Giriş
XVII. yüzyıl sonları ile XVIII. yüzyıl başları Osmanlı Devleti için çok bunalımlı bir dönemi teşkil etmektedir. Devlet hariçte 1683 yılında başarısız II. Viyana Kuşatması akabinde Karlofça Antlaşması[1] ile neticelenen uzun soluklu ve değişik cephelerde verdiği savaşlarda büyük toprak kayıplarına uğrarken, dahilde ise merkezin yanı sıra eyaletlerde de acilen çözüme kavuşması gereken sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı[2] .
Bu çok cepheli savaşlar Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik yapısını sarsmış, savaşlarda görev yerinde bulunmayan beylerbeyi ve sancak beyleri yüzünden memlekette eşkıyalık hareketleri baş göstermiştir. II. Mustafa bu tarz eşkıyalık hareketlerinin önüne geçmek için bir taraftan teftişçi ismi altında valiler atarken diğer taraftan sarıca ve sekban teşkilatının kaldırıldığını bildirmiştir[3] . Devlet merkezine bir hayli uzak eyaletlerdeki serkeşlikler ise siyasî bir mahiyet kazanmış hatta devlet ile bağlantılarını kesme derecesine vararak endişe verici bir hal almıştır[4] .
Söz konusu bu buhranlı yılların tarihi tetkik edilirken, devrin önemli olaylarına ilişkin kroniklerde kaleme alınan muhtasar olaylar kadar bu tarz mühim meselelere ışık tutacak mektuplar da müstesna bir yere sahiptir. Osmanlı diplomatiğinde bir tür yazışma evrakı olarak önemli bir yere sahip olan mektubun yazılış şekilleri ve şartlarına münşeat[5] mecmualarında çokça tesadüf edilir[6] . Muhteviyâtı ve tertip tarzı bakımından siyasî ve idarî mektupları toplayan münşeat mecmuaları arasında muayyen dönemlere ait diplomatik evrakı toplayan güvenilir vesika denemeleri de bulunmaktadır[7] . Ülkemizin nadir kütüphanelerinden biri olan önemli miktarda yazma ve basma eseri bünyesinde barındıran Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu nr. 3375’te “Muʿâhedât ve Münşeât ve Mukarrerât” ismiyle kayıtlı yazmada Râmi Paşa Merhûm Tesvîdiyle Şâh-ı ʿAcem’e Nâmedir ibaresiyle kayıtlı nesih hatla yazılmış mektup da bu türdendir.
Osmanlı devlet ricâli ve sadrazamları arasında ilmi, dirâyeti, ferâseti ve zekasıyla tanınan, şiir ve inşada mahir ve bir o kadar güçlü olan döneminin şairleri arasında yer alan kişilerden biri de şüphesiz Râmî Mehmed Paşa’dır. İnşa kabiliyeti sebebi ile Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi’ne girerek yükselmiş, döneminin büyük şairlerinden Nâbi Efendi ve Sâmî Bey gibi marifet erbabı önemli kişilerin meclisine katılarak yakınlık kurmuştur[8] . Bilhassa divan bürokrasisinde yükselerek Karlofça’da yapılacak olan barış müzakerelerine murahhas heyetin başı olarak memur edilen Râmî Efendi, antlaşmanın Osmanlı yararına olması hususunda mümkün mertebe her meseleye itina ile yaklaşmış, uzmanlardan aldığı tavsiye ve raporlarla başarı sağlayarak şöhret bulmuştur[9] .
Yukarıda bahsi geçen kütüphane kayıtlarından da anlaşıldığı üzere bu mektup divandan yetişen nüktedan bir devlet adamı olan Râmi Mehmed Paşa tarafından merkezden uzak bölgelerde bilhassa Basra dolaylarında isyan ederek uzun süre huzursuzluk yaratan bazı aşiretlerin durumunu ve işgal altındaki yerlerin tekrar geri alınarak bölgede güvenliğin tesis edilmesine dair bilgi amacıyla kaleme alınıp elçi Mehmed Paşa tarafından Acem Şahı Hüseyin’e gönderilen nâmenin bir sureti olmalıdır. Tarihî kaynak değeri taşıyan ve Râmi Mehmed Paşa müsveddesi olan bu mektubun kopyasına ilgili yazma dışında diğer kaynak ve kayıtlarda tesadüf edilmemiştir. Osmanlı-İran ilişkileri açısından önemli olduğuna kanaat getirdiğimiz mektubun daha iyi anlaşılması için XVIII. yüzyıl başlarında İran ile münasebet ve Basra çevresindeki duruma kısaca temas edildikten sonra zikredilen nâme değerlendirilecek ve daha sonra transkripsiyonu verilecektir.
XVIII. Yüzyılın Başlarında Osmanlı-İran Münasebetleri ve Basra Çevresinde Durum
Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleri dışında en fazla diplomatik münasebette bulunduğu devletlerden biri İran’dı. Osmanlı-İran diplomatik münasebetlerinin temelini Sünnîlik ve Şiîlik gibi dini sebepler, sınır anlaşmazlıklarından doğan çatışmalar ve aşiretlerden kaynaklanan olaylar oluşturmuştu[10]. 1049/1639’da imzalanan Kasrışîrin Antlaşması’ndan[11] sonra İran ile uzun süren savaşlar sona ermiş, sonraki süreçte iki devlet arasındaki münasebet seksen beş yıl kadar, mektup ve hediye teatîsi şeklinde dostluk içinde geçmişti. Nitekim Avusturya, Rusya, Lehistan ve Venedik gibi devletlerle devam eden (1683-1699) çok cepheli savaşlarda İran’ın herhangi bir tecavüzî hareketi görülmemişti[12]. On altı yıllık mücadele sonunda imzalanan antlaşma ile ilk defa toprak kaybına uğrayan devlet gerek dahilde gerekse başkentten uzak bölgelerde isyan eden bazı aşiretlerle bir süreliğine de olsa uğraşmak zorunda kalmıştı. Bilhassa Basra ve dolaylarında cereyan eden Müntefik[13] aşiretinin isyanı huzursuzluk yaratarak bölgede mühim bir yer işgal etmişti. Aslında Basra 1101/1690 yılında çıkan ve etkisini hissettiren veba salgınından dolayı karışmaya başlamıştı. Diğer taraftan vergi tahsilinden dolayı reaya ve vali arasındaki anlaşmazlıklar da meydana gelmekte idi. Adeta bu durumları fırsat bilen Müntefik aşireti bölgede daha geniş çapta hadiselerin oluşmasına neden oldu. Bu sıralarda Basra valisi 1103/1692’de vefat edince Bağdat valisi tayin edilen Ahmed Paşa[14] söz konusu aşireti mağlup ettikten sonra Bağdat’a dönerken ölmüştü. Batı hudutlarıyla bu esnada meşgul olan devlet yayılan fitneden endişe ederek Mâniʿe istimâletnâme vermiş ve timarını artırmıştır[15].
