ISSN: 0041-4247
e-ISSN: 2791-9714

Süleyman Kızıltoprak

Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörlüğü, Kütahya/TÜRKİYE https://ror.org/03jtrja12

Anahtar Kelimeler: Mısır, İngiltere, Osmanlı Devleti, Evelyng Baring Cromer, Abbas Hilmi Paşa.

1. Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi ve Mısır’da “Örtülü Himaye” Dönemi (1892–1914)

Mısır Hidivliği görevini 1892-1914 yılları arasında sürdüren II. Abbas Hilmi (1874-1944), modern Ortadoğu siyasi tarihinin en kritik geçiş dönemlerinden birinin aktörlerinden biri olmuştur. 1944 yılında vefat edene kadar bölgesel ve küresel gelişmelere tanıklık etmiş ve bu süreçte fırsat buldukça figüratif rollerden sıyrılarak etkin bir siyasi aktör olarak öne çıkmaya çalışmıştır. Hidivlik mevkiine 18 yaşında genç bir yönetici olarak çeşitli tartışmaların gölgesinde gelen Abbas Hilmi, kısa sürede siyasi kişiliği ve atak tutumuyla bir yandan Osmanlı merkez bürokrasisi hem de Britanya’nın Mısır üzerindeki emperyalist çıkarları bakımından göz ardı edilemeyen önemli bir denge unsuruna dönüşmüştür.

14 Eylül 1882’de Tel el-Kebir Savaşı’nda işgale karşı başlattığı savaşı kaybeden Urâbî Paşa’nın teslim olmasıyla Mısır, Büyük Britanya askerleri tarafından fiilen işgal edildi. Londra hükümeti fiili işgalini sürdürürken Osmanlı Devleti’nin hukuki hükümranlığını şeklen de olsa tanımayı tercih etti. Bu durum, klasik emperyal müdahale biçimlerinden farklı bir siyasi manevra olarak görüldü. Britanya’nın sömürgeci memurlarının benimsediği bir adlandırmayla buna “örtülü himaye (veiled protectorate)” tanımlaması yapılmıştır. Bu bağlamda, Mısır Hidivliği makamına Osmanlı Padişahı tarafından atama yapılması ve Kahire’den İstanbul’a yıllık vergi gönderilmesi sürdürülmüştür. Fakat Nil havzasındaki geniş topraklara hükmeden Mısır’ın yönetimi pratikte Britanya’nın Kahire’deki diplomatik temsilcisi olan başkonsolosu eliyle yönlendirilmiştir.

Bu “örtülü himaye” sistemi, Abbas Hilmi’nin pederi ve selefi olan Mehmed Tevfik Paşa (1879- 1892) döneminde görece daha uyumlu bir şekilde tesis edildi. Ancak, II. Abbas Hilmi’nin iktidara gelmesiyle birlikte bu denge bozulmaya başlamıştır. Özellikle Britanya’nın Mısır’daki en güçlü yöneticilerinden biri olan Lord Cromer (Sir Evelyn Baring) ile Hidiv arasında ciddi siyasi gerilimler ortaya çıktı. Abbas Hilmi Britanya’nın Mısır üzerinde sergilediği pervasız vesayet politikalarını sorgulayan ve kimi zaman doğrudan karşı çıkan yaklaşımlarda bulundu. Bu tavır, Mısır milliyetçiliğinin yükselişiyle de örtüşüyordu ve Hidiv zaman zaman milliyetçi unsurlarla da temas kurarak Britanya’ya karşı yerel bir meşruiyet inşa etmeye çalışmaktan geri durmadı.

28 Temmuz 1914 tarihinde I. Dünya Savaşı’nın çıkmasından kısa bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması üzerine, Britanya Mısır’ı bu kez hukuken işgal ettiğini ilan etti ve Abbas Hilmi Paşa’nın görevine son verildiğini duyurdu. Diğer taraftan bu dönemde İstanbul’da bulunan Abbas Hilmi, Osmanlı Devleti nezdinde hukuki statüsünü sürdürdü ve savaşın sonuna kadar resmen Mısır Hidivi olarak tanındı.

II. Abbas Hilmi’nin Hidivliği, yalnızca bir Osmanlı eyalet yöneticisinin kariyeri değil; aynı zamanda imparatorluk sonrası düzenin, sömürgecilik pratiklerinin ve yerel direniş biçimlerinin iç içe geçtiği karmaşık bir siyasi denklemin özetidir. Onun dönemi, Mısır’ın hem Osmanlı hem de Britanya bağlamında iki farklı merkez arasındaki güç mücadelesinin en görünür sahnelerinden biri olarak değerlendirildi.

2. II. Abbas Hilmi Paşa’nın Hidivliğe Geçiş Süreci: Meşruiyet Arayışları ve Siyasi Denklem

Mısır, Osmanlı Devleti’ne bağlı yarı özerk bir eyalet olarak idare edildiği XIX. yüzyıl boyunca çok sayıda ulusal ve uluslararası gelişmelerin içinde yer aldı. Bu çerçevede, 7 Ocak 1892 tarihinde Hidiv Mehmed Tevfik Paşa’nın ani vefatı hem Mısır’ın iç siyasi yapısında hem de Osmanlı-Britanya ilişkilerinde yeni bir kırılma noktasını beraberinde getirdi. Beklenmeyen vefat haberinin hemen ardından, Viyana Askerî Akademisi’nde eğitimine devam eden oğlu Prens Abbas Hilmi, Kahire’ye geri çağrıldı. Hidivlik makamının aniden boşalması kadar Abbas Hilmi’nin henüz reşit olup olmadığı tartışmalı bir yaşta olması sebebiyle, siyasi bir meşruiyet krizi ortaya çıktı[1] .

Kavalalı Mehmed Ali Paşa hanedanına 1841 tarihli Osmanlı Padişahı Abdülmecit’in fermanı ile tanınan kalıtsal Hidivlik imtiyazı, Sultan Abdülaziz zamanında 1872 yılında çıkarılan bir fermanla tekrardan düzenlenmiş ve tahtın, mevcut Hidiv’in en büyük ve en ehil erkek evladına geçeceği hükme bağlanmıştır. Bu düzenleme, halefiyetin açık şekilde tanımlanmasına rağmen, Abbas Hilmi’nin yaşı konusundaki belirsizlik hem Osmanlı merkezi otoritesi hem de Mısır’daki Britanya işgal yönetimi açısından yeni siyasi manevra alanları doğurmuş oldu[2] .

İlk olarak taraflar kendi yaklaşımlarına katkı sağlayacak şekilde, Abbas Hilmi’nin doğum tarihi konusunda farklı iddiaları ortaya atmış görünüyordu. Resmî kayıtların yetersizliği ve doğrudan belgelenmiş bir nüfus kaydının olmaması, yaş tespiti için gayri-resmî yollara başvurulmasına yol açtı. Britanya’nın Mısır’daki fiilî yöneticisi konumundaki Lord Cromer, bu sorunu kendi denetimi altında çözmek amacıyla, Tevfik Paşa döneminde hizmet görmüş yaşlı bir şahidi dinleterek Prens’in 14 Temmuz 1874’te doğduğuna dair şahitlik kaydı oluşturdu. Bu durumda, Abbas Hilmi, 18 yaşına ancak 14 Temmuz 1892’de girecekti ve bu tarih itibariyle reşit sayılacaktı. Oysa babasının ölümünün hemen ardından tahta geçebilmesi için reşit olması gerekiyordu[3] .

Bu süreçte Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid, Hidivliğin geçici olarak İstanbul’dan atanacak bir naib aracılığıyla yürütülmesi düşüncesini gündeme getirdi. Zira Padişaha göre, yürürlükteki ferman, reşit olmayan bir varis durumunda naiblik meclisi kurulmasını ve İstanbul merkezli bir atanmanın yapılmasını öngörüyordu. Bu öneri, Mısır’daki Britanya çıkarlarını tehdit eden bir gelişme olarak değerlendirildi. Britanya, Mısır üzerindeki “örtülü himaye” sisteminin fiilî egemenlik unsurlarını yitirmemek için bu duruma karşı bir çözüm üretmek zorundaydı[4] .

Bu noktada devreye alınan bir başka pragmatik öneri, Cromer’ın işine yaradı: Müslümanların yaş hesaplamasında hicri takvimin esas alınması gerektiği yönündeki yorum. Hicri yıl, 354 günden müteşekkil olduğu için bu takvime göre yapılan hesaba göre Prens Abbas, 24 Aralık 1891 itibarıyla 18 yaşına ulaşmış görünmekteydi. Bu hesaplama, Abbas Hilmi’nin reşit kabul edilmesini sağladı ve böylece naiblik tartışması bertaraf edilerek Britanya’nın Mısır’daki otoritesi korunmuş oldu[5] .

Yeni Hidiv, eğitimini yarıda bırakarak 16 Ocak 1892’de Kahire’ye ulaştı. Abidin Sarayı önünde, Britanya subaylarının komutasındaki Mısır ordusu tarafından görkemli bir karşılama töreni düzenlendi. Tören sırasında Osmanlı Padişahı tarafından gönderilen Hidivlik Fermanı yüksek sesle okundu; Mısır askerî bandosu Türk millî marşını çaldı ve Abbas Hilmi’ye askerî selam verildi. Bu tören, hem Osmanlı Devleti’nin hukuki hükümranlık iddiasını hem de Britanya’nın Mısır üzerindeki siyasi vesayetini sembolik olarak pekiştirmeye yönelikti. Böylece Abbas Hilmi’nin tahta geçişi hem hukuki hem siyasi olarak meşruiyet kazanmış oldu[6] .

Böylece, II. Abbas Hilmi’nin Mısır Hidivliği’ne geçiş süreci, yalnızca bir hanedan değişimini değil, aynı zamanda XIX. yüzyıl sonu Britanya’nın emperyal politikaları, Osmanlı reform hamleleri ve yerel meşruiyet dinamikleri bağlamında çok katmanlı bir siyasi oyunun parçası olarak değerlendirilmelidir.

3. Genç Hidivin Otorite Tesisi Çabaları

II. Abbas Hilmi, miladi takvime göre henüz reşit sayılmadığı bir dönemde Mısır Hidivlik makamına getirildi. Bu durum hem İstanbul’daki Babıâli çevresinde hem de Mısır’daki Britanya idaresinde farklı siyasal değerlendirmelere yol açtı. Osmanlı merkez bürokrasisinde, Abbas Hilmi’nin reşit olmadığı gerekçesiyle Mısır’a bir naib atanması gerektiğini savunanlar, süreç sonunda siyasal bir hayal kırıklığına uğradı. Zira Mısır’daki fiilî işgal yönetiminin başındaki Lord Cromer, Hidivlik makamının hızla doldurulmasının, başka alternatiflerin tartışmaya açılmasının önüne geçeceğini düşünmekteydi. Bu nedenle, yaş tartışmasının çözümüne yönelik olarak İslam hukukunda esas alınan hicri takvim üzerinden hesaplama yapılmasını önerdi.

Cromer’ın bu önerisi, siyasi gerçekliklerle örtüşen pragmatik bir çözüm olarak görüldü ve Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilmesi noktasında zorluk yaşansa da sineye çekilen bir durum olmaktan çıkmadı. Böylelikle, 18 yaşını hicri takvime göre doldurmuş sayılan Abbas Hilmi, hukuken reşit kabul edilerek resmen Mısır Hidivi olarak atandı. Bu karar, bir yandan Osmanlı’nın hukuki üstünlüğünü koruduğu yönünde bir izlenim verirken, diğer yandan İngiltere’nin Mısır’daki fiilî vesayetini daha da pekiştirmişti[7] .

Ancak II. Abbas Hilmi’nin hidivliğe atanmasıyla birlikte gelişen siyasi ortam, Cromer’ın beklentilerini karşılamaktan oldukça uzaktı. Genç yaşına rağmen Avrupa’da, özellikle de Viyana’da aldığı eğitim, Abbas Hilmi’nin sömürge karşıtı düşünce yapısının temellendirilmesinde önemli bir rol oynadı. Muhtemelen babası Hidiv Tevfik Paşa İngiliz işgal idaresinin baskılarına yakından maruz kaldığı için oğlunun eğitimi için Avusturya’nın başkentini seçerek onu Londra’nın etkisinden mümkün olduğunca korumak istedi. Genç Abbas Hilmi Viyana’da sadece modern bilim ve siyasetle tanışmakla kalmamış, aynı zamanda farklı Avrupa hanedanlarına mensup aristokratlarla ilişkiler kurarak kendine uluslararası düzeyde bir sosyal ağ da inşa etmişti. Bu çevrede edindiği tecrübeler, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun merkeziyetçi ve mutlakiyetçi idare sistemine dair gözlemleriyle birleşince, Mısır’da uygulanabilecek farklı bir yönetim vizyonu geliştirmesine imkân sağladı.

Cromer, genç bir hidivin iş başına gelmesinin kendi yönetim stratejileri açısından avantaj sağlayacağını düşünmekteydi. Ona göre, deneyimsiz bir genç, sömürge idaresi karşısında kolayca yönlendirilebilecek bir figür olacaktı. Ancak II. Abbas Hilmi, Mısır’a gelir gelmez bu varsayımları boşa çıkaracak bir yönetim tarzı sergilemeye başladı. Babası Mehmed Tevfik Paşa’nın daha uyumlu ve edilgen çizgisinden farklı olarak, aktif, bağımsız ve yer yer İngiliz idaresini sorgulayan bir siyasal duruş benimsedi[8] .

Bu bağlamda, II. Abbas Hilmi’nin tahta geçiş süreci ve erken dönem siyasi tutumları, yalnızca Mısır’ın iç idari yapısını değil, aynı zamanda Osmanlı-Britanya ilişkilerinin hassas dengesini de doğrudan etkilemiştir. Hem Osmanlı’nın hâlâ meşru otorite olarak kabul edilmek istendiği, hem de Britanya’nın sömürge politikalarının derinleştiği bu dönemde, genç Hidiv’in varlığı siyasi bir kırılma ve dönüşümün başlangıcı olarak değerlendirilmelidir[9] .

Abbas Hilmi Mısır’da ulusal çıkarları gözeten bir ekip kurma amacındaydı. Göreve başlar başlamaz gençlik enerjisinin kendisine yüklediği aksiyonu sergiledi. Cromer karşısında alttan almayarak saray erkânının bir bölümünü değiştirdi. Daha sonra, Ocak 1893’te “örtülü himaye” düzenini yok sayarak Lord Cromer’ın onayını almadan Britanya yanlısı Başbakanı Mustafa Fehmi’yi görevden alıp yerine Hüseyin Fahri’yi tayin etme noktasındaki kararını açıkladı. Bu şekilde Mısır’da hukuken oturduğu makamdan kaynaklanan bağımsız iradesini ortaya koymak istedi[10].

Cromer, kendisine danışılmadan yapılan bu değişikliğe hemen aşırı ve ölçüsüz bir tepki gösterdi. Hemen bir rapor yazdı. Böylece İngiliz hükümetinin dikkatini çekerek 16 Ocak 1893’te Abbas Hilmi’ye karşı ilk adımını attı. Londra’dan gelen mesaj ile Hidiv makamından alınmakla tehdit edildi. Sert bir ültimatom karşısında çaresiz kalan II. Abbas Hilmi, Fahri Paşa’yı görevde bir gün dahi geçirmeden görevden aldı. Son tahlilde Abbas Hilmi Paşa, siyasi karar verme mekanizmasının tepe noktasında Cromer’le giriştiği güç mücadelesini ilk teşebbüsünde kaybetti. Ancak, bu olay nedeniyle Mısırlılara güven verdi ve özellikle milliyetçi basın nezdinde saygınlığını artırdı.

Diğer taraftan, göreve geldiği ilk günlerde Mısır’daki yönetim otoritesinin tam olarak hidivlik makamında yani kendinde olduğunu göstermek amacıyla, hukuken tabisi olduğu Osmanlı Devleti Sultanı II. Abdülhamid’e karşı da mesafeli oldu. Diğer taraftan Lord Cromer’ın Mısır’da sömürge valisi gibi davranmasına son vermek için harekete geçtiğinde bir başka ön kabulü daha vardı: İngilizlerin Mısır’daki işgaline karşı siyasal tutumunu devam ettiren Fransa’nın da kendisine en azından diplomatik destek vereceğini hesaplıyordu. Lord Cromer ve ona bağlı İngiliz başkonsolosluk ekibinin Mısır Hükümeti’nin danışmanları olarak görev yapan bir grup profesyonel olduğunu ama fiilen idarenin gerçek otoritesi durumunda olduklarını kavraması birkaç ibretlik olaydan sonra oldu. Bütün bu gelişmelere rağmen, ısrarından vaz geçmeyen II. Abbas Hilmi, İngiliz temsilcileri ve Cromer ile mücadelesini devam ettirmek noktasında panik yapıp hemen geri adım atmadı[11].

Hidiv şöyle düşünüyordu: Lord Cromer’ın pozisyonu danışmanlık ise ona danışarak istediğini emredebilirdi. Böylelikle Cromer’ın fiilen güç kullanmasına izin vermek istemedi. İngiliz etkisinden uzak bir hükümet kurmak ve Mısır’ı kendi otoritesi altında yönetmek istedi. Ancak, Mısır’daki gizli hükümdar Cromer engeline takıldı. Abbas Hilmi örtülü himaye düzeninin fiilen ne anlama geldiğini bu tecrübe sonunda gördü. Londra Hükümeti’nin desteğini almış olan Cromer, Hidiv’e bakanları değiştirmeden önce Britanya’nın onayını alması gerektiğini her seferinde söyledi[12].

4. II. Abbas Hilmi’nin İstanbul Ziyareti: Sömürgecilere Karşı Dayanışma Arayışı

II. Abbas Hilmi, İngilizlerin Mısır’daki nüfuzlarını kurumsallaştırarak ülkeyi Hindistan benzeri bir sömürgeye dönüştürme girişimlerine karşı meşru bir direniş sergileme arzusundaydı. Bu kapsamda, Mısır’da fiilen sömürge valisi konumundaki Lord Cromer’ın yoğun baskılarına rağmen, 1893 yılı yaz aylarında İstanbul’a bir ziyaret gerçekleştireceğini açıkladı. Görünürde bu ziyaret bir “yaz tatili” çerçevesinde planlanmış olsa da Cromer ve çevresi, bu yolculuğun arkasında siyasi maksatlar bulunduğunu öne sürmekten geri durmuyordu. Özellikle II. Abbas Hilmi’nin, Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ile doğrudan temasa geçerek İngiltere karşısında ortak bir siyasal zemin oluşturma arayışı içinde olduğuna dair değerlendirmeler yaparak endişelerini dile getiriyordu[13].

