Bilindiği gibi koruyucu hekimlik, hastalıkların ortaya çıkmasını ya da ağırlaşmasını engelleyici önlemler üzerinde çalışan hekimlik dalıdır. “Hıfzıssıhha” da denilen koruyucu hekimlik insan toplulukları kadar eskidir. İnsanlar bilgilerinin ve kültürlerinin elverdiği ölçüde sağlıklarını korumak için bazı tedbirler almışlardır. Temeli Hipokrat’ın çevresel faktörlerin hastalık oluşumunu etkilediğine ilişkin 2000 yıldan daha eski gözlemlerine dayanmaktadır.[1] Koruyucu hekimlikle ilgili gelişmeler, Mısır’da, Babil’de, eski Yunan’da, Roma’da ve Ortaçağların primitif toplumları arasında çok görülmüştür.[2] Koruyucu hekimlik İslam tarihinde de önem verilen bir konu olmuştur. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde sağlığı korumaya ve temizliğe dair metinlerin olması, koruyucu hekimliğin gelişmesine zemin hazırlamış; karantina uygulaması gibi koruyucu hekimliğin pek çok pratiğinin örnekleri verilmiştir.[3]
Koruyucu hekimliğin gelişmediği dönemlerde, büyük kitlesel ölümler yaşanmıştır. Avrupa’da 6. Yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar yaşanan 25 veba salgınında nüfusun yaklaşık yarısı kaybedilmiştir. Osmanlı Devleti’nde de çeşitli salgınlar ve kitlesel ölümler yaşanmıştır. 18. Yüzyılda olağan hastalıklar, çiçek ve vebadan yıllık ölüm oranı ortalama binde 60 kadardır. Örneğin İzmir’de 1759-1765 arasında 100 bin olan nüfusun yaklaşık yarısı kaybedilmiştir. 1813-1818 arasında veba salgını Osmanlı’nın Balkan şehirlerini kırıp geçirmiştir. Mısır’da 1835 salgınından sonra nüfusun tekrar eski haline gelmesi için 15 yıl beklemek gerekmiştir.[4] Bu kayıplar çeşitli salgınlardan dolayı II. Abdülhamid döneminde de devam edince, padişah özel tedbirler alma ihtiyacı hissetmiştir.
Biz bu çalışmamızda II. Abdülhamid döneminde koruyucu hekimlikle ilgili gelişmeleri mevcut telif eserlerin ve arşiv vesikalarının verdiği imkanlar çerçevesinde incelemek ve bu gelişmelerin tıp tarihi açısından önemini vurgulamak istiyoruz. Ayrıca konuylu ilgili daha önce yayınlanmamış olan iki belgeyi de yayınlamak istiyoruz. Bu belgeler Türk tıp tarihi açısından önemli anlamlar içermektedir. Belgelerden birisi, II. Abdülhamid’in Pasteur’e gönderdiği para yardımı ve Mecidiye Nişanı’nın iradesidir. Bu belge ile bu konuda daha önce verilen bilgiler ikmal olmuş, konunun en önemli vesikasına ulaşılmış olmaktadır. İkinci belge Sultan II. Abdülhamid’in akıl hastalarıyla ilgili yayınladığı iradesidir. Bu irade de Türk psikiyatr tarihi açısından önemlidir. Çünkü padişahın iradesi ile akıl hastalarının zincirle bağlanması yasaklanıyordu. Biz bu vesikayı yayınlamakla Türk psikiyatr tarihindeki bu önemli olayı padişah iradesi ile belgelemiş oluyoruz.
II. Abdülhamid’in Sağlık Politikası ve Koruyucu Hekimlik
II. Abdülhamid, devletin önemli vazifeleri olan eğitim, sağlık, ulaşım ve güvenlikle ilgili birçok projeler yaptırmıştır. Eğitimle ilgili ülke genelinde okullar açmış ve eğitimi yaygınlaştırmış; güvenlikle ilgili özgün politikalar geliştirerek toplulukların Osmanlı ile bağlarını güçlü tutmaya çalışmış; ulaşımla ilgili karayolları ve demiryolları yapmış; sağlık alanında ise birçok hastane yaptığı gibi yeni gelişen teknikleri ülkeye getirmede öncü olmuştur.
