GİRİŞ
Osmanlı devlet anlayışında adalet kavramının yeri malumdur. Osmanlılar, devletin idari, mali, askeri, ticari, toplumsal ve adli yapılanmasında ve bu kurumlanıl yüzyıllarca süren gelişiminde adalet anlayışına kendi ölçülerince sıkı sıkıya sadık kalmışlardır. Zirâ, Osmanlı devlet anlayışının bir parçası olan “dâ'ire-i ’adliye" kaidesine göre, reâyâmn refahı, memleketin refahı, bu da, devletin bekası demekti[1].
On altıncı yüzyıldan başlayarak, zamanın getirdiği şartların baskısı altında söz konusu kuramlarda giderek artan bir şekilde adalet konusunda görülen sapmaların altı yüzyıl devam etmiş bir dünya devletinin güç kaybetmesinde ve sonunda yıkılmasında büyük etkisi olduğu da sabit bir hakikattir.
Osmanlı Devleti’nde belirtildiği gibi uzun yüzyıllar adalet olgusunun hâkim kılınmasında şüphesiz, tebaaya, haksızlığa uğradığı her konuda hakkını arama ve bu yolda kayıtsız şekilde şikâyet hakkını kullanma imkânının ve yollarının temin edilmesinin ve bununla da yetinilmeyip insanların müracaatlarına kulak verilmesinin ve onların mücadelelerinin ciddiye alınmasının büyük önemi olmuştur. Bu durumun en büyük göstergesi bu hak arama ve şikâyet hakkını kullanma meselesinin kurumsallaştırılmış olmasıdır. Halkın hak arama ve şikâyet etme hakkını kullanmalarının en önemli araçlarından birisi en alttan en yukarıya bütün idari kademelere gerekli gördükleri her konuda şahsi veya toplu dilekçe, yani arzuhâl ve mahzar vermekti. Osmanlı yönetimi her alanda olduğu gibi bu konunun bürokratik kurallarını da oluşturmuştu.
Konuya başlamadan önce diplomatik ilmi açısından arzuhâl (‘arz-ı hâl) ve mahzar kavramları üzerinde durmak ve bazı tespitlerde bulunmak yerinde olacaktır.
Arzuhal:
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde askerî veya reâyâdan herkesin herhangi bir devlet dairesinden başka, padişaha ve en üst icra ve kaza organı olan Divân-ı Hümâyûn’a dahi arzuhâl sunma hakkı vardı.
Arzuhâl dilekçe ve rapor mahiyetinde olup, alttan üste, yani halktan yönetim kademelerine bir dilek veya şikâyet bildirmek için sunulan bir belge türüdür[2]. Kişiler tarafından yazıldığı gibi, bir grup tarafından da verilebilirdi[3]. Aslında arzuhâl reâyâ ve askerî sınıfın şahsi dilekçesidir. Bu noktadan genellikle devlet görevlilerinin resmi dilekçeleri olan “arz”dan ayrılmaktadır[4].
Şekil özellikleri açısından bakıldığı zaman, arzuhâller özel şahıslara ait olduğu için yazı türü olarak daima belli bir tarzın kullanılmadığı görülmemektedir. Nesih, ta'lik ve son dönemlerde rık'a türü yazılar kullanılmıştır. Arzuhâl yazımının birtakım kuralları olduğu ve halktan herkesin eğitim durumu bu işe yeterli gelmediği için onlara bu konuda yardımcı olmak üzere Osınanlı toplumunda zaman içerisinde arzuhâlci denilen bir meslek grubu oluşmuştu. Bu gruba dahil olabilmek için işin inceliklerini bilmek ve resmi olarak izin almak gerekirdi. Kıbrıs’ta Gayrimüslimler için bu işi, kendilerine Avrupalılar’ın “Dragoman" dediği Kıbrıs Dîvân Tercümânları, Mahkeme Tercümânları ve Konsolosluk Tercümânları yapmaktaydı. On sekizinci yüzyıldan itibaren arzuhâl yazım kurallarına ve yazının düzgünlüğüne çoğu zaman dikkat edilmemeye başlanmış ve bu konunun resmi makamlarda şikâyet konusu olduğu görülmüştü[5]. Bu durumu aşağıda ele alınacak olan Kıbrıslı Gayrimüslimlerin İstanbul’a gönderdikleri arzuhâllerde sıklıkla görmek mümkündür.
Arzuhâllerde kağıt kullanılırken sağda gerekli derkenârlar için 1/4 oranında geniş bir boşluk ve gerekli muamele kayıtları için de kağıdın boydan en az yarısı, kısa arzuhâllerde de dörtte üçlük bir bölümü boş bırakılmalıydı.