Ancak Müntefik Arap aşireti reisi Mâniʿ ile Ferecullah’ın çapuluna maruz kalan Basra 1700 yılına kadar kargaşa içinde kalmıştı[16]. Bilâhire bu karışık durumdan istifade eden Mâniʿ 1693’te bölgenin beylerbeyi Paşazâde Osman Paşa’yı öldürdükten sonra Basra ve çevresini ele geçirmişti. Bölgedeki eyalet beylerbeyleri az sayıda askeri birlik gönderse de hiçbir şey yapılamadığı gibi, devlet Basra halkına yirmi beş bin akçelik vergi indiriminde bulunmak zorunda kalmıştı. İki yıl sonra Rakka ve Bağdat beylerbeyleri bir kez daha bu asilerin üzerine yürümeyi denemişti[17]. Dicle’nin doğusunda İran’a ait bataklık bir bölge olan Basra için Huveyze Hanı Ferecullah ile Mâniʿ mücadele etmiş, Ferecullah’ın 1696’da burayı alması üzerine, Mâniʿ de çöle çekilmek zorunda kalmıştı[18]. Daha sonra 5 Ramazan 1108/28 Mart 1697’de Ferecullah Han önemli bir askerî güçle şehrin önlerine gelerek şehir sakinlerinin sahip olduğu tahminen on bin keselik nakit ve bazı değerli eşyaları gasp edip onları adeta bakır paraya muhtaç duruma getirdiğini, Acem Şahı Hüseyin’e bildirmişti. Bunun üzerine durumu istişare sonrasında şahın “Osmânluya bundan özge dostluk olmaz” dediği nakledilir. Müteâkiben Hüseyin Şah Basra’nın anahtarı yerine[19] kırk beş karat bir elmas ile Rüstem Han isimli elçisini Osmanlı padişahına göndererek dostluğunu teyit; burayı bütün eyaletleriyle teslim etmek için de güvenilir birini talep etmişti. 11 Ramazan 1109/23 Mart 1698’de Pazar günü Edirne’ye gelen elçiyi, karşılamak üzere maiyetine çavuşbaşı ve sipah ve silâhdar ağaları verilerek Defterdar Ahmed Paşa hanesine[20] yerleştirilip iaşesi hazineden karşılanmıştı. 17 Ramazan 1109/29 Mart 1698’de Cumartesi günü padişah tarafından haseki ağa ile envaî çeşit içecek ve tatlılar gönderilmişti[21].
Rüstem Han, birkaç gün istirahatten sonra 9 Şevval 1109/20 Nisan 1698 Pazar günü Dîvân-ı Hümâyûn’a kabul olunarak vezirlerin ziyafeti akabinde Şâh’ın mektubunu, elmas pare ve pişkeşi takdim ettikten sonra Şehrizor taraflarında hüküm süren Bebe Süleyman isimli zorbadan şikâyet ve ortadan kaldırılması için “Vükelâm ile söyleşilsin ilacı ne ise görülsün” diyerek feryat etmişti[22]. Elçi bu görevini tebliğ ve takdim ettikten sonra kendisine ve etbâına hilatler ilbâs olunmuştu[23].
Devlet ileri gelenleri vezîriâzamın sarayına meşveret etmiş, burada daha önce defaâtle edebiyle hareket etmesi için nasihat edilen ve gönderilen hatt-ı hümâyunda söylenilenleri kabul etmeyen; Bağdat, Şehrizor ve Acem topraklarında tecavüzden hâlî olmayan Ekrad’dan Bebe Sancağı Beyi Süleyman Han’ın ortadan kaldırılması ve yerine İmâdiye Hâkimi Osman Han’ın kardeşi veya kardeşi oğullarından birinin tayin olunması hususu padişaha sunularak gereğince hatt-ı şerif sadır olmuştur. Bununla Bağdat Beylerbeyi Vezir Çelebi İsmail Paşa serdar tayin edilerek[24] maiyetine Van Beylerbeyi Vezir Türk Ali Paşa, Şehrizor Beylerbeyi Ergeneli Süleyman Paşa (kapuları, eyaletleri askerleri ve elviye beyleriyle), Musul Beylerbeyi Vezir Beyzade Ali Paşa (bin nefer müssellah kapusu, eyalet askerleri ve kethüdasıyla), Rakka Valisi Yusuf Paşa (kapusu halkını kethüdasıyla, eyalet askeri ve iskanda olan ricalden iki bin nefer ademiyle), Tercil Sancağı Beyi Haydar Han, Eğil Sancağı Beyi Seyyid Hüseyin Han, Genç Sancağı Beyi Ali Han, Şehran Sancağı Beyi Hasan Han, Deyr-i Rahbe ve Seleme sancakları beyi Hüseyin Abbas, Çirmen Sancağı Beyi Abdülgani Bey, İdil Sancağı Beyi Mehemmed Bey, Hudi Sancağı Beyi Mustafa Bey, Mihrani Sancağı Beyi Hasan Bey, Cessan ve Bedre Sancağı Beyi Mehemmed Bey, Şemamik Sancağı Beyi İlyas Bey, Bacilan/Kasrışirin Sancağı Beyi Assaf Bey, Köy Sancağı Beyi Ali Bey, Sürücek Sancağı Beyi Ali Bey, İtak Sancağı Beyi Ali Bey, Tay Aşireti Sancağı Beyi Nasır Bey, Bayat Aşireti Beyi ve Kulp Sancağı Beyi mükemmel kapu ve aşiretleri ile tayin olunmuşlardır. Ayrıca Başmuhasebe’den azledilen Yeğen Mehmed Efendi’nin[25] Rumeli Beylerbeyliği payesiyle Acem’e elçi tayin edilmesi; bu kargaşa ortadan kalktıktan sonra da Elçi Mehmed Paşa’nın serdar İsmail Paşa ile haberleşerek Bebe sancağına yeni beyi takrir; Bağdat, Şehrizor ve Basra serhadlerinin düzenine ihtimam gösterilmesi kararı alınarak meclis dağılmıştır. Bu sırada, Musul’dan azledilen Kethüda Hasan Paşa’ya Basra eyaleti verilmiştir[26].
Acem elçisi Rüstem Han memleketine dönüş için icâzet almış ve tedariği görülmüştür. Harcırah olarak elli kese akçe verilip 16 Zilkade 1109/26 Mayıs 1698 Pazartesi günü baş çadır ve arz odası döşenerek sağ tarafa musahip ağalar, sol canibe hasodalı, içoğlanı, zülüflü baltacılar ve sağlı sollu murassa bisatlar ile eğerlenmiş otuz re’s hassa atlar tertibinden sonra otağ-ı hümâyûna davet edilmiş, taşrada hilʿatlenen altı nefer adamıyla içeri girerek vezîr-i aʿzam kulları aracılığı ile yüce tahtın ayağına yüz sürmüştür. “Şâh dostumuza selâm eyle dostluğunda ne denlü ızhâr-ı sadâkat ider ise bizden bin kat ziyâde bilsün ve sen dahi güzel hıdmet eyledin ber-hûrdâr ol” buyurarak serâsere kaplı bir fâhir semmur kürk giydirilmiş, hizmet mukabili vezîr-i aʿzama dahi kürklü ve sade iki kat hilʿat-ı fâhire ihsanında bulunulmuştur. Elçi Mehemmed Paşa 20 Zilkade 1109/30 Mayıs 1698 Cuma günü vezir-i aʿzam kulları vasıtasıyla baş çadırda padişaha mahsus yer öpme şerefine nail olmuş ve kendisine “me’mûr olduğun hıdmet-i risâlet-i ibâdullâhı gereği gibi yerine getüresin” denilerek kaftan giydirilmiştir. Acem Şahı’na gönderilecek name ve hediye de kendisine teslim edilerek Rüstem Han ile[27] Erzurum yolundan gitmesi gerektiği buyrulmuştur[28].
