ücretleri olan 10 bin altının ödenmesini Antakya âmiline (mâliye memuru) havale etti[216]. Binlerce Türk gulamına sahip olan Nizamülmülk, Merv, Nişabur, Rey, İsfahan ve Bağdad’ta hadis rivayetlerinde bulundu. Mehdi Camii’nde ve kendi medresesi olan Nizamiyye Medresesinde hadis yazdırdı. O, bu hususta şöyle diyordu: "Ben, kesinlikle biliyorum ki, ben hadîs rivayetine ehil değilim; fakat kendimi. Tanrı elçisinin - Tanrı’nın salât ve selâmı üzerine olsun- hadîsini nakilde bir damlaya bağlamak istiyorum".

Bizim şeyhlerimizden bir grup, Nizamülmülk'ten hadis nakledip söylemiştir. Bunlardan birisi Ebu'1-fazl el-Urmevî, sonuncusu ise Ebu'l-Kâsım el - Ukberî 'dir. Nizamülmülk, "Benim için bir köy ve bir mescit olsun, ben, burada Tanrı'ma itaat ederek yalnız kalayım" derdi. Bu sözlerden sonra da "Yeyip içip kamımı doyuracağım bir toprak parçasına sahip olmayı ve bir dağdaki bir mescitte yalnız kalıp yaşamayı temenni ediyorum" dedi. Daha sonra da "Şimdi ise her gün bir çörek yeyip bir mescitte Tanrı yoluna kendimi adamak istiyorum" dedi[217].

Nizamülmülk, bana (Ebû Muhammed et-Temîmî), şunları söyledi: "Rüyamda şeytanı gördüm, ona dedim ki 'Tanrı, seni yarattı, sonra da sana kendisine secde etmeni emretti, fakat sen, bunu yapmadın. Ama Tanrı, ben Hasan 'a kendisine secde etmemi emretti, ben de bu emir üzerine her gün Tanrı'ya secdeler ediyorum'" dedi ve

Tanrı'ya kavuşmaya ehil olmayan kimsenin bütün ihsanları, günahtır.

Şiîrini okudu[218].

Nizamülmülk'ün çocukları vardı. Bunlardan beş tanesi, sultanlara vezir oldular. Bunlardan Ahmed, Sultan Muhammed (Tapar) b. Melikşah'ın ve halife el - Müsterşid’in veziri oldu.