II. Abdülhamid, sağlık alanına özel ilgi duymuştur. Kendi sağlığına dikkat ettiği gibi halkın sağlığı ile de ilgilenmiştir.[5] Hastaneleri zaman zaman inceleterek aksaklıkları görmeye çalışırdı. 1903’te Haydarpaşa Hastanesi’nde yaptırdığı bir incelemede hastaların izdiham içinde, birbirlerine temas halinde bulunduklarını, koğuşların kalabalık olduğunu, çamaşır, aba, yatak ve yorganların eskidiğini, terliklerin olmadığını, koğuşların çerçevelerinin eskimiş ve bazı camlarının olmadığını, binaların kullanılması güç bir durumda bulunduğunu tespit ettirmişti.[6] Ayrıca dünyadaki gelişmeleri bizzat kendisi takip etmiş; dikkate değer yenilikleri Osmanlı’ya getirmek için heyetler göndermiş; doktorların tedavi yöntemlerinde bir endişe oluşursa o konunun araştırılması için her türlü desteği vermiştir.[7]
Padişahın sağlığa bu kadar önem vermesinin insani ve siyasi nedenleri vardır. İnsani boyutu binlerce insanın salgın hastalıklardan kaybedilmesi; siyasi yönü ise, dünya devletleri içerisinde Osmanlı Devleti’ni itibarlı bir hale getirilme çabasıdır. Kuşkusuz her gün salgın hastalıklardan insanların kaybedildiği bir ülkede, Sultan’ın bu duruma bigane kalması düşünülemezdi. “Tebaanın hamisi” olan Sultan’ın bu duruma bir çare bulması en azından bu yolda çabalar içine girmesi gerekirdi; nitekim öyle olmuştur. Olayın siyasi boyutu padişahın “devletçi refleksi” ile ilgiliydi. 19. Yüzyılın ikinci yarısında dünya devletleri içinde Osmanlı Devleti’nin itibarlı bir devlet olabilmesinin yolu, bu konulara verdiği önemden geçiyordu. Bi lindiği gibi, 19. Yüzyılda kongreler sembolik anlamlar içeriyordu. Medeni milletler ailesinin bir üyesi olarak görülmenin yolu, uluslararası kongrelere katılmaktan geçiyordu.[8] Afrika’daki vahşi türleri korumaktan, görme engellilerin koşullarını düzeltmelere, dünya sağlık sorunlarına değin değişen konularda yapılan kongrelere katılmak medeni büyük devlet olmanın gereklerindendi.[9] Padişah bu nedenlerden dolayı, sağlık sorunlarıyla özel olarak ilgileniyordu.
II. Abdülhamid döneminde, Osmanlı toplumu da en önemli meselelerinden birisinin sağlık olduğuna inanıyordu. Toplumun bu şuura ulaşmasında, her gün karşılaştığı ölümlerin etkisi olduğu gibi, padişahın sağlık politikasının tebaaya yansımasının da etkisi olduğu muhakkaktır. O zaman toplumun sağlık meselelerine bakışını anlamak için, Cülûs-ı Humâyunun sene-i devriyesinde devletten talep edilenler listesini görmek bizlere gerekli ipuçları vermektedir. Suriye Vilayetinden Vali Nazım’ın gönderdiği bir tezkirede vilayeti için padişahtan demiryolu, cami, mektep ve bakteriyolojihâne istiyordu.[10] Bu sembollerden hareket edersek, toplum devlete ulaşım, imar, diyanet, eğitim ve sağlıkla ilgili yatırımları önemsediğini göstermektedir. Padişahın ve toplumun sağlığa ilgisi bu dönemde birçok yeniliğin yapılmasına zemin hazırlamıştır. Bunların önemlilerinden birisi de aşılama çalışmalarıdır.[11]
Çiçek Aşısı ve “Telkihhane-i Şahane”
İnsanoğlu çeşitli hastalıklardan dolayı kitlesel ölümlere şahit olunca, tedavi etmek için çeşitli yollar aramaya başlamıştır. Bu çerçevede dünyada ilk aşılama örneklerine Çin’de rastlanmıştır. Bu uygulamalardan dolayı, Çin’de 11. Yüzyıla kadar çiçek hastalığı görülmemiştir. O dönemde aşılama çiçek hastalığından korunmak için, ciltteki iltihaplı maddenin sağlıklı kişilerin burnuna verilmesi şeklinde uygulanmıştır. Çiçek aşısının yakın dönemlerdeki denemelerinin Osmanlılar tarafından yapıldığı bilinmektedir. 1700’lerde Edirne’de yapılan uygulamalara göre, çiçek hastalarının döküntülerinden alınan maddeler çiçek çıkarmamış çocuklara uygulanmıştır. Geleneksel olarak bu işi yapan aşıcı kadınlar, ceviz kabuklarında ya da incir yapraklarında hastaların döküntülerinden alınan irini biriktirir, deriyi çizerek bu irini aşılar, sonra yara yerini gül yapraklarıyla kapatırlardı. Bu şekilde ölüm oranlarında büyük azalma sağlanmıştı.[12]