II. Abbas Hilmi’nin bu ziyareti sıradan bir seyahat olmaktan oldukça uzaktı. Hidivlik makamına yakışır derecede ihtişamlı bir gemiyle yola çıkarken, Mısır’ın ileri gelen eşrafı ve yüksek rütbeli bürokratları da kendisine özel olarak tahsis edilen ikinci bir gemiyle hareket etti. Bu şekilde görkemli bir seyahate çıkma tarzı, sadece Osmanlı payitahtına değil, aynı zamanda Avrupa başkentlerine de güçlü bir mesaj iletme niteliği taşıyordu. Zira Mısır söz konusu olduğunda Süveyş Kanalı’nın 1869’da açılmasından itibaren emperyalist olarak sadece İngilizler değil, kendi çıkarları peşinde koşan Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar, Avusturyalılar hatta Ruslar da vardı. Bunların yanında Kahire’de Osmanlı’dan yana bir siyasal çizgiye sadık kalan yerli elit de mevcuttu.

İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid tarafından son derece özenle hazırlanmış bir protokol ile karşılanan Abbas Hilmi Paşa ve beraberindeki heyet hem Osmanlı merkezi bürokrasisi hem de Avrupa başkentlerinde büyük bir ilgiyle takip edildi. Bu ziyaret, iki tarafın da İngiliz nüfuzu karşısında yeni bir denge arayışına girdiği bir dönemde gerçekleşmiş ve sembolik olmakla birlikte stratejik bir özellik de taşımıştır[14].

II. Abdülhamid ile II. Abbas Hilmi’nin ortak hedefi, Mısır’daki İngiliz askerî varlığının sona erdirilmesi ve ülkenin gerçek anlamda Osmanlı hâkimiyetine dönmesiydi. Bu doğrultuda, II. Abbas Hilmi, İstanbul ziyaretinde sadece siyasi meşruiyetini güçlendirmeyi değil aynı zamanda askeri ve mali destek taleplerini de gündeme getirmeyi amaçladı. Sultan, bu desteğe kısmen olumlu yaklaşmakla birlikte, İngiltere ile doğrudan çatışmayı göze almaktan kaçınarak temkinli bir siyaset izlemeyi tercih etti. Buna rağmen, Abbas Hilmi için bu ziyaretin kazanımları önemsenecek düzeydeydi. Padişahın kendisine gösterdiği yüksek protokol düzeyi ve iltifatlar, Cromer karşısında yalnız olmadığını teyit eden bir unsur olarak değerlendirildi. İstanbul’da gördüğü ilgi, sadece politik değil, duygusal bağlamda da etkili olmuş; II. Abbas Hilmi bu şehirden derin bir hayranlıkla ayrılmıştı. Ziyaretin ardından, hem İngilizlere karşı Osmanlı ile dayanışma görüntüsü vermek hem de şahsi beğenilerine uygun olması nedeniyle yaz aylarını düzenli olarak İstanbul’da geçirmeye başladı.

Sultan II. Abdülhamid de bu yakınlaşmayı teşvik edecek şekilde Hidiv’in validesi Âmine Hanım’a Bebek sahilinde bir yalı arazisi bağışlamış, Abbas Hilmi’ye de Boğaziçi’nin manzarası ve havası bakımından cazip bölgelerinden biri olan Beykoz’da kıyıdan başlayıp tepelik alana kadar uzanan görkemli bir arazide konut inşa etme izni verdi. Bu yapı, mimarisi ve konumuyla Topkapı Sarayı’nı karşıdan gören ve Boğaz’ın karşı kıyısında yer alan Padişahın Çırağan Sarayı ile rekabet edebilecek ölçüde görkemliydi. Söz konusu jestler, yalnızca bireysel takdir ifadeleri değil; Osmanlı-Mısır ilişkilerinde sembolik yakınlaşmayı pekiştiren araçlar olarak da değerlendirilebilecek düzeyde önemli adımlar olarak değerlendirildi[15].

1893 İstanbul ziyareti, II. Abbas Hilmi’nin İngiliz işgaline karşı yürüttüğü direnişi meşrulaştırma ve Osmanlı ile dayanışma zeminini güçlendirme siyaseti bakımından dönüm noktalarından biri olarak değerlendirilmiştir. Bu ziyaret, Mısır’ın emperyalist işgal tarihine karşı geliştirilen yerli ve meşru bir siyasal duruşun önemli bir aşamasını temsil edecek seviyede kayda değer gelişmelerin başlangıç noktaları arasındadır[16].

5. İşgalci Memurlara Karşı Hidiv’in Cesur Tutumu

Abbas Hilmi, babasından sonra göreve geldiği makamın ve temsil ettiği halkın haklarını korumak için cesur tutumunu bir başka olay esnasında tekrar gösterdi. Başbakan atamasında çıkan sorundan yaklaşık bir yıl sonra, o dönemin Mısır ordusu başkomutanı gibi bir pozisyona sahip olan Herbert (sonradan Lord) Kitchener şahsında yeniden Britanya’ya meydan okudu. Ancak bu çıkışından da arzu ettiği şekilde bir netice elde edemedi. Bir kez daha gerçek iktidar sahiplerine karşı güç denemesinde başarısız oldu. Bundan sonra Britanya’nın fiili işgaline karşı çıkmak noktasında açıkça bir tavır ortaya koymanın faydasız olduğunu gördü.

Hidiv göreve başlamasının üzerinden henüz 2 yıl geçmişken Ocak 1894’te meydana gelen Mısır sınır korumasında görevli Mısır askerlerinin oluşturduğu askeri bölüğün teftiş edilmesi sırasında çıkan kriz Mısır’daki İngiliz işgal memurlarının güçlerinin sınırlarını ortaya çıkardı. Literatürde geçen adıyla “teftiş olayı”, II. Abbas Hilmi’nin İngiliz işgal idaresiyle sürdürdüğü mücadelesini bir başka noktaya taşıdı. Sudan ile Mısır’ı birleştiren Halfa Vadisi’ndeki Mısır askerlerini ziyaret eden Hidiv bu sırada yapılan askerî törende, askerlerin eğitimsiz olduğunu müşahede etti. Doğal olarak tespit ettiği disiplin eksikliğini orada komutan olarak görev yapan Kitchener’e yüksek ses tonuyla şikâyette bulundu. Kitchener ise bu tepkiyi kendisi ve askerlerin eğitimini üstlenen İngiliz subaylarına karşı bir hakaret olarak yorumladı. Hatta kendisinin ve İngilizlerin onurunun kırıldığını iddiasıyla Cromer’ı telgraf ile bilgilendirdi. Cromer ise bu olayı olduğundan fazla abartarak Abbas Hilmi’ye karşı kullandı. II. Abbas Hilmi’yi avucunun içinde tutmak ve Londra’nın tam desteğini almayı hedefleyen Cromer, olayı çarpıtmak suretiyle Hidiv’in orduyu İngilizlere karşı ayaklanmaya teşvik ettiğini iddia eden raporunu Londra’ya gönderdi[17].

İngiliz hükümeti ise karşı tepkisini yüksek dozda gösterdi. Abbas Hilmi’ye bir yıl önce yaşanan krize kıyasla daha ağır bir ültimatom gönderdi. Hidiv, Londra’dan yükselen sert tepkiler üzerine direnç gösteremeyerek geri adım atmak durumunda kaldı. Hatta Londra tarafından kendisinden istenilen ordudan özür dileme anlamına gelen İngiliz subaylara övgü dolu bir bildiriyi yayınladı. Bu gelişme, yalnızca Hidiv’i değil, aynı zamanda Mısır’daki milliyetçi çevreleri de derinden etkiledi. Cromer, bu süreçte hedeflerinin bir kısmına ulaşmayı başardı. İngiliz işgaline karşı ortaya çıkan milliyetçi hareketlenmeler ile Hidiv’in sergilediği muhalif tutum, yoğun bir baskı altına alındı[18].

Hidiv, Mısır halkı tarafından kendisine destek verenlerin sayısının sınırlı olmasına rağmen, iktidar gücünü yeniden tesis etme yönündeki ümidini korumayı sürdürdü. Siyasal yalnızlığına rağmen, mevcut dengeleri kendi lehine çevirme arzusu bir hayal gibi algılansa da o çabasından vazgeçmedi. Mısır’ın İngiliz baskısından kurtulmasını arzulayan çevrelerin zayıf ve dağınık taleplerini dikkatlice izledi. Bu mücadeleyi doğrudan yürütmenin riskli olduğunu düşündüğü için, dolaylı ve örtük yolları tercih etti. Açık bir karşı duruş sergilemektense, işgal karşıtı duruşunu basındaki bazı kalemler aracılığıyla ve dolaylı biçimde ifade etmeye yöneldi. Bu tutumu hem kendi meşruiyetini koruma hem de İngiliz yönetimine doğrudan meydan okumaktan kaçınma stratejisinin bir parçasıydı.

6. Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın Mısır’daki İngiliz Varlığına Karşı Tutumu ve Uluslararası Dengeler

XIX. yüzyılın son çeyreğinde Mısır, Britanya’nın işgal politikalarıyla giderek sömürge benzeri bir yönetime mahkûm edilirken, bu sürece karşı en istikrarlı ve meşru tepkiyi sergileyen temel siyasi aktör Osmanlı Devleti olmuştur. Her ne kadar Osmanlı merkezi yönetimi doğrudan bir sıcak çatışmaya girmekten imtina etse de özellikle Kahire’deki diplomatik temsilciliği ve medya organları üzerinden İngiliz hâkimiyetine karşı bir direniş hattı tesis etmeye çalışmıştır. Bu noktada, Osmanlı Devleti adına yüksek komiser göreviyle Kahire’ye tayin edilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oynadığı rol kritik öneme sahiptir. Padişah II. Abdülhamid, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı bilinçli bir tercihle görevlendirmiş; onu Hidiv II. Abbas Hilmi’nin Lord Cromer karşısında daha sağlam ve dirençli bir siyasal duruş sergileyebilmesi için destekleyici bir aktör olarak konumlandırmıştır. Paşa’nın dikkatli ve dengeli yürüttüğü diplomatik faaliyetler, Osmanlı-Mısır ilişkilerinde Britanyalı işgal memurlarının yönlendirdiği baskı nüfuzuna karşı geliştirilen örtülü direnişin temelini oluşturmuştur[19].

Diğer taraftan, Mısır kamuoyunda işgale karşı oluşan bilinç, büyük ölçüde basın yoluyla ifade bulmuştur. İskenderiye ve Kahire’de faaliyet gösteren matbuat organları, İngiliz sansürü ve baskısı altında olsa da Mısır halkının millî iradesini yansıtan yayınlar yapma çabasını sürdürmüşlerdir. Özellikle milliyetçi duyguların gelişmesinde Osmanlı yanlısı yayınlar kadar, yabancı sermayeye mensup ancak İngiliz politikalarına mesafeli duran bazı gazetelerin de dolaylı etkisi olmuştur[20].

Bu bağlamda, Mısır’daki uluslararası rekabetin dinamikleri dikkatle değerlendirilmelidir. 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı’nın hissedarlarından biri olan Fransa, 1876’da tesis edilen mali kontrol mekanizmaları aracılığıyla Mısır’da uzun süre ekonomik ve idari varlık göstermiştir. İngilizlerin bölgedeki tek taraflı hâkimiyet kurma girişimleri, Fransız çıkarlarıyla doğrudan çatışmış; bu da Fransa’nın Mısır’daki İngiliz karşıtı tutumunu besleyen temel etkenlerden biri olmuştur. Bu rekabet ortamı, İngiltere dışında kalan Avrupa devletlerinin -özellikle Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya’nın- Mısır’da görev yapan uyruklarının da işgal karşıtı faaliyetlere belirli ölçüde katkı sunmasına neden olmuştur.

Cromer’ın karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri, kapitülasyonların sağladığı imtiyazlar sayesinde Mısır’da faaliyet gösteren yabancı basın ve diplomatik misyonların, İngiltere’nin işgalci politikalarını doğrudan ya da dolaylı biçimde eleştiren yayınlar yapmalarıydı. Her ne kadar bu yayınların doğrudan siyasi etkisi sınırlı olsa da milliyetçi bilinçlenmenin yayılmasında önemli bir katalizör işlevi görmüşlerdir. İngiliz işgali altındaki Mısır’da milliyetçi hareketin şekillenmesinde Osmanlı Devleti’nin diplomatik direnci, Fransız rekabeti, yabancı gazetelerin etkisi ve halkın artan bilinç düzeyi belirleyici unsurlar olarak öne çıkmıştır. Dolayısıyla bu çok yönlü denge oyunu içerisinde II. Abbas Hilmi’nin siyasal manevra alanı da şekillenmiştir. Söz konusu alan öylesine çetrefilli ve değişkendir ki meselenin tüm taraflarını statik pozisyon belirlemekten alıkoymakta ve sürekli bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında dinamik olmaya zorlamaktadır[21].

7. Kahire-İstanbul İlişkilerini Gerginleştiren Mısır’daki Jön Türkler

Britanya İmparatorluğu, Padişah II. Abdülhamid’e karşı pozisyon alan Jön Türklere Mısır’da kucak açmaktan geri durmadı. Padişah Jön Türklerin Mısır’daki faaliyetlerini kontrol etmek noktasında Hidiv üzerinden harekete geçerek sonuç almak istiyordu. Bu yüzden Padişah ile Hidiv’in arasında Jön Türkler sebebiyle zaman zaman gerginlikler yaşandı ve hatta güvene dayalı ilişkileri bozulur gibi oldu. Bu bağlamda, Jön Türklerin ileri gelenlerinden biri olan Mizan gazetesinin meşhur yazarı Mizancı Murad’ın Mısır’da ikamet etmeye başlaması mevcut gerginliği artırdı. Mizancı Murad Mısır’a ayak basar basmaz Padişah aleyhinde yayınlar yapmaya başladı. Özellikle, Osmanlı padişahlarının ve II. Abdülhamid’in halifelik sanını kullanmasına karşı pozisyon alarak İngilizlerin Mısır’daki ayrıştırıcı politikalarına katkı veren bir tutum sergilemesi İstanbul’da büyük rahatsızlıklara neden oldu[22].

Mizancı’nın Mısır’a yerleşmesine yardımcı olan İngilizler olsa da Padişah Hidiv’in inisiyatif alarak onu sınır dışı etmesini talep etti. Mizancı Murad’ın Mısır’a girişi sebebiyle bu sorunun ortaya çıkmasında İngilizlerin etkisi açık olmasına rağmen onun Mısır’dan çıkarılışında Hidiv inisiyatif aldı. Mısır’daki Jön Türklerin zaman zaman dozu artan bir şekilde İstanbul hükümeti ve padişah aleyhindeki faaliyetlerini sona erdirememiş olmasına rağmen, Mizancı Murad sorununda olduğu gibi kısmen de olsa Hidiv, Padişah’ın talebi yönünde önemli katkılar sağladı[23].

Cromer da genel olarak, Mısır’daki Osmanlı hükümetine muhalif çevrelerden özellikle Jön Türklere destek vererek onların enerjilerini İstanbul’a karşı tüketmelerini destekliyordu. Böylelikle Mısır’daki İngiliz işgaline karşı pozisyon almak ve tepki geliştirmek yerine dünyadaki Müslüman halkların genel problemleriyle meşgul olan Mısırlı milliyetçilerin İslamcılar kanadı ortaya çıktı. Böylece, Cromer’ın karşısındaki muhalefet cephesi birkaç parçaya bölünmüş oldu. Bununla birlikte Hidiv zaman zaman Sultan II. Abdülhamid karşıtı yayın organlarına da kendi politik hedefleri doğrultusunda destek verme politikası da uyguladı. Ancak bu desteğin verdiği zarar karşısında Hidiv’in Osmanlı Devleti’ne katkılarının daha fazla olduğuna dair emareler de bulunmaktadır. Mesela Hidiv’in desteğini alan Mustafa Kâmil’in basın faaliyetleri İngilizler karşısında Mısır halkının ve Mısır’daki Osmanlı hukukunun korunması noktasında eşsiz bir öneme sahiptir[24].

8. Mısır’ın Bağımsızlık Mücadelesinde Basın

Hidiv II. Abbas Hilmi Paşa, görev süresi boyunca zaman zaman farklı siyasal tutumlar sergilemiş ve bu nedenle çeşitli çevrelerde çelişkili izlenimlere neden olmuş olsa da genel çerçevede İngilizlerin Mısır’daki sömürgeci politikalarına, özellikle de Britanya’nın Mısır temsilcisi Lord Cromer’in uygulamalarına yönelik eleştirel tutumunu korumaya devam etmiştir. Bu eleştirel yaklaşım, yalnızca sömürge yönetimine doğrudan muhalefetle sınırlı kalmamış; aynı zamanda Mısır halkının haklarını savunan ve işgale karşı duran milliyetçi gruplara örtülü biçimde destek verilmesi şeklinde de tezahür etmiştir.

II. Abbas Hilmi Paşa, doğrudan çatışmalardan kaçınarak, işgal karşıtı hassasiyetlerin canlı tutulmasını ve milliyetçi bilincin diri kalmasını hedeflemiştir. Bu bağlamda, işgal karşıtı direnişi teşvik etme yönündeki siyaseti hem kendi siyasal meşruiyetini pekiştirme hem de halk nezdindeki desteğini artırma stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır. Söz konusu yaklaşım, aynı zamanda, Osmanlı Devleti ile olan bağı sürdürmek isterken, yerel milliyetçi hareketlerle de pragmatik bir ilişki kurulması arzusunun göstergesi olarak yorumlanabilir[25].

Bu çerçevede Abbas Hilmi Paşa, dönemin Mısır basınını etkili bir siyasal araç olarak görmüş; işgal yönetimini doğrudan eleştirmese de kendi lehine yayın yapan ya da işgal karşıtı duruş sergileyen gazetecileri çeşitli yollarla örtük biçimde desteklemiştir. Böylece hem kamuoyunu yönlendirme çabası içinde olmuş hem de siyasi sınırları zorlamadan muhalefetini sürdürmeyi başarmıştır[26]. II. Abbas Hilmi Paşa, Cromer’ın sömürgeci yaklaşımları karşısında halkın özgürlüğünü sağlama noktasında yeni bir politikaya yöneldi. Kendi desteğini alan fakat ondan bağımsız bir siyasal hareket görüntüsü veren ekipler kurmaya çalıştı. Bunlar vasıtasıyla perde arkasından İngiliz işgaline karşı bir muhalefet oluşmasını planladı. Bu bağlamda, Mustafa Kâmil’in Milli Partisi’nin temelini teşkil eden Milliyetçi Mısırlılardan oluşan gizli bir ekip kurdu. Mustafa Kâmil’in Avrupa’daki Britanya karşıtı propagandasını destekledi. Ayrıca Muhammed Yusuf’un el-Mueyyed adlı gazetesinin yayınına maddi katkı sağladı[27].