Nizamülmülk, (H. 485 = 1092) Ramazan başlarında Perşembe günü (Ekim başlan), Irak'a gitmek üzere. Sultan MeIikşah'la birlikte İsfahan'dan hareket ettiler; bu, Nizamülmülk'ün çıktığı son yolculuğu idi. O, iftar açtıktan sonra (Bir deve üzerindeki) mahfesine binip hareket etti. O, bir süre sonra Nihavende yakın bir köye erişince "Bu yer, Hz. Ömer döneminde sahabeden bir grubun öldürüldüğü yerdir" dedi. Bu vesileyle onlar, anılıp takdis edildi. İşte o gece, Nizamülmülk de öldürüldü. Beraberinde bir dilekçe olan sûfî kılığındaki bir genç, Nizamülmülk'e kendini takdim etmek istedi. Bunun üzerine o, Nizamülmül k'ün yanına çağırıldı. Elindeki kâğıdı vezire uzatıp vermek istedi; vezir o kâğıdı almak için elini uzattığı sırada genç, bıçağını vezirin kalbine sapladı ve bir kez daha saplayınca vezir öldü. Bu sırada katil genç, oradan kaçarken ayağı çadırın ipine takılıp yere düşünce orada bulunanlar tarafından derhal öldürüldü. Bunu haber alan Sultan Melikşah, hemen atına binip ordugâha giderek ordu mensuplarını teskin etti. Bu öldürme olayı, 10 Ramazan Cumartesi gecesi (14 Ekim 1092 Perşem-be) vukubuldu. Nizamülmül k'ün ömrü, 76 yıl, 10 ay ve l9 gün idi. Sultan Melikşah’ın, onun ömrünün böyle uzun olmasından hoşlanmadığı ve onun düşmanlarının, devlete ait mal ve paralardan bir çoğunu almış olduğunu sultana bildirdikleri, halk arasında yayılmıştı. Nizamülmül k'ün oğlu Osman (Şemsü’l - mülk) Merv kenti Relsi (Valisi) olmuştu. Fakat bir süre sonra Sultan Melikşah, değerli bir memlükünü (Berdi ya da Kodan)şıhne olarak Merv'e gönderdi. Bunun üzerine sultana ve memlüküne karşı âdeta düşmanca bir tutum alan Osman, memlükü yakalattı ise de onu sonradan serbest bıraktı. O da sığınmak ve Osman'a karşı yardım istemek amacıyla sultanın yanına gitti. Bunun üzerine sultan, devletin ileri gelenlerini (erkânı) çağırıp onlara "Hâce Hasan 'a gidin ve benim adıma ona 'Sen, hükümdarlıkta benim ortağım mısın? Bu durum için bir karar gerekir. Yok eğer sen, bana tâbi isen haddinin gereğini yapman gerekir! Senin çocukların olanlar, ülkenin büyük bir bölümünün yönetimini ele geçirmişlerdir. Hattâ onlar, bana olan hürmet ve saygıdan ayrılmama hususunda ikna olunamadılar'" dedi. Devlet erkânı, sultanın bu sözlerini Nizamülmülk'e ulaştırdıkları zaman o, onlara dedi ki: "Sultana söyleyin; O, devletin yönetiminde kendisinin ortağı olduğumu biliyor mu? O, benim, devlet yönetimindeki önlemlerim sayesinde bu makama geldiğini ve babasının öldürüldüğü zaman her kesin kendi aleyhine birleştiğini bilmiyor mu? O, orduyla Amuderya ırmağını geçip memleketler fethettiği zaman Selçuklu ülkesi, yükselmek amacıyla revaçta olanlarla korkudan ürkek duruma gelenler arasında, ancak benim aldığım yerinde ve iyi önlemler sayesinde bu duruma geldi. İşte bundan sonra ona söyleyip bildiriniz ki hükümdarlık tâcının devamı, ancak vezirlik divitinin (Hokka) benim elinde olmasına bağlıdır. Bu divit, kapatıldığı takdirde o tâç da yok olur". Vezirin bu sözleri sultana anlatılınca sultan da vezir için önlemler almayı sürdürdü. Söylendiğine göre, vezirin öldürülmesi, sultanın onayı veTâcülmülk Ebu'l-Ganâim'in girişimleri sonucunda olmuş. Nizamülmül k'ün öldürülmesiyle sultanın ölümü arasından 35 gün geçmiştir. Bu da bir ibret olmuştur. Halk ise aralarında sultanın, vezirin öldürülmesine rıza gösterdiğini, çünkü sultanın buna azmetmesi, halife el - Muktedî 'nin zihnini karıştırıp çelmeye çalıştığını, konuşup durmuşlardır; bütün bunları da Tâcülmülk ve sultanın eşi, birlikte yapmışlardır. Çünkü Hatun, Melikşah ' tan, "oğlu Mahmud'u kendisinden sonra sultanlığa getirilmesini vasiyet etmesini" istemiş, fakat Nizamülmülk, bu hususta sultanın fikrini engellemişti. İşte bu nedenle onlar, sultandan, isteklerini engellemesi dolayısıyla Nizamülmülk'ten endişelenip çekinmeye başlamışlardı. Öte yandan Nizamülmül k'ün ölüm haberini getiren kimse, 18 Ramazan Pazar günü (22 Ekim 1092 Cuma), Bağdad’a gelince Amîdüddevle, Divan’da üç gün süreyle bir taziye düzenledi, çeşitli sınıflandan insanlar gelip taziyette bulundu; bu arada Çarşamba günü, halifeden de bir tevki çıktı.

İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Vefâ b. Ukayl'in kendi el yazısından ve ifadesinden (Belki eserinden) Nizamülmülk hakkında şunları nakletmiştir:

Ömrümüzün ilk döneminde, kendileriyle birlikte olmamız dolayısıyla hayattan zevk aldığımız bilginler, zâhidler ve daha başka alanlarda ileri gelen kimseler gördük. Fakat Nizamülmül k'ün cömertliği, ulu ve onurlu kişiliği, edebî bilgisi ve dini yüceltip yaşatması, akıllara durgunluk vermiştir. O, medreseler yaptırmış ve bunlar için vakıflar kurmuş, bilimi ve bilim sahiplerini yüceltmiş, Mescid-i Haram'ı ve Mescid-i Nebevi’yi imar etmiş, ayrıca bir de kitaplık kurmuş, buraya kitaplar satın almıştır. Bilimin çarşısı, onun döneminde canlı kalmış ve bilginler, baş köşelerde oturtulmuştur. O, feleği himayesi altına alan bir adamdı, çünkü o, insanları memnun edecek derecede lütuf ve ihsan sahibiydi. Rızk elde edemedikleri için durumları bozulan, bu nedenle feleği kötüleyen insanlar, onun ihsanlarına nail olunca bu kötülemeden vazgeçtiler. Ebu'l-Vefâ sözüne devamla: "Felek, onun himayesi altındaydı" sözlerinin bazı vezir ve ileri gelen kimselerin kulağına gidince onlar, bu sözleri hemen bir yere yazdılar; bu sözleri, akıllı kimseler de beğendiler. Bir kez ben, Nizamülmülk'ü vasıflamak için şunları söyledim: Kendisinden sonra insanlar, âdeta ölmüş bir duruma geldi, bilim sahipleri ve yoksullar, rızkları kesildiği için hayatlarını yitirdiler. Fakat makam sahipleri ve zenginler ise servetleri sayesinde yoksullardan ayrı bir dünyada yaşıyorlardı sanki. Fakat ihtiyaçlar ortaya çıkıp alışmış oldukları hayat tarzından geri kalınca sıkıntıya katlanamama gibi kusurları ortaya çıktı. Bunların bazıları servetlerini başkasından esirgedikleri için yaşarken ölü gibidir, bazıları da kötülenip kınandıkları için yine yaşarken ölü gibidir. Fakat Nizamülmülk, insanların kendi dönemini övmeleri sayesinde ölümünden sonra dahi yaşamaktadır. Kendisine şehitlik nasip oldu. O bilim ehlini dünyada nasıl himaye edip gözettiyse Tanrı da öbür âlemde onu koruyup gözetsin. O, Tanrı'nm Müslümanlara olan bir nimetiydi, fakat değerini bilmeyip onu harcadılar. Şiblüddevle adıyla tanınan Mukatilb. Atiyye, Nizamülmülk'e ağıt yakarken şu Şiîri söylemişti:

Vezir Nizamülmülk, Tanr ı'nın şan ve şereften çıkarıp işlediği nâdir bir inci idi. Zaman, onun değerini bilmedi.
Tanrı da onu sedefinin içine geri koydu"
[219].

Vezir Nizamülmülk'ün hayatı hakkında verilen bilgilerden sonra bu kez, Sultan MeIikşah'ın hayatı hakkında, daha önce verilen bilgilerin de yer aldığı şu bilgilere yer verilmektedir:

Melikşah, künyesi, Ebu'l-feth, b. Ebû Şucâ Muhammed Alp Arslan b. Dâvud (Çağrı Bey) b. Mîkâîl b. Selçuk, lâkabı, Celâlüddevle.