Osmanlı’daki bu uygulama, İngiliz sefirinin eşi Lady Montagu tarafından İngiltere’ye öğretilmiş ve bu yolla Avrupa’ya çiçek aşısı yayılmıştır. Lady Montagu, 1 Nisan 1717’de dostu Miss Sarah Chiswell’e gönderdiği mektupta Osmanlı Devleti’ndeki aşı uygulamasından bahsediyordu.[13] Ayrıca, 1718’de Londra’ya dönünce çiçek hastalığından ölen insanların olduğunu görerek Osmanlıların Edirne’de uyguladığı aşı sistemini öğretmiştir.[14] Çiçek aşısı ile ilgili sistematik aşılama 1798’de Edward Jenner tarafından başlatılmış, daha sonra günümüze kadar gelişerek devam etmiştir. Jenner metodu Osmanlı Devleti’nde 1801’den itibaren uygulanmaya başlanmış; 1885’te çiçek aşısı uygulaması için kanun çıkarılmıştır.[15]
Dünyadaki bu ilk aşılama örneklerinden sonra, aşılama ile ilgili gelişmelerin yaşandığı dönem 19. Yüzyılın son çeyreğine yani II. Abdülhamid dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde dünyada 1885’te Pasteur kuduz aşısını, 1892’de Haffkin kolera aşısını, 1798’de Wright lebra ve inaktif tifo aşısını, 1897’de Haffkin veba aşısını ve 1903’de Strong veba (canlı) aşısını uyguladı. Dünyada hıfzıssıhha alanında bu gelişmeler yaşanırken, sağlıkla ilgili konulara oldukça duyarlı olan Sultan II. Abdülhamid’in bu gelişmelere bigâne kalması beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu. Padişah bu gelişmelerle bizzat ilgilenerek, sağlık alanındaki keşifleri ülkesine taşımak için gayret etti. Bu gayretini hastaneler açarak, gelişmeleri öğrenmeleri için Avrupa’ya hekimler göndererek ve yeni sağlık gelişmelerini destekleyerek gösterdi.
Sultan II. Abdülhamid daha önce, korunma yolları hakkında çeşitli tecrübeler olan çiçek hastalığına karşı, ülke genelinde köklü tedbirler alınması için 1892’de Telkihhâne-i Şahane’yi kurdurdu.[16] Burada üretilen aşıların bütün vilayetlere gönderilmesiyle hastalık kontrol altına alınmaya başlandı. Sonraki yıllarda bir merkezden gönderilen aşıların yetersiz gelmesi üzerine ülke genelinde telkihhâneler kurulmaya başlandı.[17] Ancak birçok yerden telkihhâne açılması talebi gelmesi üzerine,1898’de İstanbul’daki telkihhânede aşı üretiminin artırılmasına karar verildi. Böylece her yerde telkihhâne açılmasına gerek kalmadı.[18] Ayrıca padişah salgın hastalıklar ile ilgili insan yetiştirilmesi için Telkihhâne-i Şahâne içerisinde bir çiçek aşısı dershanesi açılmasını irade etti.[19] İstanbul’da bütün öğrencilerin aşılanması zorunlu hale getirildi. Hatta 1898’de aşısı bulunmayan öğrencilerin tespit edildiği okullarda, müdürlerin cezalandırılması yoluna gidildi.[20]
Kuduz Aşısının İstanbul’da Üretilmesi: “Da’ül-kelb Tedavihanesi”
II. Abdülhamid döneminde koruyucu hekimlikle ilgili gelişmelerden birisi de kuduz aşısı ile ilgilidir. Bilindiği gibi II. Abdülhamid’in saltanatta olduğu 1885 yılında, Fransız Louis Pasteur (1822–1895) kuduz aşısını keşfetmiş ve bir çocuk üzerinde başarı ile uygulamıştı. Padişah bu uygulamayı duyunca, 1886 yılında Mekteb-i Tıbbiye hocalarından Alexander Zoeros Paşa (1842-1917), Dr. Miralay Hüseyin Remzi Bey (1839-1896) ve Veteriner Kaymakam Hüsnü Bey (ö.1904)’den oluşan bir heyeti, konuyu öğrenmeleri için Paris’e gönderdi. Padişah, bu gidenlerle Pasteur’e kuduz tedavi merkezi açması için kendi istihkakından 10.000 frank para gönderdi. Ayrıca Pasteur’ü insanlığa hizmetinden dolayı Osmanlı nişanlarından Mecidiye Nişanı ile onurlandırmayı da ihmal etmedi.[21] (EK-I)