Acem Şahı’na taraf-ı hümâyûndan, bir kıtʿa mücevher balıkçın sorguç, bir kıtʿa murassaʿ hançer, bir altın kemerli incili tirkeş, Mısrî keman, bir deste yaldızlı ok, bir murassaʿ çevgan, iki elmaslı koyun saati, bir kebir necef âyîneli çalar kalkan saat, bir mercan tesbih, yedi adet boylu Cezayir tüfengi, dört donluk İstanbul zerbefti, dört donluk nevzuhur çiçekli Frenk zerbefti, on iki donluk Frengî diba, beş donluk telli İstanbul bürünceği, on iki donluk telli İstanbul sandalı, on donluk elvân şalı çuka, on çift Frenk-pesend yastık, üç kıtʿa Şâmî şukka-bend, üç kıtʿa som Şâmî zîn-pûş, üç kıta som ağır Şâmî didik gibi hediyeler gönderilmiştir[29].
Söz konusu dönemde iki devlet arasındaki diplomatik münasebetler her ne kadar elçi heyetleri aracılığıyla olumlu yönde ilerliyormuş gibi görünse de Hüseyin Şah’ın Basra’da görevlendirdiği Vali Davut’un Mânîʿ yönetiminde toplanan asilerle tekrar işbirliğine girmesi rahatsızlık oluşturmuştu[30]. Diğer taraftan 1110/1698-1699 senesinde de Basra Kalesi urban eşkıyasının tasallutundan hâlî olmamıştı. Safevîler’in kendi güdümüne aldığı asi urban kabileleri Osmanlı-İran sınırında ihtilaf konusu olmaya başlamıştı. Bu anlaşmazlığı aşmak isteyen Safevîli yetkililer Bağdat valisi aracılığıyla Osmanlı hükümet yetkililerine mektup göndermişti. Nitekim Acem Şahı’nın muʿtemedü’d-devlesi Bağdat urbanından Acem hududuna firar edenleri kabul edemeyeceğini sınır boylarında olan yetkililere sayılarıyla bildirmişti. Basra tarafına gerek Acem içinden gerekse Osmanlı sınırlarından az asker ile geçmek istenilirse urban eşkıyasından bir felaketin isabet edeceği ve bu nedenle Basra ve ona tâbi olan kaleleri koruyacak kadar asker olmadıkça urban eşkıyasının eline geçeceği bildirilmişti. Bunun üzerine bölgedeki müfsitlerle beraber Bağdat tarafındaki urban eşkıyası da ortadan kaldırılarak Basra Kalesi’nin fethi hedeflenmişti. Bu amaçla Halep Valisi Vezir Hasan Paşa mükemmel kapısı halkıyla Bağdat tarafına gönderilmişti[31].
Şehrizor Eyaleti’ni yönetenlerin, beş konak mesafedeki Kerkük Kalesi’nde ikamet etmelerini fırsat bilen Bebe Süleyman isimli zorba Şehrizor Kalesi ve İran’a bağlı bir kısım toprağı ele geçirmesi üzerine Acem Şahı, Bağdat valisi ve Osmanlı merkezi yönetimine elçiler gönderip şikâyette bulunmuştu. Ancak uyarıları dikkate almayarak şekavette ısrar eden Bebe Süleyman’ın üzerine asker gönderilmesi uygun görülmüştü. Bağdat Valisi Hasan Paşa kumandasında bölgeye kuvvet gönderilmiş, mağlup düşen Bebe Süleyman İmadiyye’ye firar edip bir gece orada kaldıktan sonra, ertesi gün Hakkâri ve Van taraflarına kaçmıştı. Ancak yardımcısı olan on yedi bey, beyzade ve kethüdâsı ele geçirilerek 1 Cemâziyelâhir 1111/24 Kasım 1699’da cezalandırılmıştı[32].
Böylesi huzursuz bir bölgede halkın yardım talebi üzerine, Daltaban Mustafa Paşa Bağdat valiliğine getirilmiş ve ertesi yıl kendisine Basra serdarlığı verilerek işgal altındaki yerleri geri alması ve bölgede asayişi sağlaması emredilmiştir. Koşullar oluştuğunda Basra ve Bağdat çevresindeki urban eşkıyasını ortadan kaldırıp bölgedeki kaleleri kontrol altına almak amacıyla Birecik Tersanesi’nde firkate, şayka ve üssü-açık gemilerin yanı sıra filika ve sandal inşasına karar verilmiştir. Oluşturulan bu donanmanın üzerine ise eski Tuna Kaptanı Aşçızâde Mehmed Paşa görevlendirilmiştir[33]. Bunu müteakiben Mustafa Paşa Birecik Tersanesi’nde inşa edilmiş altmış gemiden oluşan donanmanın desteğini alarak Basra’ya doğru harekete geçmiştir. Kurna ve Basra’daki Arap bedevîlerin ve kızılbaş Acemlerin tasallutu Mustafa Paşa’nın başarılı tedbirleri ve askerlerin kahramanca gayretleriyle ortadan kaldırılarak bu iki yer Zilhicce 1112/ Mayıs 1701’de ele geçirilmiştir[34].
Râmi Mehmed Paşa’nın Mektubu
Acem şahına gönderilmek üzere hazırlanan nâme Râmi Mehmed Paşa tarafından kaleme alınmıştır. İstanbul Eyüp’te 1065/1655 senesinde doğan Mehmed Paşa’nın babası Terâzici Hasan Ağa’dır. Çocukluğunu doğduğu şehirde geçirmiş, dönemin usulüne göre ilk öğrenimini burada tamamladıktan sonra reisülküttâblık kaleminde katipliğe intisap etmiştir. Zekâ ve istidadı sayesinde emsalleri arasında seçkin bir duruma gelmiş, şiir ve inşâ sahalarındaki maharetiyle şöhret kazanarak döneminin şairlerinden Yusuf Nâbî Efendi ve Sâmî Bey gibi kimselerin çevresine intisap etmiştir[35]. İkinci vezir Damad Mustafa Paşa’nın musâhibi Nâbî vasıtasıyla masraf katipliğine, Nâbî’nin kethüdâ olmasıyla da onun yerine dîvân efendiliğine getirilmiştir. Daha sonra dîvân işlerindeki marifeti dolayısıyla beylikçi olmuş[36], uzun süre bu makama hizmet etmesinin ardından 28 Rebîülevvel 1106/16 Kasım 1694’te reîsülküttâblığa tayin olunmuştur[37]. Ancak Vezîriâzam Elmas Mehmed Paşa ile anlaşamadığından yerini Maliye Tezkirecisi Küçük Çelebi’ye bırakmak zorunda kalarak İstanbul’daki hanesinde ikamete mecbur kalmıştır. Elmas Mehmed Paşa’nın Zenta’da mağlubiyete uğrayıp ölmesiyle 1109/1697’de tekrar reisülküttâblığa getirilmiştir[38].