1898 yılında Sudan konusunda çatışmanın eşiğine gelen Fransa ve Britanya Mısırlı milliyetçilerin bağımsızlık ideallerini yeniden alevlendirdi. Sudan’ın Faşoda mevkiinde olduğu için “Faşoda Olayı” olarak bilinen bu sürecin uzlaşma ile sonuçlanması, Britanya işgaline karşı Fransızların yardım edeceklerine dair milliyetçilerin beklentileri iyice azalmıştı. Bunu zamanında tespit eden II. Abbas Hilmi Paşa daha sonra Kral olacak olan Galler Prensi Edward VII ile kısmen aralarındaki dostluğa da dayanarak Britanya ile yakınlaşma siyaseti izledi[28].

9. Cromer’ı Makamından Uzaklaştıran Danşüvay Olayı

13 Haziran 1906 tarihinde, Mısır’daki İngiliz idaresini ve Cromer’ın kariyerini sonlandıran bir olay meydana geldi. Söz konusu tarihte birkaç İngiliz subayı küçük bir avcı gurubu halinde Danşüvay köyünün mücavir alanında güvercin avına çıktı. Subaylar güvercinleri hedef alarak ateş ederken, dikkatsizlikleri sonucunda köy içindeki bir samanlık alev aldı. Yangının büyümesiyle korkuya kapılarak öfkelerine hâkim olamayan köylüler ellerine aldıkları sopalarla sorumsuzluk davranışında bulunan subaylara karşı tepkilerini sergilemeye başladı. Bu sırada, köylülerin toplanıp üzerlerine yürümesinden kaçıp kurtulan bir İngiliz subayı, sığınmak üzere en yakındaki karakola doğru koşmaya başladı. Ancak haziran ayının aşırı sıcağına yorgun bedeni dayanamadı. Güneş çarpmasına maruz kalarak yolda öldü[29]. Bunun dışında olay sırasında ve sonrasında İngilizlerden ölen olmadı. Bu olay, İngiliz sömürgeci yetkililerce acele bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Mısır’da milliyetçiliğin yükselmesi ve buna bağlı gelişen siyasî gerginliğin açık yansıması olarak değerlendirildi. Subayın ölmesiyle sonuçlanan olayda tüm köylüler haksızca suçlandı. Suçlanan kişilerin acımasızca ve şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı konuşuldu. Nitekim kurulan özel mahkemede yargılanan Danşüvay köylüleri o günkü kanunlara aykırı biçimde çok ağır ve mesnetsiz cezalar aldı. Bu konunun safahatı II. Abbas Hilmi Paşa’nın arşivinde yer almaktadır[30].

Bu durum, İngilizlerin Mısır’daki politikalarını sarstı. Mısır’daki işgal idaresi ve Cromer meşruiyetini kaybetti. Bu gelişme, İngiltere’nin Mısır’daki politikalarını derinden sarsmış; özellikle işgal yönetiminin ve Lord Cromer’in bölgedeki meşruiyetini ciddi biçimde zayıflatmıştır. Ortaya çıkan bu yeni durum, yalnızca Londra hükümetini Mısır politikasını yeniden değerlendirmeye zorlamakla kalmamış, aynı zamanda İngiltere’nin Mısır’da uzun vadeli ve kalıcı bir varlık sürdüremeyeceğini de açık biçimde ortaya koymuştur.

Danşüvay olayı sonucunda olağanüstü kurulan mahkemede verilen cezalar, çok yanlı ve adaletsiz cezalar olarak yorumlandı. Mısır kamuoyu bu haksızlık karşısında hemen tepki gösterdi. İngilizlere karşı tüm Mısırlılar ortak tavır takındı. Zira masum olduklarına inandıkları insanlara kaşı verilen cezalar Mısır halkını üzdüğü gibi uzun yıllar hafızalarından silinmeyecek geri dönülmez bir nefrete yol açtı[31].

Danşüvay köyü meydanında halkın şiddet ve korku içinde toplanarak yargılama eylemini başlatan özel mahkemenin kuruluş şekli ve işleyişi ardından verilen cezalar halkın adalet duygusunu dikkate almayan bir yaklaşımdaydı. Mahkemenin adil olmayan yapısından çıkan cezaların infaz biçimleri ise Mısırlılar tarafından kabul edilmez bulundu. Çünkü bu infazlar Mısır halkının milli gururunu kırıcı nitelikteydi. Hatta tüm Mısırlılar aşağılandıkları duygusuna kapıldı. Mustafa Kâmil ve Mısırlı birçok milliyetçi bu olayı ve haksız cezaları Avrupa ve dünya kamuoyuna taşıdı. Milliyetçiler bu olayda yaşananların İngilizlerin sömürgeci politikalarının saklanamaz gerçek yüzünü gösterdiğini ilan etti. İngiliz işgalinin yıldönümüne rastlayan tarihte yani 11 Temmuz 1906 tarihinde Mustafa Kâmil Fransa’da Le Figaro gazetesi vasıtasıyla bu konuyu uluslararası alanda yeniden gündeme getirmeyi başardı. Paris’te yayınlanan bu gazetede: “Danşüvay Olayı: İngiliz Milleti ve Medeni Dünya’ya” başlığını taşıyan makalesiyle cesurca bir çıkışta bulundu. Böylece Avrupa ve dünya kamuoyu dikkatini Mısır’a çevirdi. Zira Mustafa Kâmil, Mısır’daki İngiliz İşgalinin yol açtığı keyfi yönetimin hangi boyutlara ulaştığını çarpıcı bir şekilde dünyaya ilan etti.

Mısır’da politik gerilimin artmasına yol açan bu olağanüstü olaylar ve kontrol altına alınamayan gelişmeler, Londra’daki karar alıcı çevrelerde de Lord Cromer’ı sorumlu bir figür olarak öne çıkardı. Cromer, görevini ve konumunu koruyabilmek için hızlı bir şekilde çözüm yolları aramaya yöneldi. Daha önceki sert ve tavizsiz politikalarından beklenmedik bir şekilde geri adım atarak, dönemin milliyetçi çevrelerinden destek görebilecek, popüler nitelikte bazı politikaların hayata geçirilmesine öncülük etti. Bu stratejik değişim, Cromer’ın kendi pozisyonunu güçlendirme ve Mısır’daki mevcut istikrarsızlığı kontrol altına alma çabalarının bir yansıması olarak değerlendirilebilir[32].

Lord Cromer, Mısır halkı nezdinde gönül alma ve daha olumlu bir izlenim bırakma amacıyla politikalarında hızlı bir değişiklik yapmaya çalışsa da bu çaba Mısır kamuoyunu ikna etmeye yeterli olmadı. Mısırlı milliyetçilere önceki uygulamalarının aksine tavizkar tutum takınmasına ve geri adımlar atmasına rağmen, Danşüvay Olayı’nın yarattığı olumsuz etkinin gölgesini silemedi. Bu olay, Cromer’ın Mısır’daki yönetimine duyulan güveni ciddi şekilde zedeledi[33]. Nihayetinde hem yaşının ilerlemesi hem de artan siyasi baskılar karşısında başka bir seçenek bulamayan Cromer, emekliye ayrılma kararı aldı ve böylece uzun süredir sürdürdüğü görevini sonlandırdı. Mayıs 1907’de Mısır’dan ayrılarak kariyerini resmen noktalamış oldu.

10. Mısır’ın Birinci Dünya Savaşı Öncesindeki Bağımsızlık Mücadelesi

1906’daki Danşüvay Olayı’ndan sonra Mustafa Kâmil ve Muhammed Ferid ile uzlaşmasına ve el-Liva gazetesinin yayınının İngilizce ve Fransızca baskılarını finanse etse de Britanya ile Fransa’nın Entente Cordiale (Dostluk Antlaşması) uzlaşması sonrasında Hidiv Vatan Partisi’nden de uzaklaştı. Hidiv bir müddet Vatan Partisi’nin arzusu üzerine anayasal hükümete manevi desteğini ifade etti ancak Cromer’ın emekli olması ve yerine gelen Sir Eldon Gorst’un uyguladığı uzlaşma politikası nedeniyle Britanya karşıtı milliyetçilik politikasını terk etti. Yeni siyasetini vurgulamak için 1908’de Mustafa Fehmi kabinesini Milliyetçilere muhalefet eden tek başlı Butros Ghali hükümetiyle değiştirdi. II. Abbas Hilmi kısmen Gorst ile olan dostluğuyla ilişkili olarak Şeyh Caviş davalarını ve 1910 İstisnalar Yasası’nı ilan ederek Vatan Partisi ve yayın organlarına karşı hoşgörü göstermedi. Gorst’un yerine Abbas Hilmi’nin ezeli rakibi Kitchener geçtiğinde Hidiv tekrar eski Britanya karşıtlığına geri döndü. Ancak Vatan Partisi eski etkisinin çoğunu yitirmişti ve gazeteleri 1912’de susturulmuşlardı. 1913 yılı geldiğinde Kitchener artık Abbas Hilmi’yi daha esnek bir görevli ile değiştirebilmeyi umuyordu[34].

Öte yandan Abbas Hilmi Paşa, Haziran 1914’te İstanbul’da iken yönetimde bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin bir ajanı olduğu düşünülen meczup bir Mısırlı öğrenci tarafından vuruldu. Ülkesine dönecek kadar iyileşti, ancak bu sırada Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Britanya’nın İstanbul Büyükelçisi, savaş başlamadan önce, ülkesine dönmek arayışında olduğunu öğrendiğinde Londra’nın karşı görüşte olduğuna dair Abbas Hilmi Paşa’yı uyardı. Hidiv Mısır’a dönmek istemesine rağmen engellenince önce Enver Paşa ile sonra da onun aracılığıyla İttihatçılarla anlaştı. Ayrıca başta Muhammed Ferid ve Şeyh Caviş olmak üzere Mısırlı milliyetçilerle uzlaşmaya da karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya yanında savaşa katılması Hidiv’i de harekete geçirdi. Mısır halkına anayasa sözü verdiği gibi onları Britanyalılara karşı ayaklanmaya çağıran manifestolar yayınladı. Ancak İttihatçılar ve Osmanlı hükümeti ile olan ilişkileri her zaman sorunlu oldu ve inişli-çıkışlı bir seyirde devam etti. 1914 Aralık ayında İstanbul’dan ayrılıp Viyana’ya gitti. Kısa bir süre sonra 19 Aralık 1914’te Britanya Mısır’ı himayesi altına aldığını ve Mısır Hidivliğini kaldırdığını açıkladı. Artık Britanya nezdinde Mısır Londra himayesinde bir sultanlık oldu. Britanya’nın Mısır Sultanı sıfatını verdikleri Kahire’deki muhatapları Hüseyin Kâmil Paşa (1853-1917) oldu. Hüseyin Kâmil Hidiv İsmail’in oğlu Abbas Hilmi’nin ise amcası idi. 9 Ekim 1917’de vefat edene kadar Mısır Sultanı unvanıyla pozisyonunu korudu[35].

11. Birinci Dünya Savaşı ve Sonrasında II. Abbas Hilmi

Osmanlı Devleti nezdinde Hidiv kalmaya devam eden Abbas Hilmi Paşa İstanbul’dan uzak kaldığı üç yıl süresince Almanya ile Mısır üzerinde bazı operasyonlar üzerinde çalıştı. Paris gazetelerini yıkmak için Almanya’dan fonlar elde etmek için entrikalar çevirdi. Bu olay Bolo Sorunu olarak bilinir. Oğlu Abd el-Mun’im’in Mısır tahtına varis olmasının tanınabilmesi için de Britanyalılarla görüşmekten geri kalmadı. Birinci Dünya Savaşı Almanya-Fransa cephesinde büyük ve kanlı bir mücadeleye sahne olduğunda Almanlar Hidiv’i Avrupa’daki propaganda faaliyetlerinde değerlendirmek istedi. Abbas Hilmi 1915 yılı Mart ayında Zürih’i ziyaret ederken, Alman istihbaratı bir plan üzerinde çalışıyordu. Fransa’da uygulanacak plana göre, Fransız asıllı bir subay operasyonda ana rolü üstlenecekti. Bu subay daha önce Mısır’da çalışmış olan Paul Bololos yani Bolo Paşa, Almanya adına Fransız gazetesi Le Figaro’yu kullanacaktı[36].

Planın başarıya ulaşması için Hidiv’den de destek istendi. Almanların amacı gazetenin Fransa’nın savaştan çekilmesi yönünde yayınlar yapmasını sağlamak idi. Hidiv, ayrıca, İtalya’da gazete satın almak için çalışacaktı. Ancak Almanların planları bozuldu. İngiliz istihbaratı Almanların planlarını İsviçre’deki ajanları vasıtasıyla ele geçirdi. İsviçre yetkilileri, Abbas Hilmi tarafından kendi yanında görevlendirilen İngiliz casusu Bernard’dan aldıkları istihbarata ilişkin olarak birkaç kişiyi tutukladı. Bu olaydan sonra İngiltere ve Fransa, İsviçre hükümeti nezdindeki baskılarını artırdı. Bu ülkeler Hidiv’i bu tarafsız ülkeyi terk etmeye zorladı. Bolo Paşa, 29 Eylül 1917 tarihinde Paris’te yakalanarak tutuklandı. Bu olay Abbas Hilmi Paşa’nın prestijini ve güvenirliliğini büyük ölçüde sarstı[37].

Hidiv I. Dünya Savaşı bittikten sonra Akdeniz’de yat gezileri yaptı. İsviçre’de yaşadı. Burada Leman Gölü kıyısında büyük bir villa satın aldı. Fransa’da da yaşama imkânı olan Abbas Hilmi Chartre’da bir malikâne almıştı. Hüsameddin Ertürk’e göre Abbas Hilmi Paşa’nın gerek politik hedefleri gerekse gördüğü lüzum üzerine Türkiye’den ayrılıp Avrupa’ya gittiği zamanlarda bile Türkiye sevgisi hiçbir zaman sarsılmadı ve hayatının sonuna kadar sürdü[38].

Millî Mücadele başlayıp Mustafa Kemal’in lider olarak ulusun kaderini eline aldığı zaman Abbas Hilmi Paşa gönülden destek verdi. Anadolu’da başlayan mücadeleye ve İstiklal Harbi’ne maddî katkı verdi. İstiklal Harbi zaferle sonuçlandıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’yı bizzat ziyaret ederek saygı ve tebriklerini sundu. İstiklal Harbi sonrasında Yunus Nadi (1880-1945) ile iletişim kurduğunda ona destek verdi. Yeni kurulan Cumhuriyet gazetesine maddi katkı sağladı. Yunus Nadi kendisinden zaman zaman ülkenin çeşitli projelerini gerçekleştirmek maddi destekler istedi. Mesela bu taleplerinden biri de 29 Ekim 1929 tarihinde Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı töreninde açılışı yapılacak zafer anıtının inşasına dair idi. Abbas Hilmi bu talebe de olumlu cevap vererek maddî katkı verdi. Bu faaliyetler sırasında, Abbas Hilmi Paşa ile Yunus Nadi arasında bir dostluk ortaya çıktı. Abbas Hilmi’nin Türkiye’deki çeşitli yatırımlarını takip eden Yunus Nadi ile dostluğu ölene kadar sürdü. Hatta Abbas Hilmi Paşa, Yunus Nadi’yi kaldığı hastanede vefatından bir ay önce ziyaret ederek son kez görüp onunla vedalaştı[39].

Hidiv’in Macaristan kökenli eşi Cavidan Hanım’ın hatıralarında, Atatürk’ten övgüyle bahsedilmektedir. 1930’lu yılların ortalarında, özellikle 1934 civarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Mısır’ın son Hidivi Abbas Hilmi Paşa arasında geçen dikkat çekici bir dizi temasa dair bilgiler, dönemin siyasi nezaketini ve kişisel saygıya dayanan ilişkilerini gözler önüne sermektedir. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Atatürk, Abbas Hilmi Paşa’nın İstanbul’da demirli bulunan yatını ziyaret etmiş ve bir müddet sohbet etmiştir[40]. Bu buluşma, yalnızca nezaket ziyareti olmanın ötesinde, Osmanlı’nın son temsilcilerinden biriyle Cumhuriyet’in kurucusu arasında köprü kuran simgesel bir andır. Siyasi görevinden İngiliz müdahalesiyle uzaklaştırılmış ve İstanbul’da sürgün hayatı yaşayan Abbas Hilmi Paşa, yaşadığı tüm diplomatik travmalara rağmen, Türkiye’ye olan ilgisini ve saygısını hiçbir zaman yitirmemiştir. Bu bağlamda, Atatürk’ün İstanbul’a gelişleri sırasında Abbas Hilmi Paşa’nın onu bizzat ziyaret ettiği de belgelenmiştir. Bu ziyaretler, her ne kadar resmî bir nitelik taşımıyor gibi görünse de iki tarihsel figür arasındaki karşılıklı takdirin ve nezaketin yansımasıdır. Atatürk’ün, eski bir hidivin şahsında geçmiş bir imparatorluğun son yankılarını duyması; Abbas Hilmi Paşa’nın ise kendi döneminde dağılmış bir devletin ardından yükselen Cumhuriyet’in kurucusuyla temas kurması, tarihi anlamda büyük semboller taşımaktadır. Bu temaslar, geçiş döneminin karmaşık ilişkiler ağı içinde şekillenmiş, yeni ve eski dünyanın sınırında gerçekleşen nadir anlardan biri olarak değerlendirilebilir. Bu nezaket ziyaretleri ve deniz seyahati, Atatürk’ün zarafete, geçmişe ve kişisel ilişkilere verdiği önemi; Abbas Hilmi Paşa’nın ise sürgünde dahi olsa devlet geleneklerine bağlılığını ortaya koymaktadır. İstanbul’un serin rüzgârları eşliğinde yapılan bu buluşmalar, iki farklı dönemin temsilcisi olan bu iki önemli şahsiyetin, ortak bir tarihin sessiz tanıkları olarak bir araya geldiği unutulmaz anlar olarak tarihe geçmiştir[41].

Abbas Hilmi Paşa çok arzu etmesine rağmen, sağlığında Mısır’a gitme imkânı bulamadı. Hidiv 1930’lu yıllarda, Çubuklu Kasrı’nı da elden çıkarmaya karar verdi. Ancak bu değerli mülkün satışı kolay değildi. O yıllarda Türkiye’de böyle bir mülkü satın alabilecek zenginlik sahibi kimse bulunmuyordu. Hidiv’in şahane kasrı, ancak kamu sektörü tarafından satın alınabilirdi. Nitekim, Vali Muhittin Üstündağ zamanında 60.000 liraya ve üç taksitle İstanbul Belediyesi tarafından satın alındı. Böylece, paha biçilemez değerdeki bu eser İstanbullulara kazandırıldı. 8 Mart 1937 günü bu satın alma işlemi gerçekleşti. 176 dönümlük geniş orman, Boğaziçi kıyısındaki eski yalı binaları, geniş arazinin güney ucundaki koca ahır binası, arazi kompleksinin kuzey girişindeki alımlı kapısı ve küçük ebatlardaki muhteşem saray binası, o zamana göre uygun bir fiyatla İstanbul şehrinin malı oldu. Bu satış işleminden sonra, Hidiv çok sevdiği sarayını ve Türkiye’yi kesin olarak terk ederek İstanbul’dan ayrıldı ve İsviçre’ye yerleşti[42].