Bu heyetin Paris’e gidişini o heyette bulunanlardan Hüseyin Remzi Bey, Kuduz İlleti ve Tedavisi adlı eserinde anlatmaktadır. Burada anlatılanlara göre: Heyettekiler 3 Haziran 1886’da Varna üzerinden Paris’e gitmek üzere yola çıkmışlar ve Varna’da trene binerek Paris’e 8 Haziran 1886’da ulaşmışlardı. Paris’e ulaştıktan sonra, Pasteur’le görüşebilmek için elçilik vasıtasıyla resmi yazı yazarak randevu istemişlerdi. Ancak bu yazının cevabının gecikmesi ve Pasteur’ün gelenlerden haberdar olması üzerine, onları davet ederek resmi yazışmaları beklemeden görüşmüşlerdi. Zoeros Paşa, Pasteur’u daha önceden tanıdığı için gayri resmi olarak görüşmek daha kolay olmuştu. Osmanlı heyeti Pasteur’ü ziyarete giderken resmi elbiselerini giymiş, Pasteur’e gereken hürmeti göstermişti. Buna mukabil Pasteur de Osmanlı heyetini iltifatlar ederek laboratuvarında kabul etmişti. Bu ilk karşılaşmada heyet adına bir konuşma yapan Zoeros Paşa, padişahın gönderdiği Mecidiye Nişanını ve para yardımını takdim etmişti. Takdim şekli Osmanlı heyetinin istediği gibi olmamıştı. Pasteur, kural gereği parayı ilgili komisyona vermeleri gerektiğini belirterek komisyonun yerini göstermiş ve bu iltifat ve yardımlardan dolayı padişaha teşekkürlerinin iletilmesini istemişti. Kendisine lütfedilen Birinci Rütbe Mecidiye Nişanı beratını da hürmetle ve teşekkürle kabul etmişti.[22]
Osmanlı heyeti padişahın gönderdiği 10.000 frankı ilgili komisyon başkanı ve Fransız Akademisi Başkanı Amiral Çörein, La Graviere bildirmiş, o da Credie Fonciere’ye teslimini istemiştir. Böylece padişahın gönderdiği meblağ ilgililere teslim edilmiştir. Amiral Çörein, para yardımını kabul ederken, “hükümdarlar arasında insanlık adına hayır müesseselerine bu kadar büyük ihsanda bulunan ancak padişahınızdır” diyerek iltifat ve teşekkürlerini ifade etmiştir.[23]
Paris’e giden heyettekiler Pasteur’ün yanında bir süre eğitim gördüler. Eğitimleri sırasında Her gün 11-13 arasında Pasteur ve muavinleri nezaretinde Paris Dar’ül-fünûn’u muallimlerinden Dr. Grancher tarafından yapılan aşıları takip ettiler. Heyettekilerden Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa’nın istememesine rağmen, Pastur’un yanından ayrılmayarak mikrobiyolojiyi iyice öğrendi. Osmanlı heyetinin Pasteur’un yanında bulunduğu sırada günde 50-80 kişi aşılanmaya geliyordu. Bütün bu işlemler bedava yapılıyordu.[24]
Osmanlı heyetindeki bilim adamları eğitimlerini aldıktan sonra yurda döndüler. Yurda döndükten sonra, sadece aşı uygulamaları ile ilgilenmediler; aynı zamanda konuyla ilgili bilimsel çalışmalara da önem verdiler. İçme sularını inceleyerek bu konuda yayınlar yaptılar.[25] Bu arada Pasteur’le iletişimi kesmediler. Karşılaştıkları sorunları Pasteur’e yazarak onun yol göstermesinden yararlanmak istediler. Bu çerçevede Pasteur’den Zoeros Paşa’ya tarihleri 20 Nisan 1887 ve 7 Ağustos 1887 olan iki mektup geldi.