Melikşah, taş köprüleri onarttı, vasıtalı vergilerle gümrük vergilerinin miktarlarını indirdi, harap olan ırmak yataklarını temizletip derinleştirdi. O, Sultan Camii adıyla bilinen camii inşa ettirdi. Söylendiğine göre o, Bağdad’taki bu camiin binasını genişlettirmiş. Bundan başka o, Ebû Hanife Medrese ve Çarşısı'nı da yaptırdı. Sultan, avladığı hayvanların boynuzlarından Küfe'nin dışında minare (Minaretü'l-kurûn) yaptırdı, bunun aynısını Mâverâünnehr'de de yaptırdı. Söylendiğine göre, bu hayvanları (sultan) bizzat kendisi avlamış, bunların sayısı ise l0 bin imiş. Bütün bunlardan başka fakirlere l0 bin altın sadaka veren sultan "Ben. her şeyden beri olan Tanrı'dan korkarım" demişti. Türk ülkelerinin en uzak yerinden Femen'in en uzak yerine kadar olan memleketlerde onun adına hutbe okutuldu. Hükümdarlar, ona mektuplar yazıp onunla ilişkiler kurdular. Bu hususta veziri Nizamülmülk. şunları söylemiştir: "Sultan, öldüğü zaman Rum (Bizans). Lân[220], Hazar. Suriye, Yemen, Fars ve diğer memleket hükümdarları, taziye için elçiler gönderdiler. Eğer bu sultan, yılda 20 milyon altından daha çok vergi aldırsaydı kendi döneminde bütün yollar güvencede olurdu. Onun hayır yapmaktaki niyeti, daima iyi olmuştur. O. kadınlara ve güçsüzlere yardımda bulunur, onlara arka çıkar, lütuf ve ihsanları sürüp giderdi". Sultanın bu husustaki iyiliklerinden birisi de şudur: Tâcirlerden birisi dedi ki "Ben, bir gün sultanın ordugâhında idim. Sultan, bir gün ava çıkmak için atına bindi, yolda giderken ağlayan bir köylüye rastladı ve ona 'Ne oldu sana?' dedi, o da sultana: 'Ey haylbaşı (Süvari Komutanı)[221], benim yanımda bir yük karpuzum vardı, ben. bunları satacaktım. Fakat bana rastlayan üç asker (gılman), bunları benden aldılar' dedi. Bunun üzerine sultan ona 'Ordugâha git, orada bir kırmızı kubbe var, orada otur ve günün sonuna değin oradan kalkma, ben, geri dönüp seni zengin yapacak kadar sana ihsanda bulunacağım' dedi. Bir süre sonra sultan, avdan dönünce Şarabî (Şarabdâr)'ye[222] dedi ki 'Ben, karpuz istemiştim, bu nedenle askerleri ve otağlarım kontrol et!’ dedi. Bunun üzerine Şarabî, derhal sultanın dediğini yaptı ve ona karpuz getirdi; sultan, hemen ona 'Bu karpuzu kimin yanında buldun?' diye sorunca o da 'Falan Hâcib'in otağında’ dedi. Sultan da ‘O Hâcib'î getirin' dedi ve hemen Hâcib getirildi. Sultan, ona 'Bu karpuz sana nereden geldi?' diye sorunca Hâcib 'Bunu, bana memlükler (askerler) getirdi’ dedi. Bunun üzerine sultan, 'Onları bu saatte hemen istiyorum' deyince yapılan kötülüğü hisseden Hâcib, bunu memlüklere bildirdi. Bunun üzerine öldürüleceklerini anlayan memlükler oradan kaçtılar. Hâcib de geri dönüp sultana 'Onlar, sizin kendilerini istediğinizi anladıkları için kaçmışlar' dedi. Bunun üzerine sultanın Ό köylüyü bana getirin' demesi üzerine köylü derhal getirildi; sultan, ona 'Senin karpuzlarım (Hâcib'i gösterip) bu adam mı aldı?' diye sorunca köylü de 'Evet' deyince sultan, ona 'Bu Hâcib, babamın ve benim memlükümdür, onu sana ihsan edip teslim ediyorum. Fakat bu Hâcib, sana ait olan karpuzları alanları buraya getirmedi. Tanrı'ya ant olsun ki, sen, onu terk edip bırakırsan senin boynunu kesinlikle vurdururum' dedi. Bu nedenle köylü, Hâcib'in elini tutup dışarı çıkarttı; daha sonra da Hâcib, köylüden canını 300 altına satın aldı. Bundan sonra köylü, dönüp sultana gelerek ona 'Ey sultan! Bana armağan ettiğin memlükün Hâcib, kendini 300 altına benden satın aldı' dedi. Bunun üzerine sultan, ona, 'Sen, buna razı mısın' deyince o da 'Evet' dedi, sultan da ona Ό parayı al ve memnun olarak buradan git'" dedi[223].