Enerjik ve vatansever bir lider profili çizen II. Abbas Hilmi, Mısır Hidivi olarak İngiliz işgalinin yayılmasını sınırlamak ve millî hareketleri desteklemek amacıyla çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Ancak dönemin siyasi dengeleri, İngiltere’nin bölgedeki güçlü nüfuzu ve yerel idari yapının kısıtları, bu çabalarının somut bir başarıya ulaşmasını engellemiştir

12. II. Abbas Hilmi’nin Son Yılları

II. Abbas Hilmi Paşa, sürgünde geçirdiği yıllar boyunca siyasal etkisini yitirmiş olmasına rağmen, uluslararası gelişmelere duyarsız kalmamış ve özellikle II. Dünya Savaşı sırasında karmaşık bir dış politika söylemi geliştirmiştir. Bu dönemde, İngiltere’ye karşı savaşan Nazi Almanyası’na yönelik sempatisi, siyasi tercihlerini belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur. Bu tutum, yalnızca ideolojik bir yakınlıkla sınırlı kalmamış; aynı zamanda, İngiliz egemenliğine karşı duyduğu tarihsel tepkinin bir yansıması olarak da değerlendirilmelidir. Paşa’nın izlediği bu çok yönlü ve zaman zaman çelişkili siyaset, onun hem bireysel stratejilerini hem de sürgün koşullarında varlığını sürdürme arzusunu yansıtmaktadır. Uluslararası kamuoyunda olumlu bir imaj oluşturma amacıyla gerçekleştirdiği sembolik eylemlerden biri de yatlarından birini savaş sırasında insani yardım örgütü olan Kızılhaç’a bağışlamasıdır. Bu jest, yalnızca insani bir katkıdan ibaret olmayıp aynı zamanda Paşa’nın politik manevra kabiliyetinin bir göstergesi olarak okunmalıdır. Ne var ki, söz konusu yatın akıbeti tarihin karanlık sayfalarına karışmıştır. 1943 yılından itibaren bu deniz aracının nerede olduğu bilinmemektedir. Bazı kaynaklara göre, yat İber Yarımadası açıklarında müttefik kuvvetlere ait savaş uçakları tarafından batırılmıştır. Alternatif bir iddia ise bu yatın Almanların kontrolündeyken, Müttefikler’in İspanya sahillerine çıkarma yapmasından iki gün önce doğuya doğru hareket ettiğini öne sürmektedir. Bu iki çelişkili anlatım arasında kesinlik sağlanamaması, yatın kaybını gizemli bir olay haline getirmiştir[43].

II. Abbas Hilmi Paşa için bu gelişme, yalnızca maddi bir kayıp değil; aynı zamanda politik bir simgenin yitimi anlamına gelmiştir. Almanya’nın savaşta uğradığı yenilgiyle birlikte, Paşa da sembolik düzeyde ikinci kez mağlubiyet yaşamıştır. Bu durum, onun sürgündeki yalnızlığını ve siyasi ufkunda beliren karanlığı daha da derinleştirmiştir.

Mısır’ın son Hidivi Abbas Hilmi Paşa, 19 Aralık 1944 tarihinde, sürgünde yaşadığı İsviçre’nin Cenevre şehrinde, Leman Gölü kıyısındaki muhteşem köşkünde, gece saat üç sularında aniden geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Bu sessiz ölüm, bir dönemin son tanığı olan bir devlet adamının dünyaya veda edişiydi. Onun ölümü, yalnızca bir bireyin değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap coğrafyasındaki son siyasi temsilcilerinden birinin de tarih sahnesinden çekilişi anlamına geliyordu.

Paşa’nın naaşı, vefatının hemen ardından kız kardeşi Prenses Nimet Kemaleddin Hanım’ın özenli girişimleriyle mumyalandı. Ancak defin işlemi, olağan akışta ilerleyemedi. Abbas Hilmi Paşa’nın Mısır’a defni, tam on ay süren diplomatik bir bekleyişin ardından mümkün olabildi. Bu gecikmenin temelinde, II. Dünya Savaşı’nın en sıkıntılı günlerinin yaşanıyor olması yanında, Paşa’nın vefat ettiği sırada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olması yatıyordu. Zira 1914’te I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği ve Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa girdiği günlerde, İngilizler tarafından Mısır Hidivliği görevinden azledilerek Mısır tabiiyetinden çıkarılmış ve siyasi sürgün hayatına zorlanmıştı.

Prenses Nimet Hanım, kardeşinin cenazesinin doğduğu topraklara dönerek ecdat mezarları yanına defnedilmesi için yoğun diplomatik temaslarda bulundu. Bu temaslar, yalnızca bir cenazenin nakli meselesi değil, aynı zamanda karmaşık uluslararası hukuk ve devletler arası ilişkiler ağında yürütülen hassas bir süreçti. Nihayetinde, Abbas Hilmi Paşa, ölümünden sonra Mısır vatandaşı olarak yeniden kabul edildi; böylece, yaşarken mensubu olmaktan men edildiği topraklara, öldükten sonra dönmesine izin verilmiş oldu.

16 Ekim 1945 tarihinde, Cenevre’den özel bir tren vagonuna yerleştirilen cenaze, Avrupa’dan yola çıkarak önce kara yolu ve trenle, ardından deniz yoluyla Kahire’ye nakledildi. Bu yolculuk, yalnızca fiziksel bir nakil değil; bir zamanlar Nil kıyılarında hüküm süren Osmanlı mirasının son yankılarından biriydi. Abbas Hilmi Paşa’nın naaşı Kahire’ye ulaştığında, onu bekleyen yalnızca ailesi ya da yakınları değil, aynı zamanda geçmişin izlerini taşıyan bir halk ve devlet temsilcileri de vardı.

Kahire’de düzenlenen cenaze merasimi büyük bir törenle gerçekleşti. Tören, geçmişle hesaplaşan bir gelecek tasavvurunun; hüzün, saygı ve devlet vakarının iç içe geçtiği bir sahneye dönüştü. Nihayetinde Abbas Hilmi Paşa, Afifi Türbesi’ne defnedilerek ebedi istirahatine kavuştu. Böylece Mısır’ın son hidivi, doğduğu topraklara uzun bir ayrılığın ardından, fakat tarihe duyulan derin bir saygıyla geri döndü[44].

Sonuç

II. Abbas Hilmi Paşa’nın Kitabı Hakkında: Birkaç Söz

II. Abbas Hilmi Paşa (1892-1914), yaklaşık 22 yıl süren hidivlik görevi süresince, gerektiğinde İngiliz işgaline karşı sert bir tutum da sergileyebilmiştir. Detayları daha önce verilen Halfa Vadisi sınırlarının teftişi sırasında, dönemin Mısır askerlerinin serdarı (başkomutanı) rolünde bulunan Herbert Kitchener’e karşı gösterdiği tavırla işgalcilere açık bir meydan okumada bulunmuştur. Bu kararlı duruşunun ardından, İngiliz hükümeti özellikle Lord Cromer’ın kışkırtmalarıyla kendisini ciddi şekilde tehdit etmiş, hatta tahtını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.

Abbas Hilmi Paşa, İngiliz işgaline doğrudan karşı çıkamasa da fırsat buldukça Cromer ve İngiliz idaresine karşı halkın çıkarlarını ve kendi tahtının menfaatlerini korumaya çalışmıştır. 1907’de Mısır’daki görevinden ayrılan Lord Cromer, ertesi yıl iki ciltlik “Modern Mısır” adlı eserini yayımlamıştır. II. Abbas Hilmi Paşa’nın fiilen tahttan uzaklaştırılmasından sonra ise ona dair ayrı bir eser daha kaleme almıştır.

1908’de yayımlanan “Modern Mısır”, Lord Cromer’ın yaklaşık 24 yıllık sömürge yöneticiliği boyunca yaptığı uygulamaların kapsamlı bir anlatımı ve bir tür icraat savunusudur. Bu eser, bir emperyal yöneticinin zihniyetini ve politikalarını anlamak açısından önemli bir belge olup XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başlarında Mısır’da yaşanan ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi dönüşümlere dair geniş bir tarihsel perspektif sunar.

Cromer, ilerleyen yıllarda yayımladığı “II. Abbas” adlı eserinde, hem II. Abbas Hilmi Paşa dönemini hem de İngiltere’nin Mısır politikalarının dönüşüm sürecini ele almıştır[45]. Bu kitap, aynı zamanda İngiltere’nin Mısır’ı tek taraflı olarak himayesine aldığını ilan ettikten kısa bir müddet sonra, 1915 yılında yayımlanmış olması açısından da dikkat çekicidir. Bu kitapta Lord Cromer, II. Abbas’ın hayatını ve onun döneminde Mısır’ın siyasi, ekonomik ve sosyal gelişimini detaylı şekilde anlattığını iddia etmektedir. Söz konusu yayın Paşa’nın danışmanlarıyla ilişkilerinden eğitim reformlarına, ekonomik modernleşme çabalarından idari yapıya kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Ancak bu eserde, Cromer’ın II. Abbas Hilmi’yi eleştirel bir dille ve zaman zaman küçümseyici ifadelerle değerlendirdiği görülmektedir. Yazara göre, Mısır’daki olumlu gelişmeler kendi yöneticiliği sayesinde gerçekleşmiş, olumsuzluklar ise tamamen Hidiv’in yetersizliklerinden kaynaklanmıştır. Lord Cromer bir emperyalist idareci olarak kendisini masum gösterme amacındadır. Mısır ve Mısır halkının yararına çalıştığını iddia ederken Hidiv’in yetersizliklerini ortaya koyma ve Mısır halkına onu şikâyet gayreti açıktır.

Lord Cromer’ın yazdığı kitaplarla politikaları ve icraatlarını öne çıkaran tutumu yanında Hidivlik makamını, Mısırlı bürokratları ve Mısır halkını yer yer kritik eden yer yer de ölçüsüz bir şekilde yeren yaklaşımı karşısında II. Abbas Hilmi Paşa da bir eser yazarak adeta savunmasını yapma gereği duymuştur. Ayrıca, 1929 yılında uluslararası alanda tartışılmakta olan Anglo-Mısır Antlaşma taslağına cevap verirken aynı zamanda hem kendi devrinin bir savunmasını yaparken hem de Mısır’ın yeni sürecinde rol alma umutlarını ortaya koymuştur. Hidiv aynı zamanda gündemde olan Anglo-Mısır Antlaşması taslağına da doğrudan eleştiriler yöneltmiş ve Mısır’ın yönetiminde hak sahibi olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Mısır’ın kaderini tayin etme anlaşmaları gündemde iken yazdığı “A few words on the Anglo-Egyptian Settlement” adlı eserle hem Londra’ya hem de Kahire’ye dolaylı mesajlar vermek istemiştir. Bu eserde adını Osmanlı dönemindeki “Paşa” unvanı olmadan yazması, uluslararası kamuoyuna verdiği sembolik bir mesaj niteliğindedir.

II. Abbas Hilmi bu eserinde, eğitim, ekonomi ve dış ilişkiler gibi konuları ele aldı. Mısır’ın geleceğine ilişkin vizyonunu ortaya koymaya çalıştı. Kitap, Hidiv’in modernleşme ve ilerlemeye yaptığı vurgunun yanı sıra Mısır için daha fazla bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme hakkına yönelik çağrısıyla dikkat çekti. Genel olarak, bu eserde II. Abbas Hilmi, o dönemde Mısır’ın karşı karşıya olduğu riskler ve fırsatlara bakış açısını ilan etti. Bunun yanı sıra ülkenin karmaşık siyasi ve sosyal manzarasını yönlendirme çabalarını da söz konusu etti. Bu bakımdan söz konusu kitap, II. Abbas Hilmi’nin Mısır’a yönelik vizyonunu sergilemektedir. Yazara göre Mısır büyük bir güç olma potansiyeline sahiptir, ancak diğer uluslarla rekabet edebilmek için önce ulusal kurumlarını ve altyapısını modernize etmesi gereklidir. Kitap boyunca II. Abbas, 1892’den 1914’e kadar hüküm sürdüğü dönemde Mısır’ın ülke tarihinin kritik bir evresinde doğruları ve elinden geleni yaptığı ifade etmektedir. II. Abbas Hilmi savunma ve Mısır’ın kaderinde yer alma amacı taşıyan bu eserinde Hidivlik görevi sırasında, Mısır’ı modern, ilerici bir ülkeye dönüştürmek için bir modernleşme ve reform politikası izlediğini belirtmektedir. Onun odaklandığı kilit alanlardan biri eğitimdi. Modern, sanayileşmiş bir toplumun gelişimi için eğitimin gerekli olduğuna inandı. Mısır genelinde eğitimi yaygın hale getirmek için devlet okulları kurmak ve ulusal bir eğitim sistemi tesis etmek için çalıştı. Mısır ekonomisini geliştirme noktasında kararlılık gösterdi. Yabancı uzmanları ve yatırımcıları teşvik etti ve ulaşım ağı ve sulama sistemi dâhil olmak üzere Mısır’ın altyapısını modernize etmeyi amaçlayan politikalar izledi. Ayrıca Nil nehri çevresinde görevi kapsamında daha önce yaptığı gibi yaşam koşullarını iyileştirmeye ve ekonomik büyümeyi canlandırmaya yardımcı olan bir dizi bayındırlık projesini hayata geçirdi. Abbas Hilmi kendi devrine kadar büyüyen İngiliz etkisi karşısında Mısır’ın bağımsızlığını ve egemenliğini korumaya çalıştı. Bu uğurda diğer ülkelerle diplomatik ve askeri ittifaklar kurma yolundaki adımlarını da savundu.

II. Abbas Hilmi’nin eserinde dile getirdiği politikası, modernleşme, ilerleme ve tavizsiz bağımsızlık ile karakterize edildi. Mısır’ı dönüştürme çabaları her zaman başarılı olmasa da vizyonu ve liderliği, gelecek yıllarda modern, sanayileşmiş bir Mısır’ın gelişmesi için temellerin atılmasına yardımcı olmuştur.

Lord Cromer, yazdığı eserler ve icraatlarıyla kendi politikalarını yüceltirken, Hidivlik makamını, Mısırlı bürokratları ve Mısır halkını yer yer eleştirmiş, kimi zaman ise ölçüsüz bir şekilde küçük düşürmüştür. Bu eleştirel ve yerici yaklaşım karşısında, II. Abbas Hilmi Paşa, kendi konumunu ve dönemin koşullarını savunmak amacıyla bir eser kaleme alarak cevap verme gereği duymuştur.

Paşa, 1929 yılında yazdığı bu eseriyle yalnızca Cromer’ın iddialarına yanıt vermekle kalmamış, aynı zamanda uluslararası alanda tartışılmakta olan Anglo-Mısır Antlaşma taslağına karşı eleştirilerini dile getirmiştir. Eserinde, kendi dönemine ilişkin bir değerlendirme sunmuş ve Mısır’ın gelecekteki siyasi sürecinde aktif bir rol oynama isteğini ifade etmiştir. Bu bağlamda, Mısır’ın yönetiminde söz sahibi olduğunu vurgulamak temel hedeflerinden biri olmuştur.

“A few words on the Anglo-Egyptian Settlement” başlıklı eseri, özellikle Londra ve Kahire’ye yönelik dolaylı mesajlar içerirken, Paşa’nın uluslararası arenada kendisini farklı bir kimlikle tanıtma çabası da dikkat çekmiştir. Osmanlı döneminden miras kalan “Paşa” unvanını kullanmaksızın adını yazması, bu stratejik mesajların bir parçası olarak değerlendirilebilir. Böylece, Mısır’ın 23 yıllık Hidivi olan II. Abbas Hilmi, ulusal ve uluslararası siyasette kendisine yeni bir rol biçme arzusunu açıkça ortaya koymuştur.

II. Abbas Hilmi ve Lord Cromer’ın politikalarının tarihsel perspektifte incelenmesi oldukça önemlidir. II. Abbas Hilmi ve Lord Cromer, kendi karar ve uygulamalarını savunma amacı güden eserleriyle Mısır’ın modern tarihine ilişkin önemli bir karşılaştırma zemini sunmuşlardır. Lord Cromer, eserlerini kaleme alırken hem kişisel arşivinden hem de İngiliz Devlet Arşivi’nden faydalanarak kapsamlı bir çalışma ortaya koymuştur. Buna karşılık, Hidiv II. Abbas Hilmi, Cromer’ın iki ciltlik geniş çaplı eserinden yaklaşık 21 yıl sonra ve doğrudan kendisini konu alan diğer bir eserden yaklaşık 14 yıl sonra yanıt verme cesareti göstermiştir.

Hidiv’in bu gecikmeli yanıtı, yalnızca dönemin politik ortamına ışık tutmakla kalmamış, aynı zamanda Cromer’ın eleştirilerine karşı kendi bakış açısını sistematik bir şekilde sunma iradesini de ortaya koymuştur. Hidiv’in bu hamlesi gerek cesareti gerekse derinlemesine analitik yaklaşımı nedeniyle dikkate değerdir. Bu eserler, Mısır’ın yakın tarihine dair çok yönlü bir perspektif geliştirmek isteyen araştırmacılar için hem siyasal hem de tarihsel bir referans kaynağı oluşturmaktadır.

II. Abbas Hilmi ile Lord Cromer’ın politikalarının tarihsel bir perspektiften değerlendirilmesi, Mısır’ın modernleşme sürecinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Her iki isim de kendi yönetim anlayışlarını ve uygulamalarını savunma amacıyla kaleme aldıkları eserlerle, Mısır’ın yakın tarihine dair kıymetli bir karşılaştırma zemini sunmuştur.

Bu karşılıklı metinler, yalnızca bireysel tutum ve yaklaşımları değil; aynı zamanda bir emperyal gücün temsilcisi ile o gücün etkisi altındaki bir yerel yöneticinin siyasi vizyonlarının nasıl çatıştığını anlamak açısından da önemli bir kaynak işlevi görmektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki, II. Abbas Hilmi ile Lord Cromer’ın kaleme aldıkları, kendi yönetim anlayışlarını ve icraatlarını savunma amacı taşıyan eserler, Mısır’ın yakın dönem tarihine ışık tutmak yanında dönemin siyasal pratiklerine dair karşıt perspektiflerden yapılacak mukayeseli analizlere önemli bir zemin sunmaktadır. Bu bağlamda II. Abbas Hilmi’nin mütevazi boyutlardaki eseri, Mısır’ın yakın tarihine dair çok boyutlu bir bakış açısı geliştirmek isteyen araştırmacılar için hem siyasi hem de tarihsel açıdan temel bir referans niteliği taşımaktadır.