[26] Pasteur’ün yazdığı bu mektuplardan 20 Nisan 1887 tarihli olanı, Zoeros Paşa’nın 7 Mart 1887’de İstanbul’da yapılacak konferansın Pasteur’e tahsis edildiğini bildirmesi üzerine yazılmıştı. Bu mektupta Pasteur, kendisine ve eserlerine gösterilen alakaya teşekkür ederek, sıhhi durumunun iyi olmayışından ve yaşının 64’e gelmesinden bahsediyordu. Ayrıca tedavi ettiği 700 hastadan ikisi hariç hepsinin iyi olduğunu söylüyor ve antirabik (kuduzu iyileştiren) tedavi görenler hakkında memnuniyet verici istatistiğe temas ediyordu. Bütün bunların yanında konferansta muhaliflerinin eleştirilmesini takdirle karşılıyordu.[27] Pasteur, 7 Ağustos 1887 tarihli ikinci mektubunda, kuduz tedavisindeki gelişmelerden bahsediyor, muhaliflerinin bazı görüşlerinin nasıl çürütüldüğünü anlatıyordu. Mektubun son kısmında, her yeni vakayı karşılaştıracak serumların hazır bulundurulmasını, apselerden sakınabilmek için temizliğe çok dikkat edilmesini ve miktar vasıtasıyla tesir edebilmek için ilik zerklerinin tekrarlanmasını belirtiyordu. Ayrıca, husule gelebilecek kazalardan korkmaya gerek olmadığını, 4-5 gün gibi kısa tefrik devirli tavşanlar kullanılmaması gerektiğini tavsiye ediyordu.[28]
Heyettekiler kuduz hastalığı ve tedavisi konusunda yeterince bir birikim sağlayınca, Da’ül-kelb Tedavihanesi kurulması için harekete geçtiler. 24 Kasım 1887 (8 Rebiülevvel 1305) Mekteb-i Tıbbiye’den Dahiliye Nezaretine gönderilen bir tezkerede Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye içinde bir Da’ül-kelb Tedavihânesi kurulması için gerekli bütçe talep edildi. Böylece 1887’de kuduz hastalığını tedavi eden merkez kurulmuş oldu.[29]
Bu arada Dahiliye Vekâletinden bütün vilayetlere gönderilen bir uyarıda, kuduz olan hayvanların itlaf edilmesi ve hastaların ise Mekteb-i Tıbbiye’ye gönderilmesi gerektiği belirtildi.[30] Kuduz aşısının keşfinden sadece üç yıl sonra, İstanbul’da kuduz aşısı üretilmeye başlandı.[31] Bu merkez, Dünya’nın üçüncü, Doğu ülkelerinin ise ilk kuduz hastalığı tedavi merkezi oldu. Bu merkez çalışmalarını sonraki yıllarda da Paris’teki Pasteur Enstitüsü ile bilgi paylaşarak sürdürdü. Hatta 1905’te İstanbul Da’ül-kelb Tedavihanesi Müdürü Ziya Seyfullah Bey’e başarılı çalışmalarından dolayı Fransa Pasteur Enstitüsü tarafından nişan verildi.[32]
Bakteriyolojihâne-i Şahâne
19. yüzyıl salgın hastalıklarla mücadele edilen bir yüzyıl olmuştu. Hindistan’dan Avrupa’ya dünyanın pek çok yerinde salgın hastalıklar binlerce insanın ölümüne neden olmuştu. Aslında epidemik hastalıkların bulaşma ile geçtiği ve bunlara mikro organizmaların ya da tohumların neden olduğu bilindiği halde ölümler durdurulamıyordu. 1850’lerde hastalıklara neden olan mikroorganizmalar arasına bakteriler de eklenmişti.[33]
1892’de kolera salgını Karadeniz’in liman kentlerinden Osmanlı Devleti’ne de sirayet edince, Osmanlı toplumu kişisel ve toplumsal hijyenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırladı.[34] Hastalıklara karşı duyarlı olan II. Abdülhamid yapılabilecek her şeyi denemeye başladı.[35] Padişah, Sıhhiye Meclisi’ne ve Hıfzıssıha-i Umumi Komisoyonu’na acil önlemler alınması için emirler verdi. Alınacak tedbirler konusunda bizzat kendisi de önerilerde bulundu. 1887’de başlayan çalışmalar 1893’te sonucunu verdi. Dr. Maurice Nicolle ve Hasan Zühtü Nazif Bey tarafından Bakteriyolojihane-i Şahane kuruldu. Bu kurumda bakteriyoloji ile ilgili dersler verildi ve pratik çalışmalar yapıldı. M. Nicolle’den sonra yerine 1901’de Remlinger, 1911’de Dr. Paul le Simond ve 1914’te Dr. Refik (Güran) getirildi.[36]