XVIII. yüzyılda Osmanlı devleti için diplomatik teamüllerin önem kazanması, reisülküttâblık makamının ön plana çıkmasını sağlamıştır. Zîrâ siyasî münasebetlerle doğrudan ilgili olan vezîriâzam bu devlet işlerini dış ilişkilerde bilgisi bulunan reisülküttâba bırakmıştır[39]. Bu bakımdan Reisülküttâb Râmî Mehmed Efendi[40], Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa tarafından Karlofça’da barış müzâkerelerine murahhas olarak tayin edilmiştir. Râmî Efendi’nin Karlofça sulhunu elde etme hususunda gösterdiği diplomasi, muvaffakiyet ve dirayeti karşı taraf elçilerini hayrete düşürmüş ve sonrasında büyük bir başarı sağlamıştır. Dönüşte padişahın iltifatına nail olmuşsa da vezirlik teklifini kabul etmemiştir. Ancak Amcazâde’den sonra vezîriâzam olan Daltaban Mustafa Paşa’nın kıskançlığından ötürü azledilip sürülmesi talebi Şeyhülislâm Feyzullah Efendi tarafından kabul görmemiş, aksine onu himaye ederek üç tuğlu kubbe vezirliğine getirmiştir. Bundan sonra Mustafa Paşa bulunduğu mevkiden alınarak yerine Râmî Mehmed Paşa getirilmiştir[41]. Kâtiplikten yetişip, sadaret makamına getirilen biri olduğu halde, devlet yönetimi üzerinde nüfuzu bir hayli fazla olan şeyhülislâmın “sadrazam bizim çırağımızdır” diyerek onu küçük düşürmek istemiştir[42]. Ancak Râmî Efendi sadrazamlığı sırasında her fırsatta Feyzullah Efendi ile akrabalarının müdahalesine engel olmak istemiş, bazı sıkıntılarla karşılaşınca da birtakım tertiplere girişmekten çekinmemiştir. Sonunda Edirne’de başlayarak İstanbul’a intikal eden II. Mustafa’nın tahttan indirilip[43], yerine III. Ahmed’in geçmesi ve vezîriâzamın azledilmesiyle tarihe geçen büyük ayaklanma, Edirne Vakʿası, Râmî Efendi’nin ikbalini nihayete erdirmiştir[44]. Her ne kadar bir süre itibardan düşmüş ise de yakınlarından Enişte Hasan Paşa’nın vezir olması ve padişahtan affı için ricada bulunmasıyla kendisine Kıbrıs Eyaleti tevcih olunmuştur[45]. Çok geçmeden 7 Ekim 1704’te hac ve Haremeyn işlerini lâyıkıyla yerine getirmek üzere Mısır valiliğine getirilerek[46], Hazîne-i Âmire’nin nakit giderlerini temin etmek amacıyla Mısır irsâliyesini göndermesi konusunda kendisine emir verilmiştir. Ancak Mısır eyalet idaresinde gerekli başarıyı sağlayamayınca 4 Aralık 1704’te görevinden alınarak[47] Rodos adasına sürgünden sonra burada vefat etmiştir[48].
Müverrih Râşid’in “her fenden vâyesi ve her hünerden mâyesi olduğundan mâada, meclis ve sohbeti latif, rind, zarif ve vüzerâ içre nazîri nâdir bir zât-ı şerîf” şeklinde tanımladığı Râmî Mehmed Paşa’nın Münşeât[49], Sulhnâme[50] ve Divân bilinen başlıca eserleridir[51]. Ayrıca Râmî Mehmed Paşa’nın te’lifleri arasında Hülâsatü’l-inşâ adlı bir münşeâtı ile Istılâhât-ı Daltabaniyye adlı bir risâle de kaleme aldığı bilinmektedir[52].
Râmî Mehmed Paşa’nın yukarıda bahsi geçen eserlerinin yanı sıra Acem Şâhı Hüseyin’e gönderilmek üzere kaleme aldığı bir mektubu da bulunmaktadır. Bu nâme, derleyeni belli olmayan Râmî Mehmed Paşa Münşeâtı olarak bilinen, muhtelif sebeplerle devlet idaresine ait resmî ve bir kısım husûsî mektupları ihtiva eden eserden de farklı olup pek bilinmemektedir. Tarihî kaynak değeri taşıyan Râmi Paşa Merhûm Tesvîdiyle Şâh-ı ʿAcem’e Nâmedir ibaresiyle kayıtlı olan söz konusu bu mektup, Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu nr. 3375’te bulunan yazmanın 99b-102b varakları arasında yer almaktadır. Râmî Mehmed Efendi, kaleminden çıkan bu mektubunu Elçi Mehemmed Paşa’nın 1109/1698’de Hüseyin Şâh tarafına memur edildiği yılda, Amcazâde Hüseyin Paşa’nın sadareti döneminde yazdığı anlaşılmaktadır.
Yapılan araştırmalar sonucunda resmî belge özelliği taşıyan bu mektubun başka bir suretine tesadüf edilmemiştir. İran Şahı Hüseyin’e gönderilen bu mektup Allah’a hamd, yüce yaratıcının üstün vasıflarını medh, mülkün sahibi ve her şeyin yönetim ve egemenliğini elinde bulunduran yegâne varlık olduğu, insanın yaratılışındaki üstünlük, var oluş gayesi ve Hazret-i Peygamber’in vasıflarına işaret eden bir dizi âyet ve Arapça cümlelerin yer aldığı girişle başlamaktadır. Dönemin İran hükümdarını metheden nâme-i hümâyûn şeklindeki elkab sıralandıktan sonra “Devlet ve saltanatın yardımcısı, düzenin, adaletin, gösteriş ve şanın sağlayıcısı Süleyman Şah oğlu Hüseyin Şah, Allah onun saltanatını ve mülkünü ve adaletle hüküm sürmesini ve kıyamete kadar devamlı ve ebedî kılarak kötülüklerden korusun” şeklinde ona yapılan dua ifadesine yer verilmiştir. Daha sonra Acem Şahı Hüseyin’in Rüstem Han isimli elçisini Osmanlı padişahına bağlılık ve sadakat, dostluğun tesisi ve sağlamlaştırılması, huzur ve barışın kurulması gibi gerekçelerle gönderildiği ifade edilmektedir. Ayrıca merkeze bağlı şubelerden Basra reâyâsından Mâniʿ’in şekavetinin bölgede oluşturduğu olumsuzluklara işaret edilmekte, diğer taraftan muhtelif anlaşmazlıkları çözmek üzere gönderilen valiye, küfür ve nifakta daha katı olan bedevî Arapların boş sözleri ve yalanı bırakarak itaate boyun eğmeye hazır bulunmaları, Huveyze hududunda meydana gelen fitnenin, geniş çaplı hadiselere kalkışanların hüsrana uğratılması, söz konusu nahiyelerin hile ve fesattan temizlenmesi, doğru yoldan çıkanların inatlarından tasfiye ve tahliye edilmesi, bu gibi sebeplerden Huveyze Hanı Ferecullah’ın uyarılmasının istendiği ifham buyrulmaktadır. Yine o taraflarda İslam’ın yüceliğini yaymak ve oradaki kargaşa ortamına son vermek, nifak bayraklarının konulmasını önlemek gibi durumlarla mücadele eden fazilet hamisi askerlere yardımın, padişahlara yakışır tarzda iftihar vesilesi olduğu belirtilerek bir anlamda şahın desteğine ve bunun karşılıksız kalmayacağına dikkat çekilmektedir.
Akabinde birkaç yıldır Şehrizor taraflarında hüküm süren Ekrad’ın cahillerinin tahribi ve sınır boylarında yağmacı hareketlerinin yayılması, reâyânın ürününün ve neslinin yok edilme tehlikesine yol açtığı ifade edilmiştir. Uyarıları dikkate almayan Bebe Süleyman isimli zorbanın ortadan kaldırılması için serhat bölgesindeki görevlilere emir verildiği de belirtilmiştir. Rüstem Han isimli elçinin hizmetini tamamladığı, hediyelerini takdim ettiği, dönüş için icazet alıp tedarikinin görüldüğü, olumsuzlukların ortadan kaldırılması, güç ve kuvvetin genişletilmesi, sevgi ve muhabbetin artırılması ve iki devlet arasında talep edilen işlerin tamamlanması için Osmanlı elçisi el-Hâc Mehmed Paşa’nın Acem’e elçi olarak görevlendirilip, görev sonunda Devlet-i Aliyye tarafına ruhsat buyurulması mektubun sonunda yerine getirilmesi istenen hususlardandır. Söz konusu mektubun son rüknü dua cümlesi ile bitmektedir. Mektupta bir tarih kaydına rastlanmadığı için kaleme alındığı tarihi de kesin olarak tespit etmek hayli zordur.