EKLER

Ek I: Eserin Türkçeye Tercümesi

İNGİLİZ MISIR ANTLAŞMASI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ II. ABBAS HİLMİ MISIR’IN 23 YILLIK HİDİVİ

Sunuş

Sevdiğim, çıkarlarını ve geleneklerini yirmi yıldan uzun bir süredir savunduğum bir ülkenin ilerleyişini şahsi bir çıkar olmadan gözetebilirsem, insani sorumluluklarımı veya bir prens olarak görevlerimi önemsememe gerek yoktur. Sadakatim başta bunu bana göstermemiş olsa bile, tek başına vatanseverlik yolumu aydınlatmaya yeterdi. Ben Mısırlıların ülkelerinin bağımsızlığı için ve ulusal egemenliğe dayalı sağlam bir rejimin kurulması için gösterdikleri çabaları duygudaşlıkla takip ettim.

Mısır meselelerine derinden ilgi duyuyorum ve Mısır sakinlerinin özgürlüklerine kavuşmak için yürüttükleri mücadeleyi endişeli bir şekilde izliyorum.

Ülkenin iyiliği için kendimi hiçbir zaman esirgemedim; Mısırlı müzakereciler ile Britanya hükümeti arasındaki tartışmaların seyri sırasında tavsiyelerimi de samimi düşüncelerimi de esirgemedim. Her zaman hepsinin çabalarının başarıyla taçlanmasını umdum. Anavatanın 1882’den beri içinde bulunduğu üzücü durumdan sonunda çıkabileceğini görmeyi arzuladım.

1882 ile 1892 yılları arasındaki gelişmeler üzerinde durmama gerek yok. Babamın ölümü üzerine on sekiz yaşımda tahta çıkıp devletin ağır sorumluluklarını üstlenmeye çağrıldım. Okuldan ayrılırken beni böylesine ağır bir yükü yüklenmeye hazırlayacak deneyimden tamamen yoksundum. Bu zor ve karmaşık görev beni neredeyse tamamen ezecekti. Elbette ülkenin yabancı bir ordu tarafından askeri bir işgal altında olduğunun farkındaydım ama ilk ayımda gördüm ki Britanya, Mısır hükümetinin yerini almak için ülkenin sivil idaresine müdahale etmişti. Bu gerçek zihnimde çok canlı bir iz bıraktı. Şu anda bu izlenimi takip eden tüm olayları ayrıntılı bir şekilde anlatmanın zamanı değil. Burada hatırlatmak istediğim tek şey, Britanya otoritelerinin Mısır’daki müdahalelerinin, onlarla aramda çıkan ihtilafın nedeni olduğudur. İngiltere’ye ilk resmi ziyaretimi hatırlıyorum. O zaman Büyük Britanya ve İngiliz toplumunda yüksek konumlara sahip şahıslarla temas kurmuştum.

Kahire’de sürekli etrafımı sarandan tamamen farklı bir dünyada buldum kendimi orada. Londra’daki hükümet başkanıyla daha yakın temas kurmak için büyük çabalar gösterdim ama tanımlanamayan bir gücün tüm çabalarımı boşa çıkardığını hissettim. Şu anda fark ediyorum da her yıl Londra’yı ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirseydim çok iyi olurdu ama bu imkânsızdı. Mısır’daki Britanyalı otoriteler bunu engellemek ve benimle Londra arasında daha yakın herhangi bir teması önlemek için pek çok nedene sahipti. Her kış karşıma öyle olaylar çıktı ki, Londra’daki mevcudiyetim çok zor hale geldi.

1919-1929 müzakereleri sırasında Mısır’daki görüşmeleri büyük bir ilgiyle takip ettim. Bu görüşmelerin temel nedeni savaş sonunda Mısır halkının ayaklanmasıydı. Netice ise çatışan çıkarların yoluna konmasına yönelik çeşitli anlaşmalardı. Çok çeşitli olan tüm bu anlaşmaların tek bir ortak özelliği vardı, o da aşağı yukarı hiçbirinin Mısırlıların isteklerine uygun olmamasıydı. Fakat bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik büyük bir ilerleme kaydedildiğini düşünüyorum. Bu meseleyi barışçıl yöntemler ve adil bir anlaşma yoluyla çözmeye kararlı bir Britanya hükümetinin iktidara gelişini kastediyorum. Benim görüşüm şu: Bugün öngörülen projede önerilmekte olan türde bir çözüm, iki ülkenin gelecekteki ilişkileri için temel alınabilir bir çözümdür ve zaman ve edinilecek deneyimler, önceki anlaşmalarda şimdiye kadar ortaya çıkan tüm sorunların halledilmesi için fırsatlar sağlayacaktır. Şimdiye kadar ülkeler arasında yapılmış hiçbir anlaşma mükemmel değildi. Hepsi insan zekâsının ürünüydü ve dolayısıyla yanılgılara açıktı. İnsan ilişkilerindeki sürekli değişime ayak uydurabilmek için düzeltilmesi gereken sorunları ancak zaman denen büyük aydınlatıcı ortaya çıkarabilir.

Ağustos 1929’da yayınlanan Anglo-Mısır Bildirisi ile ortaya konan çözüm önerilerinin önemli satırlarını kavrar kavramaz, Manchester Guardian’ın sayfalarında bir açıklama yaparak görüşümü açıkça ifade ettim.

O bildiride, Mısır’ın gelecekteki refahının tohumunu ve insanlarının özgürlük güvencesini içeren bu çok ciddi fırsat karşısında Mısırlılardan kendi aralarındaki bölünmeleri unutmasını rica ettim. Bunun tam bilincinde olarak, Mısırlı politikacılara, Muhammet Mahmut Paşa’nın mücadelenin başından beri onlardan biri olduğunu ve geçmişteki davranışlarından dolayı (o davranış bazı eleştiricilere ne kadar menfur görünmüş olursa olsun) şu anda onu kınamak için bunun kesinlikle çok yanlış bir zaman olduğunu hatırlattım. Siyasi rakiplere karşı dürüstlüğün ve adilliğin herkese düşen bir sorumluluk olduğunu, yargılamada bulunmadan önce bu yargılamanın gerçekten sorumlu olan kişiye yönelik olduğundan emin olunması gerektiğini belirttim. Siyaset dünyasında bir siyasetin mucidi ile onu uygulayan kişi nadiren aynı kişidir, öyle değil mi?

“Mahmut Paşa birlikte herhangi bir iş yapmayı reddettiğimiz bir şahıstır.” Bu kritik zamanda pek çok Mısırlı siyasetçinin sözü budur. Buna yanıt olarak derim ki, eğer Mısır’daki yirmi üç yıllık siyaset hayatımda sadece geçmişte yaptığı hatalardan dolayı bir insanın hizmetinden yararlanmayı reddetmiş olsaydım, hiç kimseyle çalışamazdım. Beşer şaşar. Mısır Anayasası’nın kusurluluğunun kanıtı olarak, son Başbakanlardan Mustafa Nahhas Paşa olayını örnek vereceğim. Onu iyi tanıyorum ve samimi bir Mısırlı vatansever olarak onu takdir ediyorum. Fakat iktidara gelince onun rejiminin çok kısa süreceğini çok iyi tahmin etmiştim ve gerçekten de öyle oldu. Görevinden ayrılışının koşullarını ve bu ayrılışa neden olan mektubun metnini akılda bulunduralım. Ne onun ne de başka herhangi birinin arzuladığını varsayabileceğimiz bir olaydan dolayı herhangi birini sorumlu tutmak adil değildir. Daha hayati meselelerin varlığından dolayı bununla ilgili tartışmayı bırakalım. Muhammet Mahmut’un bugün bizim için yakaladığı fırsat, boş konularla ilgili nafile tartışmalardan çok daha önemlidir. Gerçeklerle yüzleşelim. Parlamento zapt edilmiş durumda fakat Mısır ulusuna ait doğal ve tartışmasız bir hak olarak, bu ulus ne zaman parlamentonun tekrar işlemesi gerektiğine karar verirse, parlamento o zaman tekrar işlemeye başlayacaktır. Her Mısırlı şundan emin olmalıdır ki, birincil görevi Anayasa’yı savunmaktır ve meşru vatansever arzuları ancak ulusal birlikle sağlanacaktır. Fakat Britanya’yla olan anlaşma önerisi farklı bir meseledir. Zorlu konuların dengede olduğu şu anda, Mısırlı siyasetçilerin tümü için ölümcül olan iç ihtilafların hâkim olmasına izin verilirse, öngörülen anlaşmaya gölge düşecek veya anlaşma terk edilecektir ve böyle bir fırsat bir daha elde edilemeyebilir. Mısır halkına mesajım budur.

I

SUDAN

Muhammet Ali’nin hüküm devir sırasında yakın bağlantı kurularak yeniden fethedilen bu büyük, zengin ve çok ilginç ülke savaştan ve hastalıktan çok çekti.

Ancak son otuz yılda iyileşmeye doğru bir döneme girdi. Şiddetli bir şekilde eleştirilen ve bunun neticesinde cezasını hayatıyla ödeyen Butros Paşa’nın ürünü olan 1899 anlaşması pek çok Mısırlının yoğun eleştirisine maruz kalmış olmakla birlikte, o belge soğukkanlı bir şekilde incelendiğinde, şu ana kadar bundan daha iyi bir anlaşma yapılmamış olduğunu kabul etmeye itiliyoruz.

Mısır emperyalizme karşı mücadele etmiş ve bağımsızlığını talep etmiştir ve onu Sudan’a karşı emperyalist fikirlere sahip olmakla suçlayanlara cevap olarak diyoruz ki, Sudanlıları kendiyle aynı ırktan ve dinden olarak gören Mısır, kendisi için hangi politikayı talep ediyorsa, Sudan’a da o politikayla davranmaya devam etmek durumundadır. Bu konudaki görevimiz, bu insanların medenileştirilmesi ve ilerlemesi için Britanya’yı bizimle iş birliğine sevk etmektir; böylece Sudan eğitim yoluyla medeni uluslar ailesi içindeki haklı yerini alacaktır. Sudanlıların temsil kurumlarına sahip olacağı ve isterlerse kardeş ulusla birlikte Nil Birleşik Devletleri Federasyonu’nun bir üyesi olacağı günün gelmesini ümit edelim. Çok büyük bir özlem olmakla birlikte bu şu anda geleceğe ait bir konudur. Bugünün daha alelade ama gerekli işine el atmamız gerekiyor.

Bir yanda Mısırlılar Britanya ordu yetkililerinin organizasyon güçleri olmadan Sudan’ın yeniden fethedilmesinin ne kadar imkânsız olduğunu hatırlamalı, diğer yanda ise İngilizler, kurtarılan bölgenin gelişimi için esas olan büyük sulama kanallarının kazılmasına ve demir yollarının inşa edilmesinde ne kadar çok sayıda Mısırlının hayatını feda ettiğini ve ne kadar çok Mısır gelirinin harcandığını unutmamalıdır.

Mısır’da Mısır ordusunun Sudan’a geri dönmesi gerektiğini düşünen çok sayıda kişi vardır. Tek başına ordunun varlığı Sudan’da Mısır egemenliğinin bir göstergesi olarak görülemez. Hiçbir Mısırlı fetih için ordunun kullanıldığını görmek istemez. Mısır’ın oğullarının ölümü pahasına Sudanlı ve Arap kabilelerinin isyanlarını bastırma aracı olarak ordunun kullanılması fikri, kalbimizde yeri olmayan bir fikirdir. 1899 Anlaşması’na göre Anglo-Mısır otoritelerini temsil eden mevcut Sudan gücü fazlasıyla yeterlidir ve bir Anglo-Mısır ordusunun varlığı gereksizdir. Yine de Sudan’da Britanya taburlarının olduğunu gördüğümüz için, Mısır’ın orada sayı olarak eşit güçte temsil edilmesi gerektiğini ve bu gücün şu anda Britanya güçlerine ayrılanlardan herhangi daha büyük sorumluluklar almaması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu askeri denklik sivil yönetime de yansıtılmalı ve atanan Mısırlı bireylerin sayısı, Britanyalılarınkiyle eşit olmalıdır. Aynı şekilde, ne kadar önemli olursa olsun bu meselelerin siyasi bir karaktere sahip olduğu hatırlanmalıdır. Bunlar Mısır için esas ve temel konular değildir. Mısır için önemi çok büyük olan üç konu vardır.

1. Nil Tarım Sulaması: “Mısır Nil’dir ve Nil Mısır’dır.” Nil tarım sulaması meselesi doğal bir düzenleme konusu teşkil etmektedir. Bunun pratikteki işleyişinin ortaya koyacağı sonuçların tatmin edici olup olmadığını ancak gelecek gösterecektir. Ben sadece yeri geldiği için bu çok önemli konuya değinmek istedim. Hiçbir Mısırlı devlet adamı, ülkenin değişen gerekliliklerine her zaman uygun olacak şekilde ve Nil’in sulamada etkili bir şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde mevcut anlaşmayı adapte etmenin önemini gözden kaçırmamalıdır.

Londra’da müzakerelerde bulunan Zaglul Paşa’ya, Kahire’de “Nil Heyeti” adı altında kalıcı bir heyetin kurulması gerektiğini söylememin nedeni budur. Bu heyet ilgili tüm çıkarları temsil eden yüksek teknisyenlerden oluşacaktı ve görevi her yerde adil ve yeterli bir sulamanın sağlanması olacaktı.

2. Tarım: Mısır ve Sudan, şu anda Avrupa ülkelerinde aşina olunan anlaşmalara benzer şekilde, pamuk çıktısı konusunda makul bir anlaşmaya varmalıdır. İki ülkenin birbirlerinin gerekliliklerini karşılıklı olarak güvence altına alacağı şekilde çerçevelenmiş, net bir tarım politikasına ihtiyaç vardır. Doğa iki ülkenin karşılıklı iş birliğine girmesini istemektedir ve açıktır ki bu gerçeği görmezden gelen tüm politikaların kaderi ekonomik başarısızlık olacaktır.

3. Göç: Mısır büyük ve giderek daha da büyüyen bir nüfusa sahiptir. Sudan’ın nüfusu son derece azdır. Mısır’ın yakın gelecekte artan nüfusu için bir çıkış bulması mutlak bir gerekliliktir. Mısır’ın ihtiyaç duyduğu şey, bu durumu kabul edecek ve Mısırlılara öncelik tanıyacak bir anlaşmadır; böylece Sudan’ın geniş bölgeleri, başka yerlerden gelenlere karşı öncelik tanınacak olan Mısırlılara açılacaktır.

Bu mesele yakın gelecekte Mısır için çok önemli bir konu haline gelecektir ve Mısır’ın devlet adamlarının ve siyasetçilerinin bunu anlaması gerekmektedir. Mısırlı sermayedarların Sudan’a girişi konusu da bununla yakından alakalıdır. Mısırlılara ülkenin gelişimine katılma hakkının tanınması gerektiğini düşünüyoruz. Ayrıca Britanyalı sermayedarlara tanınan yatırım fırsatları eşit şekilde Mısırlılara da tanınmalıdır. Böylece Mısırlılar bu kadar yakın bağlarla bağlı oldukları bu ülkenin ekonomik ve tarımsal gelişiminde adil bir paya sahip olduklarının farkına varacaktır. Geçmişte çok büyük acılar çekmiş olan Sudan’ın mevcut tüm yollarla sosyal ve ekonomik gelişim yoluna sevk edilmesi için Britanya hükümetinin yapacağı iş birliği son derece arzu edilirdir. Akıllı ve duyarlı yönetim bunun yollarını bulmalı ve Sudan nihai olarak dünyada hak ettiği yere ulaşmalıdır.

II

SÜVEYŞ KANALI VE ANGLO-MISIR ASKERİ İTTİFAKI

Uzun asırlar öncesindeki en güçlü firavunların büyük girişimlerine tanıklık etmiş olan topraklarda bulunmayı hak eden muhteşem bir çalışma olan Süveyş Kanalı hayalleri zorlamaya hep devam ediyor. Fakat bu kanalın başarılı bir şekilde hayata geçirilmesi sürecinde korkunç sayıda Mısırlının hayatını yitirdiği hiçbir zaman unutulmamalıdır. O süreçte meydana gelen ölümlerin sayısı, son savaş sırasında Mısır’ın yasını tuttuğu ölümlerin sayısını geçmiştir. Ah! Kanalın ondan yararlanan şirket için çok karlı olduğu açıktır ama Mısır kanaldan hiçbir zaman en küçük bir avantaj elde edememiştir. Diğer yandan ise bu kanal Mısır’ın sefaletlerinin başlıca nedenlerinden biri olmuştur.

Büyük Britanya temsilcisiyle ilişkilerimin en iyi halinde olduğu Sir Eldon Gorst zamanında, şirketin ruhsat süresinin uzatılması önerildi. Bu önerinin sahibi, doğal olarak önce kendi özel çıkarlarının peşinde olan şirketin kendisiydi. Ne yazık ki, Yasama Meclisi Mısır’ın çıkarının bir karşı öneri getirmek, girişimin büyük gelirinden adil bir pay talep etmek ve elde etmek olduğunu kabul etmek yerine herhangi bir öneride bulunmamış, (görünürde) statükodan memnun bir şekilde her şeyi alt üst etmiştir. Altın bir fırsat kaçırılmıştır ve bu durumda şu sorulara yanıt aranması gerekmektedir: Yeni ruhsatın bitişine kadar geçecek periyotta zaman bize neler gösterecek? Günümüz dünyasının siyasi durumu karşısında kim buna yanıt verme riskine girer?

Büyük Britanya, önerilen anlaşmada kanalın her iki yakasında askeri güç tutma yetkisi talep ettiği için bugün kanalı savunma hakkı talep ediyor.

Ramsay MacDonald çok önemli olan silahsızlanma konusundaki görüşmeler için Amerika’ya gitti. Coğrafi anlamda uluslararası okyanuslar arasındaki bağlantıları ifade eden “su yolları” meselesi de belki ele alınacaktır.

Fakat eğer bu konu bugün silahsızlanma anlaşmasında ele alınmazsa, Milletler Cemiyetinin (dünya barışına yönelik çalışmasında) su yolları meselesiyle ilgilenmek ve nihai bir çözüm bulmak zorunda kalacağı unutulmamalıdır.

Böyle bir durumda Büyük Britanya’nın kanalın korunmasını sağlamada özel bir çıkarı olmayacak ve sonra Milletler Cemiyeti Büyük Britanya’nın yürüttüğü koruma işini, kanalın bakım ve onarımını kendisi ve Mısır için herhangi bir maddi avantaj olmaksızın devralacaktır. İlk fırsatta Mısır’a maddi bir avantaj sağlayacak bir çözüm bulmamızın gerekmesinin nedeni de budur.