Sultanın iyi ve güzel davranışlarından biri de şöyledir:

Sultan, dar ve sarp bir yolda, bir tâcirle karşılaştı. Tâcirin beraberinde, üstünde mal yüklü katırlar vardı. Sultanın yanında bulunanlar, katırları at üstündeki tâcirin tarafına çekmeye başlayınca sultan, "Öyle yapmayın, biz atların üzerindeyiz, böylece yukarıya doğru çıkabiliriz. Bu katırların üzerinde ağır yükler vardır, bu nedenle onların yukarı tepeye çıkarılmaları tehlikeli olur" dedi. Böylece sultan, tâcirin yükleriyle oradan geçip gidinceye dek düz yola çıktı, daha sonra da geri döndü. Sultan, daha sonra yaya yürümekte olan bir kadına rastladı ve ona "Böyle nereye gidiyorsun?" diye sorunca kadın da "Hacca" diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, ona, "Nasıl olur da buna gücün, kuvvetin yeter?" diye sorunca kadın, "Böyle yaya olarak Bağdad’a gideceğim, orada sevap kazanmak için beni Hacc'a taşıyacak olan birisine yamanacağım" dedi. Bunun üzerine sultan, çantasında bulunan altınları çıkarıp kadının üzerindeki şala attı ve "Bunlarla kendine bir binek hayvan satın al, geri kalanım da diğer masraflarına harca" dedi.

Sutan Melikşah. kardeşi Tekiş'le savaşmak için harekete geçtiği sıralarda Tus kentindeki Ali b. Musa er-Rıza 'nın Meşhedi'ne uğradı. Beraberindeki veziri Nizamülmülk'le birlikte, ziyaret için, Meşhed (türbe)'e girdi. Ziyaretten sonra sultan, vezirine "Ey Hasan, sen ne için, dua ettin?" diye sorunca vezir, "Tanrı seni kardeşine karşı başarılı kılsın diye duada bulundum" deyince sultan, ona "Ben Tanrı'dan bunu istemedim; ancak Tanrım, eğer kardeşim Müslümanlar için benden daha iyi hizmette bulunuyorsa onu, bana başarılı kıl, yok eğer ben ondan daha iyi hizmet ediyorsam o takdirde beni, ona karşı başarılı kıl' şeklinde dua ettim" dedi[224].

Sultanın iyi hâllerinden başka biri de şöyledir:

Bir Türkmen, beraberinde bir başka Türkmenle birlikte sultana gelip "Bu adamın kızımla yattığım gördüm. Onu öldürmem için bana izin vermenizi istiyorum" deyince sultan, ona: "Onu öldürme, biz, kızını onunla evlendirir mihrini de hâzinemizden karşılarız" dedi ise de Türkmen, "Onu öldürmekten başka hiçbir şeye razı olmam" dedi. Bunun üzerine sultan "Bir kılıç getirin" dedi. Kendisine getirilen kılıcı kınından çıkaran sultan, şikâyetçi o Türkmen'e "Gel!" dedi. Buna herkes şaşırdı ve sultanın, kızın babasını öldüreceğini sandılar. Türkmen, kendisine yaklaşınca sultan, kılıcı ona verdi ve sultan kınını kendi elinde tuttuğu kılıcı "Kınına sokmasını" emretti, fakat Türkmen, ne kadar çok uğraştıysa da sultan, ters çevirdiği kına onun kılıcı sokmasına fırsat vermedi. Bu sırada sultan, ona "Kılıcı niçin kınına koyamıyorsun?" diye sorunca Türkmen, "Ey sultan, sen buna imkân vermiyorsun ki" diye cevap verdi. Bunun üzerine sultan, ona "İşte, senin kızın da eğer istemeseydi Türkmen o yaptığı şeyi yapamaz, böylece kızının ırzına geçemezdi. Eğer bu adamı öldürmek istiyorsan o takdirde kızını da onunla birlikte öldür" dedi. Sultanın bu sözleri üzerine Türkmen, sultana cevap vermeyip yalnızca "Sultan ne emrederse o olur" demekle yetindi. Sultan da kadın ve Türkmen'in nikâhım kıyacak kimseleri getirtip nikâhı kıydırdı. Devlet Hazinesi'nden de kadının mihrini verdirdi.