II. Abdülhamid hijyeni bütün toplumda yaygınlaştırmak ve hastalıklara karşı tedbirler almak üzere Fransız Dr. Andre Chantemesse’nin önerisi üzerine 1893’te tebhirhaneler denilen dezenfeksiyon istasyonları kurdurdu.[37] Aslında tebhirhaneler “buğu” yahut da “dezenfekte” evleriydiler. “Tebhir” buhar kelimesinden geliyordu. Buhar haline getirme, tütsüleme, salgın ve bulaşıcı hastalıkların etkeni olan mikroorganizmaların bulunduğu giysi ve eşyaların basınçlı su ile yok edilmesi amacıyla etüvden geçirilmesi yani dezenfekte edilmesi demekti.[38] Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar’da kurulan Tebhirhaneler salgınların ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için hizmet ediyordu. Salgın hastalığa (kolera, tifus, dizanteri, veba, kızıl, kızamık, verem, suçiçeği v.b.) yakalanmış hastaların evlerini, eşyalarını dezenfekte ediyorlardı. Çalışma alanları çok genişti. Hastalığın görüldüğü mekanlar, hastalara ait eşyalar, gemiler, kayık veya diğer taşıma araçları, postadan gelen paketler, kısaca mikrobun ulaşabileceği her şey buralarda dezenfekte edilerek hastalığın önlenmesi amaçlanıyordu. Hastalık görülen okullar tatil edilmiş, ardından da ilaçlanmıştı.[39] Ayrıca kolera su ile ilgili olduğundan İstanbul’un içme sularının kontrol ve ıslahı, daha önemli hale geldi. Hijyen için suyun ve havanın önemi bilindiğinden, İstanbul suyunun demir boru ile taşınması çalışmaları başlatılmış;[40] binaların hijyen şartlarına uyması için kişi başına düşen hava miktarlarının hesaplanması yoluna gidilmişti.[41] Ayrıca yeni hastaneler yapılırken havası temiz olan yerler tercih edilmeye başlanmıştı.[42]
Padişah, sadece Osmanlıya özgü tedbirlerle yetinmedi; aynı zamanda başka devletlerin aldığı tedbirleri de inceledi.[43] Bu çerçevede Batıya heyetler göndererek onların uyguladığı tedavi yöntemleri hakkında bilgiler aldı. Bu sırada 1892’de Haffkine (1860-1930)’in kolera aşısına dair çalışmalar yapmış, bulduğu aşıyı kendisi üzerinde denemişti. Ayrıca Avrupa’da itibar görmeyince Hindistan’da binlerce insan üzerinde deneyerek olumlu sonuçlar almıştı.[44] II. Abdülhamid kolera hakkında yeni bilgileri öğrenmek için Avrupa’ya heyetler gönderdi.
1888’de Roux, Yersin ve Loeffler difterinin toksinini bulmuşlardı.[45] II. Abdülhamid, 1894 yılında Peşte’de yapılan ilmî bir toplantıda, difteri serumunun bulunduğunu öğrenince, Bakteriyolojihane-i Şâhâne Müdürü Dr. Nicolle’ü Paris’e gönderdi. Bu yıllarda difteriden çok sayıda insan ölüyordu.[46] Bu ölümler padişahın ailesini de vurmuştu. II. Abdülhamid, kızı Hatice Sultan’ı dört yaşında difteriden kaybetmişti. Padişah bu üzüntü üzerine Hamidiye Etfal Hastanesini yaptırdı ve difteri serumunun üretilmesi için her türlü desteği verdi. 1895’te Bakteriyolojihane-i Şahane tarafından üretilmeye başlayan difteri serumu ile koruyucu sağlık hizmetlerinde önemli bir gelişme sağlandı.[47] Böylece bulunuşundan sadece bir yıl sonra difteri serumu Osmanlı topraklarında üretilmeye başlanmış oldu.[48]
1885’te kuşpalazı hastalığına dair Avrupa’daki yeni gelişmeleri öğrenmek için Dr. Nizameddin ve Dr. Rızkullah Fransa’ya gönderildi.[49] 1894’te kuşpalazı için Dr. Roux’ın tedavi yöntemlerini kullanmak üzere bir hastane yapılmasına başlandı.[50] 1899’da Veba serumu üretimi için çalışıldı. Bu konuda Bakteriyolojihane Müdürü Nicolle bir rapor hazırladı.[51] 1900’de aşı yapan kişilerin mutlaka diploma sahibi olmaları emredildi. Diploması olmayanların aşı yapması yasaklandı.[52] Ayrıca aynı yılın sonlarında genel sağlığın korunması için vilayetlere kurulan telkihhanelerin temiz ve havası temiz yerlere yapılması, buralara tayin edilecek doktorların Telkihhane veya Bakteriyolojihanede üç ay kurs alması istendi.