Dolayısıyla benim vardığım sonuç şudur ki, Mısır, mevcut ruhsatın sona ermesinden sonra kanalın bir Anglo-Mısır mülkü haline geleceğini, böylece mevcut şirketin eline düşmeyeceğini sağlayacak bir şekilde Büyük Britanya’yla bir anlaşma yapmalıdır. Ben ruhsatın yenilenmesine kesinlikle karşıyım. Süveyş Kanalı şirketinin oluşumundan beri hiçbir Mısırlı bakanın, şirket yönetiminde ülkesinin rolünü arttırmayı düşünmemiş gibi görünmesi beni şaşırtıyor. Üstelik şirketin kurulmasından günümüze kadar, şirketin yönetim kuruluna hiçbir zaman bir Mısırlı seçilmemiştir. Hiçbir Mısırlı yüksek yetkili hiçbir zaman şirkette bir görev elde etmeye çalışmamış, şirket de hiçbir zaman personeline onlardan birini eklemeye çalışmamıştır.

Şimdi askeri bakış açısıyla ilgili olarak kendini ön plana çıkaran meselelere geçiyorum.

Britanya taburlarının kanal bölgesiyle sınırlanması teklifi karşısında Mısırlı politikacılar büyük bir şaşkınlık sergiledi ve eleştirilerde bulundu. Bence bu eleştirinin yapılabilmesi, pek çok Mısırlının kendi ülkelerinde neler olup bittiği hakkında çok az bilgisi olduğunun ve daha iyi bilgilenmeleri gerektiğinin bir kanıtıdır. Britanya birliklerinin kanal kıyılarını işgali yeni bir şey değildir. Britanya devletinin Port Said kasabasının girişindeki iflas etmiş sahipsiz bir oteli satın aldığını ve kantinleri, dükkanları, hastanesi ve gerekli askeri ek binaları olan bir kışlaya çevirdiğini çok iyi hatırlıyorum. Bunun hiçbir gizli tarafı yoktu çünkü Britanya bayrağı direkte dalgalanıyordu ve nöbet tutan askerler açıkça görülüyordu. Yani Britanya birlikleri, teknik tarafsızlıklarına rağmen kanal bölgesinde önceden konuşlanmışlardı.

Son savaş bize tanklar ve uçaklar gibi savaş araçlarının şaşırtıcı hareket güçleri ve gelişimleriyle ilgili pek çok ders verdi ama bu derslere hala kör olan ve kanal kıyılarının doğu tarafından mı yoksa batı tarafından mı işgal edildiği şeklindeki şu an tamamen akademik olan bir meseleye hala önem atfedebilen kişilerin varlığı üzücüdür. Bu konu artık gülünçleşmiştir.

Ateşli bir şekilde arzuladığımız Mısır bağımsızlığı, geliştirilen bir ordu için veya donanmanın bakımı için gereken ağır giderlerle bütçede ağır yükler oluşturulmasına bir mazeret teşkil etmemelidir. Mısır için en iyi şey, hakemliğini Milletler Cemiyeti’nin yaptığı bir anlaşma temelinde kanal bölgesinde Britanya birliklerinin varlığı olacaktır. Onların oradaki varlığı, Büyük Britanya’yla olan ittifakımızın bir sembolü olarak görülmelidir. Anladığım kadarıyla sayıları yaklaşık 4500 adamla sınırlı olacak. Bu kadar küçük bir kuvvet kanalı gerçekten savunmak için yetersizdir fakat kanalın korunmasının bir sembolü olarak kabul edilebilir.

Umulur ki Mısırlılar Büyük Britanya’nın deniz yoluyla tüm Mısır sahilinin korunmasını üstlenmesinin bir yolunu bulur. Bu, Mısır tarafından verilen ödünler karşılığında Büyük Britanya’nın ödediği bedel olarak kabul edilmelidir. Mısır ise bu ittifakı bir gerçek haline getirmek için tüm gerekli imkânları sağlamalıdır. Mısır birlikleri mümkün olduğu ölçüde Büyük Britanya’nınkiyle aynı eğitimden geçmelidir. Kahire’de bir “İş Birliği Komisyonu” organize edilmesini de öneririm. Bu organizasyonun görevi, ilgili genelkurmay başkanlıklarının, birbirlerinin iç işlerine karışmaksızın yakın bir temas kurmasını organize etmek olmalıdır ve ayrıca uygun Mısır askeri öğrencilerinin Britanya askeri kolejlerine kabulünü sağlamalıdır. Mısır kurmay subayları Britanya genelkurmay karargâhına kabul edilmeli ve eğitilmelidir.

Eğer bu öneriler gerçekleştirilirse, Mısır ulusal savunma için harika bir ordu elde etmeye doğru ilerleyecektir. Bu, bir metre bile olsa yabancı toprak fethetmek gibi bir amacı olmayan, tek görevi kendi ülkesini korumak olan İsviçre ordusuna benzer bir ordu olacaktır. Fakat İsviçre’ninkine benzer bir ordu elde etmek için her şeyden önce belirli büyük bir şey gereklidir: Mısır’ın kamusal ilköğretim seviyesi genel olarak geliştirilmelidir. Öğrencilerin karakteri ve morali yükseltilmelidir, okuma-yazma bilmeyen kalmamalıdır.

III

AZINLIKLAR

Bu çetrefilli ve karmaşık mesele daha önce Mısırlı hukukçular tarafından bilinmeyen bir şeydi. Britanya işgalinden önceki günlerde her türlü ulusal azınlık mükemmel bir uyum ve hoşgörü içinde yaşıyordu. Hem etnik hem de dini bir karakterde olan bu çeşitliliklerin varlığına ilk kez Şubat 1922 bildirisinde referansta bulunuldu.

Mısır’daki en önemli azınlık Kıptilerdir. Bu topluluğun tüm öncü üyeleriyle her zaman son derece iyi ilişkiler içinde olduğumu hatırlayabiliyorum ve Kıptilere diğer tüm Mısırlılar gibi muamelede bulunma konusunda her zaman elimden gelenin en iyisini yaptım. Butros Gali Paşa’nın adanmış ve sadık hizmetlerini tanıyan belki de ilk kişiyim. Benim yöneticiliğim sürecindeki en iyi konsey başkanının o olduğunu iddia edebilirim ve onunla her zaman tam uyum içinde çalışabiliyordum. Savaştan sonra başlayan ulusal hareketin başlangıcında Kıptiler samimiyetle ve coşkuyla buna eşlik ettiler ve bu amaç uğrunda pek çok kurban veriler. Öldürülen, yaralanan, sınır dışı edilen ve mahkûm edilen kişiler arasında çok sayıda Kipti vardı.

Şu anda önerilen anlaşma, Mısır’ın hiçbir inanç veya köken ayrımı olmadan tüm Mısırlıları koruma yönündeki mutlak hakkını tanımaktadır. Bu nedenle tüm Kıptilerin 1919’da yaptıklarını yapmalarını ve Mısır ulusal egemenliğinin sağlanmasındaki rollerini oynamalarını çok arzuluyoruz.

Şimdi Suriyelilere gelelim. Britanya işgali sırasında hükümette bu topluluktan pek çok görevli vardı ve her zaman Britanya politikasına etkin destek verdiler. Fakat bu durum, Mısır politikasına tam bir anlayış göstermelerine asla engel olmadı. Geçmişte olduğu gibi bugün de pek çok Suriyeli ailenin Mısır vatandaşı olmayı çok istediklerini görüyoruz.

Bir de Ermeniler var. Ermeniler konusunu ele almadan önce, 1892’de tahta çıkışım sırasında Mısır’da dışişleri bakanı olan ve benim tek sadık ve adanmış danışmanım olan Tigran Paşa’nın anısına saygılarımı sunmak istiyorum. Ölümüne kadar devam eden tutumu, Mısır’a ve bana karşı eşit bir adanmaya dayalıydı. Sultan Abdülhamid’in hükümdarlığı döneminde Türkiye Ermenilerinden çok sayıda Ermeni Türkiye’den Mısır’a göç etmiştir ve o zamandan bugüne kadar uzanan süreçte pek çok Ermeni servet sahibi olmuştur.

Mısır ulusunun onları olumlu karşıladığının ve koruduğunun tanığıdırlar. Fakat Mısır’ın amacına hiçbir zaman herhangi bir ilgi göstermedikleri ve büyük Mısır ailesinin bir parçası olmayı hiçbir zaman arzulamamış oldukları da ne yazık ki doğrudur ama sığındıkları ülkenin vatandaşlığına geçiş de onların bu topraklara karşı bir sorumluluğuydu.

Mısır’daki İsrailliler konusuna da değinmek gerekir. Bunlar kapitülasyonlardan yararlanma fırsatına sahip oldu. Kendilerini pek çok yabancı güçlerin etkileri altına koydular ve liderleri yabancı vatandaşlıklara geçti. Dolayısıyla aralarından hiçbiri Mısır ulusal politikasında etkin bir rol alamıyor. Fakat kapitülasyonların kaldırılmasının bir neticesi olarak, bu toplulukla hiç bitmeyen bir uyumsuzluğun kaynağı olan tüm bu anormalliklerin ortadan kalkacağını ve İsraillilerin faaliyetlerini ülkenin genel vatansever faaliyetleriyle birleştireceğini umuyoruz. Dünyadaki tüm ülkeler arasında Mısır, Yahudilerin kaldıkları ülkenin politikasına ve kaderine ilkesel olarak ilgi duymadığı tek ülke olmakla birlikte, bu durumun değişeceğini düşünmek için güçlü nedenlerimiz var.

Bu bağlamda, daha önce Türkiye’de bulunan, kamusal faaliyetleri ve vatanseverliği iyi bilinen Büyük Hahambaşı Nahum Efendi örneğini verebilirim. Bu saygın adam Mısır uyruğuna geçme arzusunu açıkça ifade etti ve tüm dindaşlarının da bu örneği takip etmesini samimiyetle arzuluyoruz.

IV

MISIR’IN DOĞUDAKİ ROLÜ

Bugün Avrupa’da Büyük Britanya’yla ittifak kurmak isteyen pek çok ülke var fakat Britanya’nın Mısır’daki durumunun belirsiz karakteri, coğrafi durumu ve geniş çıkarlarıyla birlikte düşünüldüğünde anlaşılmaktadır ki ittifak isteyen Mısır değil Britanya’dır.

Bu başka hiçbir ülkenin sahip olamayacağı bir fırsattır. Eğer Büyük Britanya ile sağlam bir anlaşma sağlanabilirse, Mısır, medeniyetinin ve kuruluşunun diğer doğulu ülkelerinkinden çok daha üstün olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurarak, modern doğu dünyasında çok büyük bir rol oynayabilir.

Bu son savaştan önce doğudaki tüm Arap ülkelerinin birer Türk eyaleti olduğu hatırlanmalıdır. Bugün bunlar Türk egemenliğinden çıkmışlardır fakat Mısır’daki durum nedir? Savaştan on yıl sonra Mısır hala aynı anormal ve belirsiz durumdadır ve yakın zamanlara kadar, Büyük Britanya’nın rızasıyla Mezopotamya’nın (şu anda manda altındaki Irak bölgesi) Mısır’dan önce Milletler Cemiyeti’ne girmesi tehdidi vardı. Mezopotamya’daki medeniyet seviyesi göz önünde bulundurulduğunda bu olay Mısır’ın entelektüel kesimlerine inen sert bir yumruk olurdu. Mısır’a yönelik bu saygısızlığın artık tamamen anlaşılmaz olduğunu düşünüyorum.

Üstelik çok ama çok önemli bir husus olarak, önerilen anlaşmada Büyük Britanya zaman zaman kendisiyle Mısır arasında ortaya çıkabilecek tüm zorlukların çözüm amacıyla Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine götürülmesini kabul etmeye hazırlanıyor. Bu koşulda, Büyük Britanya’nın sadakatinin ve Mısır’ın tam bağımsızlığını tanıyışının tartışmasız bir kanıtını görüyoruz. Endişe edilecek bir aldatma yoktur ve gelecekte, şu anki anlaşmada eksik olan şeyler Mısır tarafından kolayca elde edilecektir. Milletler Cemiyeti’nin mekanizması, bu tür zorlukların çözümüne imkân sağlayacaktır. Anlaşmadaki en önemli koşulun bu olduğunda ısrar ediyorum ve adil bir bakış açısıyla bu koşul, Büyük Britanya’nın, imza attığı herhangi bir sorumluluğu yerine getirmemeye yönelik hiçbir gizli planı olmadığının yeterli bir kanıtıdır. Eğer Mısır bu anlaşmayı kabul eder ve Milletler Cemiyeti’ne girerse, moral durumu o kadar yükselecek ki, şu anda tüm Arap ülkelerinde mevcut olan zorlukların çözümünde bir aracı olarak çok önemli bir rol oynayabilecektir. Bu, coğrafi konumu ve etnik yakınlığı nedeniyle Mısır’ın medeniyete değerli hizmetlerde bulunabileceği bir alandır.

Milletler Cemiyeti’nin Cenevre’deki toplantısına katılışımı iyi hatırlıyorum. O toplantıda ilk kez Habeşistan temsilcisi bir koltuk sahibi olmuştu. Diğer doğu ülkelerinin temsilcilerinin nerede olduğunu sorduğumda yanıt, Hicaz için bir koltuk ayrıldığı ama boş olduğuydu.

Mısır temsilcisinin koltuğuna oturduğunu görmekten ne kadar büyük bir neşe duyardık! Mısır’ın büyük uluslar ailesine girişi! Böylece Mısır’ın egemenliği bu büyük anlaşmayla güvence altına alınır ve uluslararası statüsüyle ilgili uzun vadeli sorunu sonunda çözülürdü!

Belki de belirli bazı güçler, Büyük Britanya’nın müdahalesinin sona ermesinden sonra Mısır’da çok sayıda önemli ekonomik avantajlar elde etmeyi dört gözle bekliyor. Ben onların hayal kırıklığına uğrayacağını düşünme eğilimindeyim. Böyle bir anlaşmanın onaylanmasından sonra Britanya Mısır’da çok daha popüler hale gelecek ve Mısırlılar müttefiklerine başka güçlerden daha fazla güvenme eğiliminde olacaktır. Diğer güçlerin o anlaşmaya dayalı olarak Mısır’da arzuladıkları şey ekonomik avantajlara sahip olmaktır.

V

KAPİTÜLASYONLAR

Kapitülasyon rejiminin kökeni çok eskilere uzanır ama artık bunun varlığı için hiçbir tatmin edici neden mevcut değildir ve Mısır hukuku uygulama olarak medeni dünyanınkiyle aynıdır.

Kapitülasyonların bir yansıması olan “Karma Mahkemeler” (Mixed Tribunals) dedemin hükümdarlığında kuruldu ve dolayısıyla bunlar hakkında fazla bir şey söyleyemiyorum fakat 1892’de tahta çıkış zamanımda, yargı reformunun ilk günlerinde, artık geçmiş bir zamanın kalıntıları olan Mısırlı yargıçları gördüm. Aralarında çok azı bir hukuk bilgisi diplomasına sahipti. Bazıları askeri şahıslardı, bazıları doktor ve mühendisti. O süreçte karma mahkemelerde yargıç olarak görev almak için gereken tek kalifikasyon Fransızca bilgisiydi. Dolayısıyla bu kalifikasyona sahip, düzgün ve Avrupa stilinde kıyafet giyebilen ve yabancı yargıçların arasında konuşabilen herhangi bir Mısırlı memur bu göreve seçilebiliyordu.

Mısırlılar sadece Arapça bildiği halde ve karma mahkeme önünde onları savunmak üzere dillerini anlayabilen bir avukat bulunmamasına rağmen, Mısırlıların yabancılar tarafından yargılanması anormalliğine sıkça rastlanıyordu. Çünkü karma mahkemelerdeki hiçbir avukat ülkenin dilini yeterince bilmiyordu.

Neyse ki tüm bu durumlar artık ortadan kalkıp tarihin konusu oldu. Şu anda avukatların ve hukuk öğrencilerinin çoğunluğu bu ülkede doğanlardandır ve çoğu modern ülkelerdekilerle son derece karşılaştırılabilir durumdadırlar. Hatta, yurtdışından gelen bir avukatın Mısır’da herhangi önemli bir görev yapması zorlaşmıştır. Dikkatli bir gözlemci, kapsam ve etkililik bakımından karma mahkemeleri Mısır mahkemeleriyle karşılaştırılabilir bir düzeye getirmek için şimdiye kadar hiçbir şey yapılmamış olması gerçeğine şaşıracaktır.

Şu anda tartışmakta olduğumuz anlaşmaya göre Britanya Hükümeti, bugün Mısır’daki faaliyet yürüten karma mahkemelerin kaynağı olan kapitülasyonlar rejiminin artık çağın ruhuna ve Mısır’ın gerçek durumuna uymadığını kabul etmektedir.

Büyük Britanya Mısır’a bu eski çıkmazdan çıkmada ve hatta bu diyarşiyi sona erdirmede yardım etme sorumluluğunu almıştır. Konsolosluk mahkemelerinin yetkilerinin karma mahkemelere devriyle bir adım atılmıştır. Mısırlılar, bunların tam birleştirilmesi amacıyla, bu sistemi geliştirmeye yönelik günlük çabalarından asla yorulmamalıdır. Tam olarak güveniyor ve umuyorum ki, yeni anlaşmanın uygulanması neticesinde herkes, bu iki yargı kurumunun birleşmesinin gerekli olduğuna ikna olacaktır. Böylece iki kurumun yargıçlık bölgeleri ve baroları yüksek bir seviyeye çıkarılacak ve Mısırlılar ve yabancılar, herkese eşit ve tarafsız olan tek bir hukuk ve adaletle karşı karşıya olacaklardır.

Bu kurum, Mısır devletinin modern vergilendirme sistemine geçişi için de çok önemlidir. Bir ülkenin hem demokratik hem de medeni olarak yükselebilmesi için, mali yüklerin ülkenin sakinleri arasında eşit bir şekilde bölünmesinin vazgeçilmez bir koşul ve sağlam bir ölçüt olduğu günümüzde kabul edilmemekte midir?

Dolayısıyla herkese karşı eşit olan tek bir yargı ve tek bir ekonomik sistem, yakın geleceğin sorumlulukları arasındadır ve bunlar, Mısır halkına sunulmak üzere olan anlaşmanın neticesinde doğal olarak ortaya çıkması gereken şeylerdir.

VI

BRİTANYA ULUSLAR TOPLULUĞU VE AMERİKA

Anlaşma üzerindeki fikirlerimin en önemli kısmını tamamladıktan sonra, Büyük Britanya ve çekirdeği olduğu geniş sömürge ve koloniler topluluğu konusunda halkıma birkaç şey söylemek istiyoru. Britanya İmparatorluğu’nu ayakta tutan şey olduğunu düşündüğüm iç birlik bağından ne anladığımı ve hoşgörü ve özgürlük fikrinin şu anda Mısır’a sunulan anlaşmaya nasıl değer kattığını açıklamak istiyorum.