Yine sultanın ilginç ve iyi hâllerinden birisi de şöyledir:

Bir gün, sultanın katma bir vâiz çıkıp ona, şu hikâyeyi anlattı: Kisrâlardan (Eski İran hükümdarları) birisi, askerlerinden ayrı kalıp bir bostandan geçerken oradakilerden içecek su istemiş. Küçük bir kız çocuğu da ona bir kap içinde, şeker kamışı suyu ve kar getirmiş. O da bunu içip beğenmiş ve bu kız çocuğuna "Bu nasıl yapılıyor?" diye sormuş. Kız da ona "Bu bizim burada yetişen şeker kamışından yapılır; kamışı ellerimizle sıkıp işte bu suyu çıkarırız" cevabım vermiş. Bunun üzerine Kisrâ, "Ondan bana biraz daha getir" demiş, onun kim olduğunu bilmeyen kız, süratle harekete geçmiş, bu arada Kisrâ da kendi kendine bu bostanı satın almak için buranın tutarı olan parayı onlara ödemeye niyet etmiş. Çok geçmeden kız, ağlayarak geri gelince sultan neyin var senin?" diye sormuş. Kız, ona "Sultanımızın bize karşı olan niyeti değişmiş" demiş. Bunun üzerine sultan, ona "Bunu nereden anladın?" deyince kız, "Ben, bu suyu zorlamadan sıkıp çıkarıyordum, fakat şimdi ne kadar uğraştımsa da bir türlü çıkaramadım" demiş; sultan, onun doğru söylediğini anlamış bu nedenle de ona "Git ve yeniden sıkmayı dene, bu kez amacına ulaşacaksın" demiş ve kıza azmettiği şeyi yapmamaya karar vermiş; böylece kız da dilediği şeyi (Kamışı sıkmayı) başarmış ve güleç bir yüzle geri gelmiş. Vâiz, bunu anlatınca sultan, ona demiş ki "Bana böyle şeyleri anlatıyorsun da halka neden şunu anlatmıyorsun?: Kisrâ, yalnız başına bir bostandan geçerken bostan bekçisine, 'Bana bir salkım koruk ver, çünkü beni hararet bastı, bu nedenle çok susadım' demiş. Bekçi de ona 'Bunu yapamam, çünkü sultan bile gelip bundan hissesine düşeni almamıştır, ben, ona asla haksızlık edemem" demiş. Aralarında vezir Nizamülmülk'ün de bulunduğu yerde hazır olanlar, sultanın o hikâyeye, söylediği bu hikâyeyle karşılık vermesi üzerine hayrete düşmüşler ve bunu, onun güçlü zekâsına bağlamışlardır. Sultan Melikşah, İsfahan'dan Antakya'ya, oradan da Bağdad’a gitmiş ve geçtiği yerlerde askerlerinden hiçbirinin halktan zorla, ya da haksız bir şey aldığı, asla rivayet edilmemiştir. O, askerleriyle Bağdad’a üç kez geldiği zaman halk, kent içinde kıtlık ve pahalılık olmasından korkup endişeye kapılmışsa da ancak durum, sandıklarının tersine çıkmıştır. Hattâ sıradan insanlar, gece, gündüz demeden onun askerlerinin arasına karışır, satıcılar da incir ve tavuk satmak için askerlerinin arasında hiç korkmadan dolaşır ve istedikleri fiyattan satış yaparlardı. Sultan, bir gün gümrük harcını kaldırmak isteyince tahsildarlardan birisi, ona "Ey sultan, bu sayede, bu yıl Devlet Hazinesi'nden 600 binden fazla altın eksiltmiş oldun" deyince sultan, ona "Para ve mal Tanrı’ya aittir, kullar, onun kullarıdır, yer yüzü de onun ülkesidir, bu nedenle bu iş, böyle olacak. Bu nedenle her kim bir daha böyle bir şey için bana gelecek olursa onun boynunu vurdururum" demiştir.