[53] Telkihhane-i Şahane’de eğitim almayanların aşı mustahzarlığında görev alamayacakları belirtiliyordu.[54] 1902’de Nişantaşı’ndaki Bakteriyolojihane-i Şahane’de tifo serumu üretilmeye başlandı.[55] Kızıl ve kuşpalazı hastalıkları ile ilgili de çalışmalar yapıldı. II. Abdülhamid, 1903’te Hamidiye Etfal hastanesi bakteriyoloğu Süleyman Nuri Bey’i kızıl serumunun üretilmesini öğrenmesi için Avusturya ve Almanya’daki ilgili enstitülere gönderdi. Süleyman Bey döndükten sonra, hastanede kızıl ve kuşpalazı serumları ile çiçek aşısı Darülistihzarı açtı.[56]
Akıl Hastalarının Zincirden Kurtarılması
II. Abdülhamid döneminde sağlık alanındaki önemli reformlardan birisi de akıl hastaları ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nde klasik çağda akıl hastaları musiki ile tedavi ediliyor; tedavi yöntemleri bugün bile dikkate alınması gereken özellikler taşıyordu.[57]
19. Yüzyıla gelinince her alanda olduğu gibi sağlık alanında da bir gerileme sözkonusuydu. Akıl hastalarının tedavi yöntemleri kötüleşmişti. 1840’larda İstanbul’a gelen seyyahların ifadelerine göre, Süleymaniye Bimarhanesi’nde hastalar tam bir sefalet içinde idi. Hastalar zincire vurulmuş, yâri çıplak bir halde bulunuyorlardı. Bu uygulamalar Osmanlı Devleti’nde modern psikiyatrinin öncüsü İtalyan hekim olan Luigi Mongeri’nin (1815-1882) İstanbul’a gelmesi ile değişmeye başladı. Mongeri, 1856’da Süleymaniye Bimarhanesi’ne atanınca burada yenilikler yapmaya başladı. Hastaların zincir ile bağlanması uygulamasına son verdi; ancak bu uygulama bütün Osmanlı topraklarına henüz yaygınlaşmamıştı.[58] Bu arada Süleymaniye Bimarhanesi 1873’te Toptaşı’na taşındı. Sağlık alanında başarılı çalışmalar yapan Luigi Mongeri’nin vefatından sonra, 19 sene yardımcılığını yapan Avram de Castro (1829-1918) 1882’de Toptaşı Bimarhanesi’ne baştabib oldu. Castro döneminde bimarhanenin şartları çok iyi değildi. 5-6 kişilik koğuşlara 20-25 kişi yatırılıyordu. Toptaşı Bimarhanesi, 400’ü hasta olmak üzere çalışanlarla birlikte 650 kişinin kaldığı sağlıksız bir mekan haline gelmişti.[59] Şartları iyi olmadığı için salgın hastalıklardan endişe edilen bir dönemde salgın hastalıklara yakalanmışlardı. 1893 yazında İstanbul’da kolera salgını başlayınca Toptaşı’na da sirayet etmişti. Bu salgında Bimarhaneden 86 kişi kaybedildi. Kayıplar nedeniyle Bimarhane kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Kolera salgınından sonra baştabib Avram de Castro hastanede yeni düzenlemeler yaptı. Bimarhane’nin kapasitesini 300 erkek ve 150 kadınla sınırlandırdı ve yeni koğuşlar yapılıncaya kadar yeni hasta almamaya karar verdi.[60]
Kolera salgınından sonraki yeni düzenlemelerin yapıldığı dönemde, II. Abdülhamid bimarhanelerin durumunu iyileştirmek için bazı yeni kararlar aldı. Bunlar akıl hastalarının zincirle bağlanmasını yasaklanması ve akıl hastalarının gömlek kullanmalarının mec bur edilmesidir. 10 Ağustos 1894’de çıkardığı iradesi ile Osmanlı psikiyatri tarihi açısından önemli olan bir adım atıldı. Böylece hastalar boyunlarına ve ayaklarına takılan zincirlerden kurtulmuş oldular. Bu uygulama o günden bugüne devam etti.[61] (EK-II) Aslında yukarıda belirttiğimiz gibi, padişah bu iradeyi yayınlamadan önce, ülkenin bazı hastanelerinde zincir uygulaması kaldırılmıştı; ancak bu uygulama yaygınlaştırılamamıştı. Padişahın bu iradesi ile zincir yasaklanmış; gömlek giyilmesi mecbur edilmiş oldu.