Ama öncelikle, Britanya İmparatorluğu nedir? Bu soruyu sormak çok gereklidir çünkü çok sayıda Mısırlı şu ana kadar Britanya’yı sadece ülkelerindeki hâkim işgal gücü olarak tanıyor. Britanya ordusunu ve donanmasını görmeye alıştılar ve Mısır’ın mülki idaresinde Britanyalı yetkililer aşina bir görüntü haline geldi. Bu gücü bir müttefik olarak görmek hiçbir zaman onların zihnine girmediği için, onlara bu gücün gerçek büyüklüğünü ve dünyadaki konumunu tanımlamak istiyorum. Britanya İmparatorluğu veya artık ifade edilmeye başlandığı şekliyle Britanya Uluslar Topluluğu, dünyadaki toplam 132 milyon kilometre karelik alanın yaklaşık 34 milyon kilometre karelik bir bölümünü kaplamaktadır ve buna manda bölgeleri dâhil değildir. Britanya bayrağı altında yaşayan nüfus 400 milyondur ve dolayısıyla tarihte bilinen en büyük birliği oluşturmaktadır. Başlıca üyeleri olan Büyük Britanya, Kanada Sömürgesi, Avustralya, Yeni Zelanda Sömürgesi ve Güney Afrika Birliği, son İmparatorluk Konferansı’nda özgür, eşit ve bağımsız devletler olarak ilan edilmiştir. Bu devletlerin birlikle olan bağları, hükümdarlık tacına olan ortak bağlılıklarıdır. Amaçları hoşgörü ve özgür demokrasi yolunda karşılıklı iş birliği yapmak ve bu geniş birliğin dışındaki ulusların veya toplulukların bağımsızlığına yönelik tehdit edici davranışlara ev sahipliği yapmamaktır. Savaş ruhunu değil barış ruhunu destekleyen bir güç olarak görülmelidir. Bir barış ve uyum gücüdür ve her yerde denge ve eşitliği sağlamaya çalışmaktadır. Mısır’ın bu birlikle ilişkilenmesi ve ittifakından ne kadar büyük faydalar sağlayacağını yeterince tanımlamak zordur. İç organizasyonumuz ve gelişimimiz için gerekli kritik süre boyunca olası dış saldırıya karşı Mısır’a güvence sağlamaktadır.

Dünya Savaşı’nın sonuçlarından biri olarak bu büyük imparatorluk, emperyal olan ama emperyalist olmayan bir politika oluşturarak siyasi alandaki zirvesine ulaşmıştır. Bu iki kelime birbirinden dikkatli bir şekilde ayırt edilmelidir, çünkü ilki sadece bir birleşimi ifade ederken, ikincisi ise agresyon ifade etmektedir. Eleştiricilerinin hayal ettiğinden çok daha uzun vadeli bir moral gücüdür çünkü iki temel üzerine kurulmuştur: hoşgörü ve özgürlük. 1899-1902 savaşında Boer askeri liderlerinin Güney Afrika Birliği’nde başbakanlığa gelmesi ve 1914- 1918 büyük savaşında Britanya İmparatorluğu güçlerinde değerli hizmetler sunmuş olmaları önemlidir. Flemenk kökenli General Hertzog şu anda o sömürgenin başbakanıdır ve Londra’da düzenlenen son İmparatorluk Konferansı’na katılmıştır. Bu hoşgörü ve özgürlük temelleri üzerinde, Britanya’da dünyanın şimdiye kadar gördüğü en geniş demokrasi sistemi kurulmuştur ve bu demokrasi sisteminde, Latin kökenli ülkeler arasında anlaşıldığı şekilde retorik anlamıyla değil gerçek anlamıyla evrensel oy hakkı hüküm sürer. Mısır’ın Britanya uluslarının pratik hoşgörü ve öz-disiplin ruhundan etkilenmesi en içten umudumdur çünkü modern devletin vatandaşlarında bu özellikler olmadan, demokrasiye yönelik tüm özlemler sadece boş hayallerden ibarettir.

Büyük Britanya Mısır’ın refahı ve zenginliğiyle derinden ilgilenmek durumundadır çünkü kendisi için büyük bir önemi olan Süveyş Kanalı Mısır bölgesinden geçmektedir. 1927 savaşı sırasında kanaldan geçen gemi tonajı 28 milyona ulaştı ve bunun en az 16 milyonu Britanya bayrağı altındaydı.

Şimdi Büyük Britanya’nın mali gücü konusuna gelelim.

O büyük savaş, her iki taraf ülkelerine toplam 56.000 milyon sterline mal olmuştur. Bu toplamın çeyreği Britanya İmparatorluğu’na aitti. ABD ile olan ilişkisi itibariyle de Büyük Britanya kredi veren bir ülke yerine borçlu bir ülke haline gelmiş olmasına rağmen, savaşa katılan Avrupa devletleri arasında parası savaş öncesi değerini koruyan tek ülke olmanın gururunu taşımaktadır. Gizlemiş olsalar bile diğer tüm ülkeler mali bir fırtına yaşamış, revalüasyondan geçmek zorunda kalmıştır ve ister mark ister lira ister frank ister diğer para birimleri olsun, iç ve dış reddedilişe maruz kalmıştır.

Sterlin bu fırtınayı atlatan tek para birimi olmuştur. Bunun en büyük nedeni temeldeki gücü ve Britanya bankacılık sistemi ve organizasyonunun sağlamlığı ve başka yerlerle karşılaştırıldığında maliyetin daha büyük bir bölümünün doğrudan vergilerle karşılanmış olmasıdır. Eğer “taklit en samimi övgü” ise, denebilir ki savaş sonrası Avrupası Britanya finans sistemini övmenin pek çok işaretini göstermiştir.

Büyük Britanya’nın hala dünyanın en başta gelen kreditör ülkesi olduğu, Güney Amerika kıtasındaki yatırılmış sermayesinin diğer Anglosakson dalı olan ABD’ninkini geçtiği genellikle bilinmez.

Britanya İmparatorluğu’nun kan ve ekonomi yoluyla ödediği bedeller büyüktü fakat savaştaki temel amacına ulaşmıştır. Amaç, savaştan önceki on yıl boyunca fenomenal bir şekilde büyüyen ve Büyük Britanya’nın denizaşırı sömürgeleriyle iletişim hatlarını sürekli tehdit eden Alman donanmasının imhasıydı. Bu iletişim hatlarının korunması, Britanya İmparatorluğu’nun varlığı için hayati bir öneme sahiptir. Savaştan önce Britanya’daki tüm siyasi düşünce ekolleri “İki-Kat Standardını” sorgusuz olarak kabul edilmesi gereken bir formül olarak görüyordu. Buna göre Britanya filosu daima en güçlü iki yabancı donanma gücünün toplamına eşit bir güçte olmalıydı. Savaş neticesinde denizlerdeki Alman filoları yok oldu. Britanya için şu anda Avrupa deniz güçleri arasında bir rakip bulunmuyor.

Fakat savaş sonunda Alman donanmasının yok edilmesiyle eşzamanlı olarak, Amerikan donanmasının yükselişine tanıklık edildi. İngilizce konuşan milletlerin bu diğer büyük dalı Britanya İmparatorluğu’nun donanma gücüyle başa baş olduğunu iddia ediyordu. Burada amacım, bu konuda gerçekleştirilen uzun ve zorlu müzakerelerin ayrıntıları üzerinde durmak değil. 1921’de Washington Konferansı’nda kabul edilen “savaş gemileri” konusundaki tam eşitlik iddiasının şu anda tüm gemi kategorilerini kapsadığını ifade etmek istiyorum yalnızca. İki taraf arasında bu konuda bir anlaşmaya varıldığını ve aralarında rekabet etmemeye karar verildiğini düşünmek mantıklıdır.

ABD’nin kurulmasından beri ilk defa bir Britanya Başbakanı Amerika’ya gelmiştir. Ramsay MacDonald’ın ve Başkan Hoover’ın sağlam ve somut bir sonuca ulaşma kararlılıklarında sergiledikleri iyi niyet ve samimiyeti görmek büyük bir cesaret sağlamıştır. Eğer Britanya Başbakanı’nın ziyaretini takiben Başkan Hoover İngiltere’yi ziyaret etseydi, bu, dünya barışı ve siyaset alanında silahsızlanma konusundaki parlak ümitleri mutlak bir şekilde destekleyecekti. McDonald’ın yolculuğunu Kanada’ya uzattığını, Ottawa’daki meslektaşı Mackenzie King’i ziyaret ettiğini görmekten keyif duydum. Böylece şunu kanıtladı ki, Londra ve Ottowa, Britanya’nın Amerika’ya karşı tutumunu şekillendireceği iki kutbu oluşturuyordu. Bu, Kanada Sömürgesinin Britanya Uluslar Topluluğu’ndaki büyük konumunun bir tanınması olmuştur ve bir sonraki İmparatorluk Konferansı’nın bu kez Londra dışında yapılması son derece muhtemeldir.

Bu konu üzerinde durmaktaki amacım, Mısır’ın ittifak kurmaya davet edildiği, gücü ve kaynakları çok geniş, gerçek bir Milletler Cemiyeti olan Britanya Uluslar Topluluğu’nun yapısını açıklamaktı. Britanya İmparatorluğu ile ABD arasındaki tüm anlaşmazlık nedenlerinin ortadan kaldırılması ve bunun yerine bir iş birliği ruhunun geliştirilmesi planı, biz Mısırlılar için bu anlaşmanın değerini daha da arttırıyor. Anglosakson dünyasının bu iki büyük dalı arasında güvenle beklenmekte olan donanma anlaşmasının sonuçlarından biri olarak, Kuzey Atlantik Okyanusu, Kanada ile ABD arasında bunca yıldır mevcut korunmayan sınırın bir uzantısı haline gelecektir. Britanya donanmasının olası yeniden dağılımının bir sonucu olarak, üsleri Cebelitarık’ta ve Malta’da bulunan büyük Akdeniz filosuna Atlantik filosundan yapılması muhtemel olan eklemeler, Mısır’ın herhangi bir düşman gücün saldırına karşı tamamen güvende olmasına yetecektir.

Bu son önerim, Mısırlılar tarafından Mısır egemenliğinin bir sınırlandırılması olarak eleştirilmemelidir. Yunanistan kısa bir süre önce Büyük Britanya’ya önerdiği bir anlaşmada, deniz güvenliğini sağlaması koşuluyla tüm sahillerini ve ilgili tüm üsleri Britanya Donanması’nın emrine ve kullanımına açmayı teklif etti. Büyük Britanya tüm avantajlarına rağmen bu anlaşmayı reddetmiştir.

VII

MISIR ANAYASASININ TEMELLERİ

Mısır’ın bağımsızlığı ilan edildiğinde ve yeni bir çağın başlangıcını bildirir görünen yüz bir pare top atışının gürültüsü arasında egemenliği kabul edildiğinde, pek çok kişi bir an bu olayın illüzyon olmadığını ve Mısır’ı bağımsızlığın kapılarına getirenlerin istikrarı ve sağlam iradesi sayesinde aynı özgürlüğün geleceğin kurumlarında da çiçek açacağını düşünmüş olabilir.

Yine de kısa bir süre sonra anlaşılmaya başladı ki, bu bildiride bazı kurtuluş tohumları olsa bile, Mısır büyük umutla beklenen hasadı yapacak iyi bir ekiciye muhtemelen sahip değildi.

İktidar sahibi olmanın ilk olarak gündeme getirdiği konu yurtdışında lüks elçilikler kurmaktı. Kısa bir süre sonra, değer verilmeyen bir faaliyeti geliştirmek veya tek değeri üzerindeki etiketlerinden ibaret olan dokümanları saklamak için bir daire aramak üzere büyük uluslararası otellerde dolanan başıboş insanlar kalabalığının komik görüntüsüne tanıklık edilecekti. Kısa bir süre sonra görüldü ki bu insanlar ülkeleri için etkili bir iş yapmak için ekonomik veya siyasal nitelikte ne gerekli araçlara ne de güce sahipti. Yapacak hiçbir şeyleri olmayan ve önemleri konusunda diğer insanları etkilemede çok başarısız olan bu şahıslar, yaptıkları işin önemsizliğiyle çarpıcı bir zıtlık sergileyen pahalı bir harcama gösterisi ile yabancıların ilgisini çekebileceklerini düşündüler. Bundan sadece kendileri kazançlı çıktı. Ülkeleri ise hiçbir şey kazanmadı.

Bu dönem sırasında, önemi belli olan Londra’daki elçilik ne zenginliği ne kalifikasyonları olan, siyasi veya diplomatik kullanıma yabancı durumda, temsil ettikleri insanların gerçek özlemlerini ve ülkelerinin haklarını bazen göz ardı eden insanların elinde kalmıştır. İstifasını sunan Londra’daki Mısırlı bakanın yerinin doldurulması konusunda telaş edilmedi ve görevleri birkaç yıl boyunca maslahatgüzar tarafından yürütüldü. Maslahatgüzarın belirsizliği ve kendini gizleyişi, her şeyin genel durumunun sadece bir sembolü durumundaydı.

Dolayısıyla Mısır’ın yurt dışında temsili hayali olarak tanımlanabilir. Ülkenin prestijine katacak hiçbir şeyi yoktur ve sadece bütçesindeki gereksiz bir yükten ibarettir.

Mısır hükümetinin hemen hemen hiçbir diplomatik ilişkisi olmayan bir ülkede neden çok pahalı binalar satın aldığını anlamak kolay değildir. Bazı elçilikler şaşaalı otellerde açılmış, benzeri görülmemiş bir lüksle donatılmıştır. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu kuruluşların tek amacı Kral’ın gurunu okşamaktı ve “elçilik” denen şeyler sadece meşhur bir seyahatçinin hareketlerini daha kabul edilebilir hale getiren duraklardı.

Şimdi parlamentoya dönecek olursak, orada yürütülen işi üzüntüyle inceleyebiliriz. Parlamentodaki oturumların sayısı bir elin parmaklarını zorlukla geçiyor. Yedi yıl önce Mısır’da parlamenter rejimin getirilmesinden beri hiçbir meclis iki oturumdan daha uzun ömürlü olmamış, kralın emriyle dağılmıştır ve bir meclis sadece yedi saat sürmüştür. Yeni rejimin kendini koşullara uyduracak veya çalışmalarını vekillerin saygınlığıyla ve temsil ettikleri büyük ulusal çıkarlarla uyumlu bir şekilde organize edecek zamana veya fırsata hiç sahip olmamasının nedeni budur.

Ülkenin bu kadar ısrarla yaygarasını kopardığı bir anayasa sisteminden beklenen sonuç bu mudur?

Benim zamanımda en mütevazısından en büyüğüne kadar herkesin bir anayasa istediğini hatırlıyorum.

“Yaşasın Anayasa!” (Yahyâ ed-Düstûr): Özgürlüğün çığlığı ve sloganı buydu. Ülke, kurtuluşunun ancak bir rejim değişikliğiyle sağlanabileceği fikrine kapılmıştı ve bir tüzük olmadan bağımsızlığının bir hayal olduğunu biliyordu. Fakat anayasa istemek, anayasa yapmaktan zordur. Hareketin başında, insanların haklarının tek güvencesi olan o liberal ilkeleri zafere ulaştırmaya kararlı bir adam eksikti. Büyük bir devlet adamı ve ateşli bir vatansever olan Servet Paşa o anda mücadeleye girme ve insanların özgürlüğünün dayandırılması gereken sorgulanmaz yasalarla prensinin kaprislerine karşı çıkma cesaretini ne yazık ki gösteremedi. Bürokrat tavrını, baştan beri var olan heyecanını ve ülkesinin kaderine olan derin inancını sürdürdü ama doğal olarak çekingen olan karakteri yüzünden kısa bir süre sonra söndü. Özgür bir ülkede insanların egemenliğinin savunulmasına yönelik hukuki yapının sağlamlığı için gerekli olan gelişim sürecine çok yabancı bir politikası vardı.

Anayasa yapımı işinin teslim edildiği kişiler iyi niyetle hareket eden ama çoğunlukla gerekli deneyim ve yetkiye sahip olmayan kişilerdi.

Şöyle dediler: “Egemenliğin kesinlikle ulusa ait olduğu konusunda genel bir uzlaşma vardı fakat bunu açıkça belirtmek gerekli hale geldiğinde fikir farklılıkları ortaya çıktı. Anayasada bunu açıkça belirtmeden bu ilkeden pratik çıkarımlar yapmakla yetinmemizin nedeni budur.”

Anayasanın işe yaramamasının ve amacı olan ulusun siyasi bağımsızlığının aksine meyletmesinin nedeni de budur.

Anayasanın kusurluluğu nedeniyle parlamento aksi mizaçlı veya korku gölgesindeki bir tutumun insafında kalmaya devam etti. Çok sayıda yemin üzerindeki ısrar nedeniyle çok sayıda yalancı tanıklık suçu işlendi ve neticede anayasanın kendisi bir tarafa kondu. Bu entrikanın altında kalan ve anayasayı değiştirmeye yönelik fedakârlıkları yapmayı reddeden Servet Paşa’nın yerini Yahya İbrahim ve Nessim aldı. Yeni doğan anayasayı sakatlamak için bu adamların zayıflığından ve itaatkârlığından sonuna kadar istifade edildi.

Kimse anayasayı savunmadı, kimse ona saygı duymadı. Haklarını elde etmede kendilerini çok cesur gösteren Mısırlıların bugün o hakları sadece savunmaları gerekirken bunu yapamıyor görünmelerinin nedeni de budur.

Umalım ki bunlar gelişen özgürlüğün ilk sesleri olsun. Fakat ülkenin gerekli olan reform için çaba göstermesi zorunluluğu hâlâ geçerlidir. Anayasanın yetersizlik derecesi ümitsiz değildir, iyileştirilmez değildir. Nitelikli doktorlara teslim edilmesi gereken bir ameliyata ihtiyacı vardır yalnızca. Mısır gelişimine hastalıklı bir kanunun boyunduruğu altında devam edemez ve krallık egoizminden ilhamlanan sorumsuz kanun koyucuların Mısır’da peş peşe açtığı yaraların neticesi cılız bir özgürlüktür. Aslında tüm zorlukların kaynağı, ulusal özgürlükler tüzüğünün hatalı hazırlanışıdır.

Anayasa hatalı bir şekilde hazırlandığı için özgürlük aleyhinde pek çok cüretli girişimler oldu. Anayasa sakat olduğu için, ülkesinin özgüveninden keyif duyan ve ulusal özlemleri temsil bir adamın Kral’ın agresif bir mektubuyla görevden alınmasına tanıklık etmek mümkün hale gelmiştir. Sunulan hizmetlere ve bunları sunanlara hiç değinmeyen bu azil mektubu Mısır’ın özgürlüklerinin reddinden başka bir şey değildir. Bir uşakmış gibi görevinden alınan bir bakana, adını ziyareti defterine yazmak ve görevden alınışı nedeniyle majestelerine teşekkür etmek için saraya gitme görevini veren protokol, anayasa aldatmacasını ve ironisini daha da parlak bir ışığa sürüklemektedir.

Yine bu hastalıklı anayasadan dolayı her biri farklı bir süreçle seçilen üç parlamento birbiri ardına gelmiştir. Tüm bunlar ışığında diyebilirim ki Mısır özgürlüklerini hiçbir zaman elde etmedi ve gülünç bir anayasa ile ülke ve genel olarak dünya, Mısır’ın gerçek durumuyla ilgili olarak kandırıldı.