Râmi Efendi tarafından Acem Şahı’na gönderilen bu mektubun dili genel olarak ağırdır. Metinde muhtevaya uygun ayetler, hadisler, kelâm-ı kibar, Arabî ve Farsî ibareler kullanılmıştır. Mektupta bulunması gereken rükünler53 önemli ölçüde neşre hazırladığımız bu nâme suretinde de bulunmaktadır.
Sonuç
Netice olarak, Karlofça Antlaşması’nı müteakiben merkezden uzak eyaletlerden biri olan Basra dolaylarında ortaya çıkarak siyasî bir mahiyet kazanan, uzun süre huzursuzluk ve serkeşlikler yaratan ve işgal altındaki yerlerin tekrar geri alınarak güvenliğin tesis edilmesine dair Râmi Mehmed Efendi tarafından kaleme alınarak Acem Şahı Hüseyin’e gönderilen bu mektup münşeât mecmuası içerisinde yer alan diplomatik evrak özelliğinin bir numunesidir. Nitekim muhtevası verilen nâmeden de anlaşıldığı üzere Osmanlı Devleti’nin mezkûr yerlerde muhtelif olumsuzluklara sebebiyet veren bu tarz eşkıyalık hareketlerinin önüne geçmek için öncelikle diplomasi yolunu kullandığı görülmektedir.
Söz konusu çalışmada metin neşrini verdiğimiz bu mektup, Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu nr. 3375’te “Muʿâhedât ve Münşeât ve Mukarrerât” ismiyle kayıtlı yazma içerisinde Râmi Paşa Merhûm Tesvîdiyle Şâh-ı ʿAcem’e Nâmedir ibaresiyle kayıtlı olup itinalı bir üslûpla nesir tarzda kaleme alınmıştır. Amcazâde Hüseyin Paşa’nın sadareti ve Râmi Mehmed Efendi’nin reîsülküttâblığı sıralarında kaleme alındığı anlaşılan bu te’lîf türüne ilgili yazma dışında diğer kaynak ve kayıtlarda tesadüf edilmemiştir. Mektup dönemin yazışma kaideleri, dil ve üslûp özelliklerini yansıtarak edebî ve tarihî önem taşımanın yanı sıra adeta Râmi Mehmed Efendi’nin sanattaki hünerini gösterme arzusu taşımaktadır. Son olarak, tarihî belge özelliği taşıyan bu kıymetli mektubun ortaya çıkarılarak değerlendirilmesi şüphesiz literatüre de katkı sağlamaktadır.
EKLER
Ek I: Mektubun Transkripsiyonu[54]
[99b] Râmî Paşa Merhûm Tesvîdiyle Şâh-ı ʿAcem’e Nâme’dir[55]
El-hamdülillâhi’llezi bi-ismihî nusteftehu’l-umûr ve yustemtehu’l-cûd el-Melîk ellezî lâ-şerîke fî-mülkihi velâ münâziʿa fî-mülkihi’l-Kadîr[56]. Ellezî “İzâ każâ emran fe-innemâ yekūlu lehû kün fe-yekûn[57]. “Fe-sübhânellezî bi-yedihî melekûtü külli şey’in ve ileyhi turceʿûn”[58]. Hakāyık-ı hamd u senâyiş ve dakāyık-ı şükr ü sitâyiş ol mübdiʿ-i kadîmü’z-zât ve münʿim-i kerîmu’s-sıfât temmet niʿamâuhû ve ʿammet ulâuhû dergâh-ı reymûmet-destgâhlarına sezâ-vârdır ki hikmet-i kâmiliyye ve ezeliyye ve kudret-i şâmile-i lem-yezeliyyesiyle bu heft eyvân-ı menîʿatü’z-zerâ ve refîʿatü’l-mürtekā ve bu heft tûde-i râsiyetü’l-evtâd ve râsihatü’l-etvârı serîr-efrâhte-i evc-i ibdâʿ ve sâhte-i ʿarsa-gâh-ı inşâ vü ihtirâʿ idüp sûr-ı maʿşer-i büşrâ cilâgârî-i lutf-ı ʿamîm ve rûşen-gerî-i feyz-i kerîmi ile mir’ât-ı safvet ü sîm “le-kad halakne’l-insâne fî-ahseni takvîm”[59] de cilve-rîz-i tekrîm ve ber-fehvâ-yı kerîm-i “Ve kezâlike ceʿalnâküm ümmeten vasatan li-tekûnû şühedâe ʿale’n-nâs”[60] efdal-i ümem olan ʿizzet-i memdûha-i Muhammediyye ve ʿasabe-i Mahmûde-i Ahmediyye’nin husûn-ı kulûb-ı bâhirü’s-saʿâdetlerine “vellezîne âmenû eşeddü hubben li’llâh”[61] mısdâkınca tarh-ı esâs-ı istînâs ü muvâfakat ve şedd-i erkân-ı hubb u dâd ve müfârakat idüp bâ-hûsus esâtîn-i dîn ve selâtîn-i ʿadl-âyînin küngüre-i bâzû-yı vifâkların erre-i mufârık-ı ashâb-ı şirk ü nifâk eyledi. “Fe-subhâne men dâme sultânehu bi-mülkihî kadîm ve ʿazze mukīmün lehu’l-mülkü ve’l-hükmü fîmâ yeşâ’u bi-lutfi kerîm”[62].