Hibetullahb. el-Mubarekes-Sakati, kaleme aldığı Tarih kitabında, şunları zikretmektedir:

Irak’ın aşağı bölgesindeki el-Haddâdiyye[225] adlı köyden Gazzâl oğulları adıyla tanınan iki kişi, Sultan Melikşah'ın yanına gelip atının üzengisine yapışarak ona şunları söylediler: "Biz Vâsıt’ın aşağı taraflarında bulunan ve Humartekin el-Halebî'ye ıkta edilmiş olan el- Haddâdiyye köyündeniz. Humartekin, bizim 1600 altınımıza el koyduğu gibi birimizin ön dişlerinden iki tanesini de kırdı, bu dişler, onun avucunun içindedir. Ey sultan, ondan bizim hakkımızı alman için sana geldik. Senin adaletin halk arasında çok yayıldı, bu nedenle biz de sana geldik. Tanrı'nın sana yapılmasını farz kıldığı gibi hakkımızı ondan alırsan ne âlâ, yok eğer bunu yapmazsan Tanrı, aramızda adaletle hüküm verecektir". Abdüssemî sözüne devamla: "Ben, sultanın atından inerek 'Her biriniz, kolumun bir yeninden tutarak beni Hasan 'in, yani Nizamülmülk'ün evini doğru çekip götürünüz' dediğine bizzat tanık oldum. Bu durum, her ikisini de ürkütmüş ve bunu yapmaya cesaret edememişlerdir. Fakat sultan, dediğini yapmaları için her ikisine ant içirince her biri sultanın yeninden tutarak Nizamülmülk'ün evinin kapısına götürdüler. Kendisine sultanın ve yanındakilerin geldiği haberini alan N izamülmülk, süratle evinden dışarı çıkıp sultanın önünde yer öptü ve 'Ey yüce sultan, neden böyle yapıyorsun?' diye sorunca sultan, şöyle demiş; 'Yarın benden Tanrı'nın huzurunda Müslümanların hakkı sorulduğunda hâlim nice olacak. Seni, benim adıma bu görevi yerine getirmen için atamıştım. Halkın başına bir zarar gelirse senin yüzünden gelir, muhatap sen olursun, bu nedenle işine iyi bak!' Bunun üzerine vezir, yer öpüp onun emrini yerine getirmek için derhal harekete geçmiş; çok geçmeden sultan geri dönünce vezir, Humartekin'in azledilmesi, ıktâının elinden alınması, el koyduğu mal ve paraların sahiplerine verilmesi ve öne sürülen deliller ispatlandığı takdirde de Humartekin'in iki dişinin sökülmesi için ferman hazırlamış, vezirin kendilerinel00 altın bağışladığı iki kişi, derhal oradan ayrılmışlar[226].

Yine Sultan Melikşah'la ilgili şöyle bir kayıt yer almıştır:

Sultan Melikşah. Rey kentinde, huzuruna güzel bir şarkıcı kadını getirtmiş ve onun söylediği şarkıyı beğenmiş. Canı onu arzulayınca kadın, ona, "Ey sultan, ben, bu güzel yüzünün cehennem ateşinde azap görmesinden çekinirim. Helâl ile haram arasında bir tek sözcük var" demiş. Bunun üzerine sultan "Doğru söyledin" diyerek kadıyı çağırmış ve kadı, kadını onunla evlendirmiştir. Bir ara Bâtıni inancı sultanın inancını bozmuşsa da sonra bunu yeniden düzeltmiştir.

Bu kayıttan sonra metinde, yine sultan Melikşah'la ilgili şu bilgiler yer almaktadır:

İbnü'l-Cevzî diyor ki, ben Ebu'l-Vefab. Ukayl'in el yazısından (Belki kendi el yazısıyla olan eserinden) şu bilgileri aktardım:

Sultan Melikşah'a yakın olan vâiz el-Cürcanî, sultanın inancının Bâtınîlikle bozulduğunu, bana gizlice söyledi. Hattâ sultan "Tanrı nedir, Tanrı diyerek ne demek istiyorsunuz?" demeye başlamıştı. Ben de onun sorduğu bu soru üzerine şaşkına döndüm ve güzel bir cevap olarak sultana şunu yazıp bildirdim: "Şunu bil ki ey hükümdar, bu avam tabakası ve câhiHer, Tanrı'yı his yoluyla ararlar; o hissi yitirirlerse onu inkâr ederler; bu da sağduyu sahipleri için uygun olmaz. Bizim, duygularımızın ulaşamadığı varlıklarımız vardır, akıl onları reddetmiyor; akıl, onları ispat ettiği için onları inkâr etmek mümkün değildir. O insanlardan birisi, sana 'Gördüklerimizin dışında hiçbir şey, mevcut değildir' derse işte o zaman Tanrı'yı inkâr etmek, emir ve nehiy'den pek hoşlanmayan câhil insanarın içine nüfuz eder. Onlara göre, bizim için gelişip büyüyen ve (ölümden sonra) geri gelmeyecek olan uzun ve derin olan (maddî) bedenlerimiz vardır. Bu bedenler, gıdaları kabul edip alır, ondan güzel işler ortaya çıkar: Meselâ tıp ve hendese gibi. Ve sonunda anladılar ki, bütün bunlar, bu bedenlerin ötesindeki bir şeyden ortaya çıkmaktadır, işte bu da ruh ve akıl'dır. Onlara, 'Bu iki şeyi (Ruh ve aklı) duygularınızla mı idrak ettiniz' diye sorduğumuz zaman onlar, 'Hayır, onları kendilerinden ortaya çıkan etkileri deliller göstererek idrak ettik' derler. Biz de dedik ki, 'Tanrı'dan rüzgârların ve yıldızların yaratılması, feleklerin yönetimi, ekin yeşertme, zamanı (devran) çekip çevirme ortaya çıktığı hâlde, onu hissetmeyi nasıl oldu da yitirdiniz? Bu bedenin nasıl bir ruhu ve aklı varsa; bu ikisi sayesinde mevcut ise, bu ikisi, hisle idrak edilemeyip aklî deliller, buna tanıklık ediyorsa, işte her şeyden berî olan Yüce Tanrı da bu yaptıklarını hisseden akıl sayesinde varlığı sâbittir. İbn Ukay1, sözüne devamla: el-Cürcânî "Bana, bunu, Sultan MeIikşah'a aktardığını (vâiz Cürcanî ), sultanın bunu beğendiğini, bundan duygulandığını, Bâtınileri lânetlediğini ve kendisine anlatılanların gerçek yüzünün ortaya çıktığım zikrettiğini anlattı". Daha sonra sultan, Bağdad’a gelerek "Halifeye Bağdad’tan uzaklaş" demiş, o da, daha önce söz konusu ettiğimiz (İbnü'l-Cevzî) bilgilere göre, halife, sultana "On gün süre ver" demiştir. Sultan ise Şevval ayının ortasındaki Cuma gecesi (19 Kâsım 1092 Cuma) ölmüştür. Sultanın ölümü hakkında üç söylenti vardır. Birincisi, bayram namazından sonra ava çıkmış, av etinden yemiş, sıtmaya tutulup terlemiş, sonra da ölmüş. İkincisi, şiddetli bir sıtmaya yakalanıp ölmüş. Üçüncüsü de Hurdik (Hizmetçi) zehirleyerek onu öldürmüş. Sultanın ömrü 37 yıl olup saltanat süresi del9 yıl ve birkaç aydır. Cenaze namazını kimsenin kılmadığı sultanın cesedi Şünîziyye'de[227] defnedilmiştir[228].

Bu çalışmamız sonunda, İbnü’l-Cevzi'nin el-Muntazam adlı eserinde yer alan Selçukluların ilk dönemleri, bağımsızlık kazanmaları, Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluş, yükselme ve azamet dönemleriyle ilgili bilgiler tespit edilip öteki ilgili belli başlı kaynak ve araştırmalarda yer alan bilgilerle karşılaştırılıp değerlendirmeleri yapılarak ortaya konmaya çalışılmıştır[229]. Böylece bu çalışmamızın da Arapça bilmeyen yetenekli Selçuklular tarihinin Türk araştırıcıları için yararlı olacağına inanıyorum.