Mısır’ın bağımsızlığını ilan etmek için ateşlenen yüz bir pare top çok gürültü yaptı ama neticeler çok zayıf oldu. O zamandan beri meydana gelen olaylar bu fikrimi desteklemiştir. Devlet başkanı ve Britanya Yüksek Komiseri parlamenter rejime bir son vermeye karar vermiştir ve bu planı gerçekleştirmek için Muhammet Mahmut göreve çağrılmıştır. Fakat Muhammet Mahmut geçen temmuz fahri bir paye almak için İngiltere’ye gittiğinde, Lord Lloyd da görevinden alınıyordu. O anda Mısır ulusal teorilerinin zafer kazandığı varsayılabilirdi. Aslında heyet başkanı Mahmut Paşa iyi belirlenmiş bir gerçekle karşı karşıyaydı, çünkü hem Britanya hem de Mısır görüşlerini tatmin eden bir anlaşmayı görüşmesi önerilmişti. Kral anlaşmanın incelenmesinden sonra anlaşmaya çok az ilgi gösterdi. Büyük Britanya bu hatayı ona belirtmek zorunda kaldı ve Mahmut Paşa anlaşmanın avantajlarını ifade edebilsin diye, Kral’dan Mahmut Paşa’ya kral vekilliği yetkisi vererek bir memnuniyet göstermesini istedi.

Kral bakanına yüksek bir yetki vermeyi hemen kabul etti ve Mahmut Paşa Mehmet Ali Paşa’nın şeref rütbesini aldı.

Fakat kral aniden, Vichy’deki “kür”ü ve İspanya’daki “kuzenine” yapacağı ziyaret de dâhil olmak üzere tüm planlarından vazgeçti ve aday göstermemek için çok büyük özen gösterdi.

İskoçya’daki tüm silah-atış partileri ve Asturias’daki tüm krallık turları iptal edildi. Kral sanki çok kısa süreli bir kral vekilliği ataması sırasında tahtını riske atacağını düşünmüş gibi hemen ülkesine ve tahtına döndü. Tahtını yalnızca koşulların bir oyunu neticesinde elde etmişti. Tahtın temelleri zayıftı ve bu yüzden bu tür bir riske girmek istemiyordu.

Son olayların bir sonucu olarak, Mısır’ın durumunu köklü bir şekilde değiştirecek önemli hareketler beklemekte hakkımız vardır. Bu da ulusal ve vatansever bir birliğin çıkıp anlaşmayı incelemesi ve kabul etmesiyle olacaktır. Fakat iç ihtilaflar bu umut vaadedici başlangıçların gelişimini kaçınılmaz olarak engelleyecektir. Britanya Yüksek Komiseri’nin müdahalesi olmasaydı son anlaşmazlık aylar, hatta yıllar sürebilirdi. Komiser Heyet Başkanı’nın şunu anlamasını sağladı: mevcut durumda en uygun çözüm görevinden ayrılması ve Kral’a sessiz kalmasını ve tamamen tarafsız bir siyasi anlayışta bir bakanlığın kurulmasını kabul etmesini telkin etmesiydi. Bu şekilde anlaşma ülkeye sunulabilecekti.

Sonuç olarak Mısır hukuki olarak bağımsız olmakla birlikte, Mısır kralının inadından doğan tehlikelere karşı Büyük Britanya temsilcisinin yardımına muhtaç bir haldedir. Fakat durum aslında bundan da ciddi olabilir ve Mısırlılar daha ağır bir tehlikeden sıyrıldıkları için tebrik edilmelidir. Oluşumuna ve görev sistemine rağmen hala birkaç bağımsızlık işareti gösteren eski senato korunmuştu. Bu eski senatonun ortadan kalkmasının yeni bir seçim gerektirmesinden korkmak için nedenler vardı. Ayrıca saray entrikalarının bir neticesi olarak, anayasal özgürlüklere düşman olan bir çoğunluk senatoya yerleştirilmiş olabilirdi.

Yeni üyelerin itaatkarlığı sayesinde, Kral her uygun gördüğünde meclisin feshedilmesi sağlanabilirdi.

Dolayısıyla Mısır’da parlamenter çalışma mevcut değildir ve bakanların da sarayla olan durumları nedeniyle eleştiriden uzak durdukları eklenebilir. Hiçbir şekilde bağımsız değillerdir. Parlamento feshedildikten sonra bakanlar tamamen Kral’ın gizlenme gereği duyulmayan kaprislerinin insafındadır. Mısır’a anayasal kanunlar içeren modern bir rejimin getirilmesi durumunda mantıken bu rejimin bir kralın mutlak gücünün yerini alması gerektiği de dikkate alınmamaktadır.

İslam inancının gerçek koruyucusu ve İslam fikrinin yayılmasının en önemli aracısı olan el-Ezher Üniversitesi’nin Şeyhü’l-Ezher’i (Rektörü), bu üniversitenin öğretimini reforme etmek istemiştir. Tüm kabine Şeyhü’l-Ezher’in görüşlerini benimsemişti ve İslam’ın bu eski kalesinde bazı reformlar yapmak üzere çalışmalar yapıyorlardı. Muhtemelen çok geniş kapsamlı olan bu reformların imzaya sunulmadan önce inceletilmesi gerekirdi.

Fakat reformcular ve destekçileri, sarayın kötü niyetini ve tüm hükümet inisiyatiflerine düşman olan Kral’ın inatçılığını dikkate almadan hesap yaptılar. Kabine Bakanlar Kurulu’ndan geçen yasayı tartışıp kabul ettikten sonra, o zamana kadar konuya ilgisiz görünen Kral belgeyi imzalamayı reddetti.

Bu kesinlikle tuhaftı, çünkü ülkenin bir anayasası vardı ama bu hiçbir şekilde ülkenin özgürlüklerini arttırmıyordu. Bunu kanıtlamak için, iyi hatırladığım tek bir şahsi örnek vermek yeterli olacaktır. Britanyalı bir kişi öldürülmüş, tanık eksikliği nedeniyle katil bulunamamıştı. Bunun üzerine Britanyalı adli müşavir Mısır Ceza Kanunu’nun 32. maddesinin kaldırılmasını talep etti. Bu arada bu kanun Napolyon Kanunları’ndan alınmadır ve katilin itirafı veya tanıkların resmi beyanlarının mevcut olmadığı davalarda mahkemenin ölüm cezası vermesini yasaklamaktadır.

Konu Bakanlar Kurulu’nun önüne getirildi. Etrafımda üye olarak bakanlık avukatlarım ve hukuk adamlarım vardı. Konuyu son derece iyi anlayabilecek ve ilgili ilkelerin tam bilgisine sahip olarak bir fikir verebilecek insanlardı. Adli müşavir raporunu verdikten sonra çalışma arkadaşlarıma danıştım ve öncelikle Mısırlıların gerekli bir güvenceden mahrum bırakılmakta olduklarını, bunun neticesinde yargıçların keyfi otorite ve kaprislerine teslim edilmekte olduklarını söyledim. Sonra kurula danıştım. Kimse tek bir kelime söylemedi.

Kimsenin benimle aynı fikirde olmadığı benim için açıktı. Bunu ifade edebilecek kadar cesur olan tek kişi bendim. Yine de irademi körü körüne dayatmaktansa bakanlarım olarak kendi seçtiğim kişilerin fikirlerine uyum göstermek durumunda olduğumun tamamen farkında bulunarak bu konuda boyun eğdim ve kararı imzaladım ama gözlemlerimin kaydedilmesi ve fikrimin dava raporuna girilmesi koşuluyla.

Ben anayasal bir hükümdar değildim ama haklarının farkında olan eğitimli kitleler üzerinde artık mutlak güç uygulanamayacağını anlamıştım. Mısır’ın geleceğine güvenmemin nedeni de budur. Yeni Britanya Kabinesi’nin, her iki ülke için de çok zararlı olan bu ihtilafa bir son verecek açık zihinliliğine güveniyorum.

Bu anlaşmayı tartışmak ve onaylamak için bir araya gelecek bir Millet Meclisi’nin kurulmasında ülkenin kurtuluşunu görmekten keyif duyarım. Fakat hükümetin yeni seçimler için çalışma yapmaya karar verdiğini gördüğüm için, Millet Meclisi’nin yapacağı işin gelecek meclis oturumunda yapılacağına ve böylece demokratik kurumların özgürce gelişimine ve tarafsız yargının kuruluşuna izin verileceğine inanıyorum.

Şimdi bu yeni bir seçim meselesi haline geldiği için, ayrıca parlamentonun işlevlerinin yeniden oluşturulması ve meclis kapılarını kapatan mühürlerin çıkarılması gerektiği için, meclisin ilk görevinin, tüzüğün revize edilmesi olacağına samimiyetle inanıyorum. Belirli bazı imtiyazlara dokunmaktan sakınmak ve anayasal gücün uygulanmasına elverişsiz olan hassasiyetleri arttırmak için bu tüzüğün önemi fazlasıyla unutuldu.

“Yahya ed-Düstûr!” - “Çok Yaşa Anayasa!” Bu artık kulaklarıma makul gelen bir çığlıktı. Tüm Mısırlılar gibi bunun gerçekleştirilebileceğine inanıyorum. Ama her tür dalavereyi ve hırsı koruyacak sakat bir anayasa istemiyorum. Anayasa özgürlüğün çocuğu olmalıdır. Anayasanın tüm enginliği ve ışığıyla ilan edileceği gün, benim için bir sevinç günü olacaktır. Çünkü yirmi iki yıl boyunca sessiz kalmak zorunda kaldım. Bugün bile sesimi kısmak isteyenler mevcut!

Yine de kendimden emindim ve bu kitabı yazdım, çünkü bunun Mısırlılara gerçek olduğuna inandığım şeyi açıkça ve dürüstçe ifade etmek için bir fırsat olduğunu anladım.

Ulusal birlikte ve özgürlüğe saygıda Mısır’ın kurtuluşunu ve Britanya’nın onurunu görüyorum. Bu olayla Mısır’ın bir kez daha şeytani çobanlarından kurtulacağına inanıyorum. Bu çobanlar Mısır’ı özgürlüğüne götürdüğünü iddia ederken aslında onun en kötü köleliğe doğru sürüklenmesine neden oluyor.

Anayasa boş ve beyhude bir kelime olmamalıdır. İnsanların haklarına saygılı olmalı ve görevlerini bildirmelidir. Mısır ancak bu şekilde gemisini yeni hedeflere doğru sürebilecek ve bir zamanlar dünyanın öğretmeni olan ve yüzyıllar boyunca dünyaya bilgelikle ve ihtişamla dersler veren bir ırkın özelliklerini yeni bir dünyada tekrar ortaya koyabilecektir.

Kavalalı Mehmet Ali, İbrahim ve Hidiv İsmail geleneği içinde yıllarca yaşadım. Atalarım içinde en soylu örnekleri buldum. Mısır’ın öğretisine ulaşmak için tek yapmam gereken geçmişe bakmak. Yakın zamanlı bir hanedanlıkta askerler, reformcular ve büyük adamlarla ilgili örnekler buldum. O zamandan beri bu soylu ataların erdemlerinden ilham almaya ve onların ruhunu ve hafızalarını yaşamaya çalıştım. Fakat popülerliğimi bu büyük ataların eylemlerine dayandırmayı asla düşünmedim. Onların çalışmalarını sürdürmeye çalışarak onların anısına saygımı sunmak benim için yeterli olurdu. Bu muhteşem atalarla yakından veya uzaktan akraba olanlara yabancılaşmadım ve kutsal şeylere dokunmuş kişilere gösterilmesi gereken saygı neyse, onlara karşı da her zaman o saygıyı hissettim.

Soylulukları nedeniyle hem tahtın süsleri hem de hanedanlığın öğretmenleri olanlardan yabancılaşmak yerine bu yapılmaya daha değer bir şeydi muhtemelen. İsmail’in ihtişamının geleneğini devam ettirmek isteyen Kral ne yazık ki bugün İsmail’in sülalesiyle ihtilaf halindedir.

Bugün Mısır’ın özgürlüğü için en derin arzumu ifade ediyorum. Onun doğumuna katkıda bulunabildiğim için ve atalarım tarafından Mısır’a sunulmuş hizmetlerin uzun listesine kendi fedakârlıklarımı ve en değerli özlemlerimi ekleyebildiğim için gururluyum.






















































Atıf/Citation: Kızıltoprak, Süleyman, “Son Mısır Hidivi II. Abbas Hilmi Paşa’nın (1874-1944), Evelyn Cromer’ın İddiaları ve İngiltere’nin Mısır Politikaları Karşısında Yazdığı Eseri Üzerine Bir İnceleme”, Belgeler, S. 45, 2025, 93-185.

Dipnotlar

  1. Abbas Hilmi’nin Viyana’daki eğitim hayatı hakkında bk. The Last Khedive Of Egypt, Memoirs of Abbas Hilmi II, translated and edited by Amira Sonbol, London 1998, s. 55-62.
  2. Rifat Uçarol, Gazi Ahmed Muhtar Paşa (1839-1919) Askeri ve Siyasi Hayatı, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989, s. 205.
  3. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı (BOA), Yıldız Esas Evrakı (Y.EE.), 120/3.
  4. BOA, İrade Eyalet-i Mümtaze Mısır (İ.MTZ.(05)), 1619; BOA, Y.EE., 120/2.
  5. The Earl of Cromer (Lord E. Baring), Abbas II, Londra, 1915, s. 1-2.
  6. BOA, İ.MTZ.(05), 1435.
  7. BOA, Y.EE., 120/9.
  8. BOA, Y.EE., 120/12.
  9. BOA, Yıldız Perakende Evrakı Tahrirat-ı Ecnebiye ve Mabeyn Mütercimliği (Y.PRK.TKM.), 24/20.
  10. Harold H. Tollefson, Jr., “The 1894 British Takeover of the Egyptian Ministry of Interior” Middle Eastern Studies,Vol. 26, No. 4, Ekim 1990, s. 548-551.
  11. BOA, Y.EE., 129/15.
  12. The Earl of Cromer (Lord E. Baring), age., s. XIX.
  13. Paris’de çıkan Journal isimli gazetenin 5 Ağustos 1894 tarihli yayınında II. Abbas Hilmi hakkındaki makalede Hidiv’in İngiliz işgaline karşı aldığı pozisyon övülmektedir. Bk. Journal, Paris, 5.08.1894.
  14. II. Abbas Hilmi Paşa, İstanbul’dan eşine gönderdiği bir mektupta ziyaretinin başarılı ve beklentilerinin üzerinde olduğunu sevinç duyarak yazdı. Bk. BOA, Yıldız Perakende Evrakı Arzuhal Jurnal (Y.PRK. AZJ.), 24/74.
  15. BOA, Y.EE., 120/9; BOA, Y.EE., 120/12.
  16. BOA, Y.PRK.AZJ., 39/55.
  17. BOA, Y.PRK.TKM., 30/27.
  18. BOA, Y.PRK.TKM., 30/45.
  19. Uçarol, age., s. 205.
  20. Uçarol, age., s. 206-207.
  21. BOA, Sadaret Eyalet-i Mümtaze Mısır Evrakı (A. MTZ (05), 1/4-53 (1-C/4-2, iç no. 53).
  22. L. Hirszowicz, “The Sultan and the Khedive, 1892-1908”, Middle Eastern Studies, Vol. 8, No. 3, October 1972, s. 299-300.
  23. Mustafa Mercan, Jön-Türkler’in Mısır’daki Faaliyetleri ve Kanun-i Esasî (1896-1899), Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2003, s. 2-15.
  24. Süleyman Kızıltoprak, “Sömürgeci Rekabet ve Basın: ‘Bosphore Égyptien’ Olayı”, İslam Öncesinden Çağdaş Türk Dünyasına: Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’na Armağan, ed. Hayrunnisa Alan, Abdulvahap Kara, Osman Yorulmaz, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2008, s. 520-523.
  25. Kızıltoprak, agm., s. 517-518; BOA, Y.PRK.TKM., 30/42.
  26. Sonbol, age., s. 199-201.
  27. Sonbol, age., s. 191-201.
  28. Afaf Lutfi al-Sayyid, Egypt and Cromer a Study in Anglo-Egyptian Relations, John Murray, Londra 1968, s. 270-272.
  29. Fatih Özçelik-Mustafa Öztürk, “İngiltere’nin Mısır’ı İşgali ve “Taçsız Hükümdar” Lord Cromer’ın Mısır İdaresi (Eylül 1883-Mart 1907)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi/The Journal of International Social Sciences, C 31, S. 1, Ocak 2021, s. 492.
  30. Durham University Library, Archives and Special Collections, Abbas Hilmi II Papers, File 61/1-313.
  31. Mustafa Gençoğlu, İngiliz Hâkimiyetinde Mısır (1882-1914), Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1997, s. 116-117.
  32. Danşüvay Olayı nedeniyle ortaya çıkan adaletsizliklere mani olamadığını Cromer’ın kendisi de itiraf etmek ihtiyacını gizleyememiştir. Bk. Earl of Cromer, Abbas II, Londra, 1915, s. IX.
  33. Afaf Lutfi al-Sayyid, age., s. 162.
  34. Arthur Goldscmith, Jr., Modern Egypt; The Formation of a Nation State, Boulder-Colorado; Westview Press, Hutchinson, Londra 1988, s. 52-54.
  35. Zekeriya Kurşun, “Hüseyin Kâmil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C XVIII, İstanbul 1998, s. 553-554.
  36. Bolo Paşa’nın faaliyetleri dönemin gazetelerine de yansımıştır. Bk. Activities of Bolo Pasha as German Agent, Current History (1916-1940), C 7, S. 2, Part I, November 1917, s. 282-284.
  37. Süleyman Kızıltoprak, Mısır’da Osmanlı’nın Son Yüzyılı, TBBD, İstanbul, 2010, s. 325-327.
  38. Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası (Anlatan Hüsamettin Ertürk), Ararat Kitabevi, İstanbul 1969, s. 190-191.
  39. Süleyman Kızıltoprak, age., s. 330-331.
  40. Djavidan Hanum, Harem Life, New York 1931, s. 308-309.
  41. Çelik Gülersoy, Hidivler ve Çubuklu Kasrı, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayını, İstanbul 1985, s. 102.
  42. Süleyman Kızıltoprak, age., s. 333.
  43. Remzi Balkanlı, Abbas Hilmi Paşa II, Ankara 1949, s. 12.
  44. Caroline Williams, Islamic Monuments in Cairo: The Practical Guide, The American University in Cairo Press, Kahire 2002, s. 220.
  45. Söz konusu eser hakkında bk. Süleyman Kızıltoprak, “Lord Evelyn Baring Cromer’ın Abbas II Adlı Eserinin Değerlendirmesi ve Tercümesi”, Belgeler, S. 44, 2024, s. 33-118.

Figure and Tables