Ve fazl-ı ʿamîm ve mesâbîh-i salavât-ı sâtıʿu’l-envâr ve kanâdîl-i selâm-ı bî-kıyâs u bî-şümâr ol maksûd-ı hılkat-ı âbâ-i ʿulvî ve netîce-i elkat ü zelfet-i ümmehât-ı süflî ber-güzîde-i kevneyn-i reh-nümâ-yı sakaleyn mecmaʿ-ı hasâil-i ʿaliyye menbaʿ-ı fezâil-i seniyye vesîʿüs’s-sadr-ı “Elem neşrah leke sadrek”[63] refîʿu’l-kadr-i “Ve rafaʿnâ leke zikrek”[64] sâhib-i mekânet-i “mâ veddeʿake rabbuke”[65] mafûz-ı serâperde-i “vallâhu yaʿsımuke”[66] mukarreb-i hazret-i ilâhiyyet mahrem-i nihânhâne-i esrâr-ı rubûbiyyet-i seyyid-i enbiyâ ve sadr-rusül-i maksad-ı heft ü heşt ve penc ü cehâr sallallahü teʿâlâ ʿaleyhi mâ-teʿâkubu’l-leyl ve’n-nehâr hazretlerinin âvîze-i muzciʿ-i müşkîn ve avîhte-i mehceʿ-i ʿanber-âkînleri [100a] kılınur ki erkân-ı mü’minûn ke-recülün vâhid ile teşyîd-i bünyân-ı vifâk-ı mü’minîn ve cedure “inne’l-mü’mine li’l-mü’müni ke’l-bünyâni yeşeddu baʿduhum baʿden”[67] ile terfîʿ-i eyvân-ı ittifâk-ı muvahhidîn eyledi. “Yâ eyyühe’llezîne âmenû sallû ʿaleyhi ve sellimû teslîmâ”[68] resûl-ı ʿArab şâh-ı Yesrib harem-i tufeyl-i rahşı hem ʿArab hem ʿAcem berreyn-i safha ve lâciverd ânki hest be-ârâyiş-i nâm ve nakş-ı best ve micmere-i revâyih-midhat vedûd u müncere-i fevâyih-i tekrime ve tarżiye-i müterâdife el-vürûd ʿizzet-ebrâr ve üsret-ahyâr ashâb-ı zevi’t-takī ve ahbâb-ı ulü’n-nakī rıdvânullâhi teʿâlâ ʿaleyhim ecmaʿîn hazerâtının mevkūf-ı gerdiş-i müşâhede-i münevvere ve merâkıd-ı münevvereleri kılınur ki, “eşiddâü ʿale’l-küffâri ruhamâü beynehüm”[69] vasf-ı kerîmi üzre sebîl-i cihâdda muʿâżıda ve murâfıda ile terfîʿ-i revâk-ı dîn ve tevsîʿ-i nitâk-ı yakīn eylemişlerdir. Hümü’n-nücebâ el-ʿizzu min Âl-i Ahmed ve hüm bâyiʿûhu tâyiʿîne lede’ş-şecere ʿaleyhi selâmu’llahi mâ-nâha tâyire vemâ lâha li’ş-şârîne fi’z-zulemi’l-kamer. Ammâ-baʿd eʿâlî-i hazret-i Skender-himmet Keyvân-ı gulâm-ı meʿâlî-i menkabet hurşîd-i rifʿât sipihr-i ihtişâm-ı Cem-cah-ı necâbet nijâd-ı nâhid-intifâʿ gîtî-penâh-ı maʿdelet-nihâd ber-celîs-i irtifâʿ-ı cevân-baht-ı saltanat-medâd vâlâ-menzilet fîrûz-ı taht-ı nasfet şuʿâ-i sâmî-mertebet şuʿbe-i ʿâliye-i dûme-i Safeviyye semere-i zâkiye-i şecere-i Mustafaviyye nûr-ı mihr-i felek-kadr ve şeref-i dürr-i pâk sedef-i bahr-ı Necef gurre-i şâdme-i cebhe-i bahtiyârî dürre-i fâhire-i efser-i şehrîyârî zîbende-i taht-ı pâdişâhî mahfûf-ı ʿinâyet-i ilâhî hümâyûn-zât-ı huceste-sıfât hurşîd-i evreng-i Cemşîd-âheng mâdde-i emn ü emân mâye-i intizâm-ı cihân “ʿavnen li’d-devleti ve’s-saltanati ve’n-nasfeti ve’l-maʿdeleti ve’ş-şevketi ve’l-übbeheti ve’ş-şân Şâh Hüseyin bin Şâh Süleyman essese’llâhu teʿâlâ bünyâne saltanatihî ve şeyyede deʿâyimi mülkihî ve maʿdeletihî makrûnetün bi’d-devâmi ve’l-hulûd mahfûzetün bi’s-suʿûdi ilâ-yevmi’l-mevʿûd”[70] beârâ-[yı] murassaʿ ez-güher-i ahterân-saʿd-ı çetr-i sipihr-i rifʿat-i hurşîd-sây-ı şâh hazretlerinin makām-ı ʿâlî ve mahfil-i menbaʿ-ı müteʿâlîlerine ki mecmaʿü’l-bahreyn-i mecd ü haşmet ve matlaʿü’s-saʿdeyn-i dîn [ü] devletdir. Mahz-ı muhâleset velâ cevf-i mülûkâneden müncelib ve fart-ı müsâdefet ve yegânegî-i pâdişâhâneden münşaʿib aʿrâk-ı tayyibe ve ahlâk-ı hamîdeleri gibi eşref ve eltaf-ı leâlî-i mütelâlî daʿvât-ı şevk-âmîz-i müsâlemet-nümâ ve fevâid-i nevâdir-i tahiyyât-ı safâ-engîz-i muhâdenet-ihtivâ ki “ve ceʿale beyneküm meveddeten ve rahmeten”[71] ʿummân-ı bî-girân-ı meveddet-feyezânında “ve elkaytu ʿaleyke mehabbeten minnî”[72] gays-ı medâr-ı feyz-bârından rîzân-ı katarât-ı hullet-feşân [100b] eyle, “Velâkinne’llâhe ellefe beynehum”[73] sadefçe-i bâhirü’l-behcesinde perveriş-yâfte-i müellefet-i cihândır. Selâmün ke-ravżi’lmuzni ʿâdelehu’s-sibâ selâmün kehâddu’l-vüddi ve hemşetü’n-nedâ selâmü[n] minnî yüktebü ʿale’t-turasi ʿutiret kitâbetuhu’l-aklâmi ve’t-turasi ve’l-yedâ[74] kavâfil ü dâd-ı nevâ fec-feşân-ı ʿanber-bâr ve revâhil-i ittihâd-ı levâʿic-i beyân-ı ʿabher-nisâr ile ithâf-ı vâhidi kılındıkdan sonra mir’ât-ı zamîr-i münîr-i zekâ-zikâ vü secencel-i hâtır-ı âtır-ı mihr-incilâlarına ki mehbıtu’l-envâr-ârâ-yı mülk-ârâ-yı cihân-penâhî ve mahzenü’l-esrâr-ı habâyâ-yı hikmet-pîrâ-yı ilâhîdir.
Nakş-ı dil-keş-i sûret-i müddeʿâ bu vechile irâ’et olunur ki neyyir-i vedâd-ı kademi “seyecʿal lehumu’r-Rahmanu vüddâ”[75] matlaʿından tâliʿ ü tâbân ve âfitâb-ı muvâhât ve mevâsîk-ı samîmî “fe-esbehtum biniʿmetihî ihvânen[76] maşrıkından şârık u dırahşân olup ber-muktezâyı mâdde-i dübbet ve hüsn-i vefâ ve mübtegā-yı cevâhir-i erîhiyyet ve sıdk u safâ temhîd-i kavâʿid-i musâfât ve te’kîd-i muʿâkıd-ı muvâlât içün fesâhat-ı zebân ve ʿadûbet-beyân ile hacle-sâz-ı revân ibn ʿAmîd ü Hassan olan resûl-ı rehiyyü’l-bâl ve sefîr-i memdûhu’l-hısâlleri emâret-me’âb-ı hâniyyet-nisâb Rüstem Hân aʿlellâhu şânehû mâ-teʿâkube’l-melevân vesâtetiyle münbaʿis olan hırz-bâzû-yı müsâlemet temîme-i gerden-i müsâdakat per-niyân-ı mülemmaʿ târ-ı nesîc-gâh-ı yek ciheti perend-i gülbend-i ʿâlem-pesend-i kârgâh-ı dostî çemen-zîb-i riyâz-ı dil-sitânî bahâr-ârâ-yı bâğ-ı mihribânî yaʿnî nâme-i nâmî-i ʿanberîn-nikāb-ı latîfü’l-işâre ve risâle-i girâmî-i rengîn-elkāb-ı selîsü’l-ʿibârelerine fevâid-i dürer-i ʿibârât-ı dil-nişîni gerden-bend-i ʿavânî-i üserâ vü kalâid-i ʿizz ü istiʿârât-ı rengîni ve şâfi’s-sadr-ı ʿarâis-efkâr-ı leyletü’l-kadr ve sevâdı lemeʿât-ı muvâneset ile nûr-efşân ve sabîhatü’l-ʿıyd beyâzı matlaʿ-ı üns ü ülfetden hande-zenân-ı hatteş çû şeb-i kadr-i serâser-i maʿnâ-yı maʿnîş çû rûz-ı ʿıyd yekser rûşen-i mesâkıt-ı edvâ yerâʿa-i hüsn-i delâleti münevver-i dîde-i vefâ ve ihlâs-ı mahâbıt-ı envâr-ı berâʿa-i lutf-ı ʿibâreti rûşen-sâz-ı çeşm-i dilâ ve ihtisâs-ı hacle-gâh-ı sütûr-ı pür-nûrunda cilve-rîz-i tebahhur u ihtirâz olan ʿarâis-i benefşe-mûyân-ı fünûn-ı belâgat ve ebkâr-ʿanberîn-i gîsuvân-ı esâlîb-i fesâhat-ârâm rebâ-yı irbâ-yı muglak ve garâm-efzâ-yı mesâfiʿi bulegā-yı muhakkıkdır. Be-sâʿatî ki saʿâdet-azûb-ı redâhter bi-tâlîʿi ki kuvve-i ezû kuned takdîm-i bihterîn eyyâm-ı fîrûz ve huceste-terîn-i hengâm-ı gîtî firûzda şerefyâb-ı vusûl ve resîde-i tâkçe-i bâlâ-hâne-i mes’ûl [101a] olup ol gonca-i piçîde-i riyâz u dâd-ı nesîm-i tekrîm ile küşâde kılındıkda nükhet-i nikât-ı ʿanber-rîz-i muʿattar-sâz-ı meşâm-ı hilkat ve şezâ-yı müşg-sâ-yı hulûs-engîzi fersâ-yı dimâğ-ı meveddet olmuşdur.