Sonuç
II. Abdülhamid koruyucu hekimlik alanında tarihimizin öncü isimlerinden birisidir. Koruyucu hekimlik alanında pek çok gelişmenin onun döneminde yaşanması, Osmanlı Devleti için bir şans olmuştur. Çünkü sağlığa ilgi duyan padişah, tıbbî gelişmeleri, çok vakit geçirmeden yurda getirmiştir. Avrupa’da bulunuşundan 3 yıl sonra kuduz aşısını, 1 yıl sonra da difteri aşısını Osmanlı Devleti’nde uygulanmasını sağlamıştır. Bununla da yetinmemiş aşı üretim merkezleri kurdurmuştur. O dönemde Telkihhane-i Şahane’de üretilen aşıları bütün Osmanlı ülkesine yetecek boyuta ulaşması, üretim miktarındaki artışı anlamak bakımından önemlidir. Padişah Osmanlı Devleti’nin dışındaki gelişmelerden de istifade etmeyi ihmal etmemiştir. Bu çerçevede yurt dışına birçok heyet göndermiş, başarılı bilim insanlarını ödüllendirmiştir. Pasteur’e gönderilen para ve Mecidiye Nişanı bu anlamdaki örneklerdir. II. Abdülhamid, kurdurduğu hastaneler, tebhirhaneler (dezenfektasyon istasyonları), okullardaki ilaçlamalar ve üretimini gerçekleştirildiği aşı ve serumlarla bulaşıcı hastalıkların çok can kaybına neden olmaması için çabalamıştır. Onun kurdurduğu müesseseler Cumhuriyet döneminde 1928’de Ankara’da kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesinin temelini oluşturmuştur. Padişahın koruyucu hekimliğe önemli bir katkısı da akıl hastalarına zincir takılmasını yasaklayarak, gömlek giyme uygulamasını başlatması olmuştur. Bu uygulama ile modern psikiyatrinin gereklerini ilk kez Osmanlı ülkesi geneline yayarken, insanlık dışı zincir uygulamasını yasaklayan öncü olmuştur.
Mâbeyn-i Humâyun Başkitâbeti
Doktor Mösyö Pastör’ün da’ül-kelb illetinin tedâvisi zımnında ihtira’ eylemiş bulunduğu aşı ameliyâtı için, Paris’te küşâd eyleyeceği cemiyete taraf-ı saltanat-ı seniyyeden dahi i’âneten on bin frank itâsıyla Zorus Paşa’ya tevdi’an irsâli ve mumaileyh mösyö Pastör’e dahi Birinci Rütbeden Nişân-ı Mecidiye itâsı emr-i fermân buyurulmuş olmakla, olbabda emr-i fermân hazret-i veliyyülemrindir. 25 Şaban 1303/17 Mayıs 1302.
Serkâtib-i Hazret-i Şehriyâri
Süreyya
Yıldız Sarayı Başkitâbet Dâiresi
1200
Edirne’de Yıldırım nâm mahal civârında bulunan bîmârhânedeki mecâninin boyunlarına zincir takılmakta olduğu arz ve iş’âr-ı vâki’den malûm-ı âli buyurulmuş olub başka suret bulunamamasına mebni, kadîmen câri olan iş bu usûlün terakkiyât-ı fenniye ile sâbit olan mazarratı cihetiyle ahiren terk edilerek zamanımızda mecânin için gömlek kullanılmakta olduğundan ve terakkiyât-ı hazıraya karşı taşrada bulunan Bimârhânelerde itâle-i hazâ zincir istimâli bâdi-i teessüf bulunduğundan bunun men’iyle her yerde gömlek isti’mâli zımnında Dâhiliye Nezâreti Celîlesine evâmir-i lâzime i’tâsı muktezây-ı emr-i fermân-ı hümâyûn hazret-i hilâfetpenâhiden olmakla, olbâbda emr-i fermân hazreti veliyyülemrindir. 5 Safer 1312/29 Temmuz 1310.
Serkâtib-i Hazret-i Şehriyâri
Süreyya