Lâsiyyemâ muzâfât-ı memâlik-i fesîhamızdan olan Basra reʿâyâsından Mâniʿ didikleri nâsipâs-ı şekāvet-istînâs etbâʿ-ı hatavât-ı şeytân ve inhimâk-ı temvîhât-ı nefs-i pür-ʿudvân ile “el-Mer’u meczî bimâ ʿamele in hayran fe-hayra ve in şerren fe-şerre”[77] medlûlünden teʿâbî ve teʿâmî idüp delâlet-i tâliʿ-i vârûna ve vesâtet-i nuhûset-ahter-i haybet-makrûn ʿâdî be-vâdî-i bagy u ʿinâd ve dûr-üftâde-i şâhrâh-ı rüşd ü sedâd olup kātıbe-i sanâdîd-i küffâr ve şirzime-i aʿdâ-i millet-i muhtâr bâ-şiddet-i muʿâdât-ı dînî ve hiddet-i mevâdd-ı muhâlefet-i dünyevî kesret-i ʿadû ve vefret-i ʿiddet ve meded ile sâk-ı vâhid üzre kıyâm ve sevâʿid-i mütesâʿide ile mükâvehe ve iktihâm üzre olmağın bu hâlis-i taviyyetleri sedd-i ebvâb-ı mazarrat ve şedd-i erkân-ı nâmûs-ı şerîʿat ile meşgūl ve evkāt-ı bâhiretü’l-berekâtımız taraf taraf tertîb-i ʿatâd ü ʿadde ve techîz-i ciyâd-ı müştedde ve bi’l-cümle ʿazâyim-i mühimmât-ı dîn ve celâil-i mulimmât-ı müʿminîne masrûf olmağla ber-kāʿide-i “El-ehemmü fe’l-ehemm”[78] “el-akdem fe’l-akdem”[79] kendünün hasm-ı mevâdd-ı fesâddan pes-mânde-i eşgāl-i cihâd olmasını mülâhaza idüp gurûr-ı şekāvet ve gaflet-i ʿukūbet ve hevâsına tâbiʿ ashâb-ı nüfûs-ı habîse ve erbâb-ı tıbâʿ-ı hasîse eşrâr-ı ʿurbân-ı mekîdet-âsâr “ve hüm eşeddü ezen mine’l-küffâri”[80] ile ülke-i mezbûreye tevessüb ü tagallüb ve gûyâniye cânib-i saʿâdet câlib ü lâ-cûyîden? bir vâlî varınca ber-vech-i emânet hıfz u hırâset itmek üzre ihtirâʿ-ı müzahrefât-ı ekāvîl ü ibtidâʿ ekâzîb ü ebâtîl ve ber-mısdâk-ı “El-eʿrâbu eşeddu küfran ve nifâkan”[81] sûret-i itâʿatde izhâr-ı mutâvaʿat ve işʿâr-ı mütâbaʿat idüp bi’l-iktizâ imhâl-ı tenkîl ve istibkā’ nevâbir-i ceriyyet ve sebʿiyyetini iştiʿâl itmeğin belde-i mezkûreye mülâsakat ve musâkabat üzre olan devâhil-i memâlik-i mahrûsetü’l-mesâliklerinden Huveyza hudûdunda dahi îkāʿ-ı miten ve isâde-i isâr-ı mihen kasdıyla tebâğî ve tenâyüz ve tebâyün ve temâyüz itmekle be-yârî-i te’yîd-i niʿme’n-nasîr ifsâd ve aʿvânıyla hârib-i kıfâr-ı hüsrân ve hâib-i feyâfe-yi hizy ü hizlân olduğu iʿlâm ü inbâ ve ber-fehvâ-yı “muhabbetü’l-ebâ karâbetu’l-ebnâ”[82] abâ-i kirâm ve eslâf-ı meveddet-irtisâmdan mütevâris beynimizde bünyân-ı erkân-ı sipihr-i devvâr gibi muhkem ü üstüvâr ve envâr-ı hurşîd-i tâbdâr gibi bedîʿatü’l-âsâr olan muzâfât-ı [101b] kadîme-i rûz-efzûn ve muvâlât-ı müstedîme-i meziyyet-nümûn mürâʿâtıyla ol nevâhî-yi deren-i mekr ü fesâdlarından tenkıye vü temniye ve vesah-ı bagy u ʿinâdlarından tasfiye vü tahliye idüp ber-şîve-i debdebe-i hasene-i hemcivârı hademe-i sedene-i muhlis-i meveddet-şiʿârîye teslîm olunması bâbında emâret-meâb eyâlet-nisâb Huveyza Hânı es-Seyyid Ferecullah dâme ʿulüvvuhuya tenbîh ü sipâriş olunduğu ifhâm buyurulmuş.
Zamîr-i münîr-i kudsî-intibâh ve hâtır-ı ʿâtır-ı ilhâm-penâh-ı şâhîlerine hafî değildir ki bu cânibde olan cünûd-ı hamiyyet-penâh iʿlâ-yi kelimetullâh içün mücâhede-i müşrikîn ve mukāraʿa-i ahzâb-ı şeyâtîn ile meşgūl iken ol tarafda defʿ-i râyât-ı şikāk ve nasb-ı aʿlâm-ı nifâk idüp şakk-ı ʿasâ-yı müslimîn ve tefrîk-i kulûb-ı mü’minîn iden müteverritîn-i mühlike-i cehâlet ve mütehabbitîn-i mümevvihât-i dalâletin tard u hatminde olan himmet-i pâdişâhâneleri ki ʿizzü’l-meâsir ve zehrü’l-menâkıb ve’l-mefâhirdir. Mücerred nasr-ı dîn ve ʿavn-ı şerʿ-i mübîn olmağla “len yebreha hâze’llezîne[83] kāimen tukātilu[84] ʿaleyhi ʿisâbetün mine’l-müslimîn hattâ tekūme’s-sâ’ate”[85] mefhûmu bedîdâr ve ittibâʿ-ı fermân-ı vâcibü’l-intimâd “câhidü’l-küffâre ve’l-münâfikīne vegluz ʿaleyhim”[86] tarafeynden zâhir ü âşikâr olup ve dakāyık-ı ittihâd-ı hakāyık iʿtizâda karîn ve bu ülfet ü mürâfedet sebeb-i teşettüt-i şeml-i muʿânidîn olmağla vesîle-i ibtihâc-ı havâtır-ı muvahhidîn ve zerîʿa-i inbisât-ı kulûb-ı İslâmiyyîn olduğundan gayrı “Men halefe gāziyân fî-ehlihî fekad gazâ”[87] mağzâsınca[88] iktisâb-ı ecr-i cezîl ve istishâb-ı zikr-i cemîl buyurulmuşdur.
“Ez-sadâ-yı suhan-ı mihr nedîdem hûşter / yâdkârî derîn-künbed-i devvâr be-mând”[89] ve berfehvâ-yı “İnne’l-insâne leyetgā. En reâhustagnâ”[90], ber-muktezâ-yı rüvât-tînet ve fesâsetcibilliyet-i sübül [u] hukūk-ı niʿmet ve heng-i estâr-ı haşmet idüp tâlib-i erzâl-ı Ekrâd ve taharrüb-i cühhâl-ı evgād ile birkaç seneden berü imtilâk-i sugūr-ı tarafeyn ve ihtikâk-ı hudûd-ı cânibeyn ile ol havâlî-i medd-i bâğ-ı şen-i[91] gārât-ı bast idi. Munâvât u muʿâdât idüp bağy[92] ü tuğyân üzre olan Bebe Süleymân merdûd-ı devleteyn ve mağdûb-ı hażreteyn olmağla tündbâd-ı endişe-i istiklâl ile ol hudûda iştigāl eyledüğü nevâir-i mekr ü ihtiyâl-i katarât-ı menîʿ-i tîğ-ı istîsâl ile itfâ vü ihmâd olunması aʿzam-ı mesâlih-i dîn ü devletden olup ve “yuhlike’lharse ve’n-nesle va’llâhu lâ-yuhibbu’l-fesâd”[93] bu takrîb ile zîr-i destân ve reʿâyâdan niçe nüfûs-ı[94] bî-günâhân ve hûn u emvâl-ı vazʿ-ı müslimânân ʿarsa-i telef olup ve şemâtet-i [102a] aʿdâ-i dîne bâʿis olmasun içün “udʿu ilâ sebîli Rabbike bi’l-hikmeti ve’l-mevʿizeti’l-haseneti”[95] tıbkınca bu vakte dek tarîka-i enîka-i nush u bend ile bu emrin indifâʿ u irtidâʿına ve bu nifâk [u] şikākın salâh-ı rifâka istihâle ve istircâʿına ʿazîmet ve kable’l-inzicâr terhîb ü inzâr takdîm olunmuş idi. Ve lâkin “çû gûş-i hûş ne-bâşed çi sûd hüsn-i makāl”[96] mekāl tahrîk-i mevâdd-ı fesâd ve tehyîc-i nevâir-i bağy ü ʿinâddan dâmen-keş-i ferâğ olmayup gitdikçe ve cenât hâlinde delâil-i bî-devleti ve safahât-ı âmâlinde mahâil-i bed-bahtı zâhir ü bedîdâr olmağın ol menfûr-ı medhûrun bi-ʿavnihî teʿâlâ tedârük-i emri muhâfazât-ı sugūr ve gümâştegân-ı serhadd-i mansûremize tenbîh ü sipâriş olunmuşdur. “Men zereʿa’l-mihen hasadu’l-ihen”[97] lâ-cerem küştezâr-ı nahvet ve muhâsenet kıldığı tohm-ı muhâlefet ve musâveletden hâsıl olan garâmet bağy ü ʿidâdın[98] ve şe’âmet-i ʿanûd u tuğyân ile rişte-i ʿurûk-ı mefsedeti berîde-i re’s-i nikâl ve nikâbet ü “cilvetü’l-bâtıl sâʿatün”[99] mazmûnu ʿayân ve “zulmu’lmer’i yasraʿuhu”[100] mefhûmu nümâyân olup “Çü yek rişte şüd ʿakd-i şâhenşâhî şüd ez-fitne bâzâr-ı ʿâlem tehî”[101] te’ekkud-ı rişte-i muʿâk-ı muvâlât teahhuz-ı samt-ı te’ellüf ve musâfât ile hudûd ve tuhfem ve sugūr-ı merz-i bûmdan nevâib-i fiten mündefiʿ ve mesâib-i selvâ ve ahn-i mürtediʿ-i ahvâl-i ʿibâd intizâm u rahne-i umûr-ı bikāʿ ve bilâd karînü’n-niyâm olması çeşm-i dâşt-ı sâdıku’l-vidâdlarıdır ki müşârün-ileyh kāsıd-ı huceste-makāsıdları icrâ-yı resm-i risâlet-i Dârâ-yı levâzım-ı sefâretde bedân-gûne gerdiş-i edâ-yı fasîh ki ahsent ahsent gufteş mesîh-i lutf-ı ʿibâdet ve hüsn-i fesâhet u belâgat ve talâkat-lisân u zelâkat-zebân ile itmâm-ı hizmet ve zamâyim-i bedâyiʿ ve revâyiʿ-i ülfet ve şenâyif-i şerâyif-i hılʿat ile ʿarz eylediği hediyye-i behiyyeleri tekme-i iklîl-i kabûl ve makāle-i rağbet ü iʿtibâr ile meşmûl olup ʿâdet-i hasene-i seniyye-i şâhân-serîre kerîme-i marżıyye-i tâcdârân üzre mahfûz-ı fünûn-ı ʿâtıfetmelhûz nazar-ı nevâziş ü ʿinâyet olup iktisâtı akbiye-i fâhire-i izn ü muʿâvedet ve ictibâb-ı ecbiye-i zâhire ruhsat-ı mürâcaʿat ile şân-ı kiyâset-nişânı terfîʿ u menâl-i mufâharet-tuvânı tevsîʿ olunmağın teşdîd-i sevâʿid-i vidâd teşyîd-i maʿâkıd-ı ittihâd içün muʿtemedün-ʿaleyh ve mevsûkun-bih olan huddâm-ı Devlet-i ʿAliyyemizden emîrü’l-ümerâi’l-kirâm kebîrü’lküberâi’l-fihâm zevi’l-kadri ve’l-ihtirâm el-Hâc Mehmed Paşa dâmet meʿâlihî ber-sebîl-i sefâret [102b] firistâde-i savb-ı bâ-savâb vâlâ-menkıbetleri kılınup temşîyet-i mesâlih-i dîn ve nazm-ı umûr-ı müslimîn kalʿ u kamʿ-ı muhâlifân ve revʿ-i ıżdâr-ı muʿânidâna müteferriʿ lisânen sipâriş olunan ahvâli ber-dâşte-i pişgâh-ı ikbâl idüp itmâm-ı metâlib-i devleteyn ve incâh-ı meâdib-i tarâfeyn ile edâ-yı hizmet-i sefâret ve îfâ-yı levâzım-ı risâlet eyledikden sonra savb-ı dergâh-ı hilâfet-destgâhımıza muʿâvedet ü mürâcaʿata fâiz-i hüsn-i icâzet buyrulmak me’mûldür. Dâim ez-berk-ı gevher-i tâcet ber-ser-i mihr ü mâh efser-bâd. Der-cihân tâ-buved kürûr-ı şühûr nevbet-i kûs-i tü mükerred-bâd[102].