Arzuhâller belli başlı kısımlardan (rükün) oluşmaktaydı[6]: 1) Davet: En üstteki “hüve”, “hüve’l-mu'alî” veya “yâ fettâh” ibareleri; 2) Elkâb: Arzuhâlin muhatabı olan şahıs veya makama göre farklılık gösterirdi. Örneğin, Padişah için “şevketlü, merhametlü, re’fetlü pâdişâh-ı ‘âlem-penâh hazretleri hilâfetinde dâ’inı olsun” gibi. Sadrazam veya daha aşağı mevkideki bir şahıs için de “devletlü, sa'âdetlü efendim sultânım hazretleri sağ olsun” vb. gibi. Elkâb yazılırken "Pâdişâhım” veya “Sultânım” kelimesi mudaka elkâb satırının biraz üstünde ve fark edilebilecek şekilde yazılırdı; 3) Dua: Gerek duyulursa muhatabın isminin ardından ona uygun yapılan bir dua. Örneğin, “zâde’llâhu te‘âlâ ‘ömrehu ve devletehu...” gibi. Arzuhâl şayet elkâb ve duasız yazılmışsa “mârüz-ı kullarıdır ki...”, ‘“arz-ı hâl-i kullarıdır ki...” veya “bu câriyeleri/kulları...” şeklinde devam ederdi.
Arzuhâlin 4. rüknü metin kısmıdır ki, bu da dört kısımdan oluşurdu: a) Mukaddime veya ta'rîf-i nefs, yani arzuhal sahibinin kendisini tanıttığı ve takdim ettiği kısımdır. Bu kısım "hâlâ” kelimesiyle başlayabilirdi; b) Beyân-ı istihkâk veya tavzîh-i meram, yani arzuhâlin yazılma nedeninin anlatıldığı kısımdır; c) Beyân-ı matlab veya netice-i matlab, yani arzuhâl sahibinin isteğini belirttiği kısımdır ki, “sa'âdetlü sultânını hazretlerinden mercüdur ki...” veya “merâhim-i 'aliyyelerinden mercüdur ki...” vb. şekillerde başlardı; ç) İstirham, yani arzuhâl sahibinin ricasını belirttiği kısımdır. Bu kısın.da “berât-ı şerif ihsân olunmak bâbında...” gibi kayıtlar yer alırdı.
Arzuhâlin son iki kısmı ise şunlardı: 5) Hatime: Arzuhâlin sonunu kapayan ibareler veya formüllerin yer aldığı kısımdır. Genellikle de “enir ü fermân devletlü sa'âdetlü sultânını haz- retlerinindir” veya kısaca “enir ü fermân sultânım hazretlerinindir” formülleri kullanılırdı; 6) imza: En altta arzuhali verenin ismi, görevi ve sıfatından oluşmaktaydı. İsmin üzerinde mutlaka “bende/bendegân”, arzuhâl sahibi kadınsa "câriye” ibaresi konurdu. İmzalar “Bende Ali”, “Bendegân-ı ahâlî-i nâhiye-i Değirmenlik” şeklinde oluşabiliyordu. Arzuhâl sahibi isminin tam altına veya bazen yanma mühür basardı.
Yukarıda belirtilen özelliklere sahip arzuhâller ilgili makama sunulduktan sonra gerekli birtakım muamelelerden geçerdi. Yapılan muameleler kısaca arzuhâlin üzerine kaydedilirdi. Mesele çözüm için ilgili kurululara havale edilir, yani ilgililere yazılı olarak emir verilirdi.
Mahzar:
Osmanlı Devleti genelinde olduğu gibi, Kıbrıs Eyâleti’nde de askerî sınıf mensupları ile reâyânm, özellikle de gayrimüslim reâyânm hak arama yolunda merkezle olan yazışmalarında kullandığı başka bir yöntem de “arz-ı mahzar”, yani mahzar sunma idi.
Mahzar Arapça “hazar” kökünden türetilmiş bir ism-i mekândır ve hazır bulunulan yer, sicil, defter gibi anlamları vardır[7]. Diplomatik ilmi açısından ise, ‘arz-ı mahzar veya kısaca mahzar, yüksek makama sunulacak bir dilek veya şikâyetin yazılışında (rık'a / ruk'a) hazır bulunanların, onun doğruluğunu onaylama makamında imza ettikleri belge, ya da kısaca çok imzalı arzuhâl olarak tanımlanabilir[8]. Bununla birlikte, nadiren de olsa birkaç imzalı mahzarlara da rastlamak mümkündür.
Mahzar rükünleri açısından arzuhâle benzemektedir. Bununla birlikte, iki belge türünü birbirinden ayıran üç önemli nokta vardır:
a) Bir mahzarın mahzar olduğu birçok noktadan, özellikle de başlangıç formülünün üçüncü kısmından anlaşılabilmektedir: “Mahzar-ı sadâkat-eserleriyle ihbarlarıdır ki...” veya kısaca “arz u mahzarları oldur ki...”, “mahzar-ı sıhhat-eserleriyle...” gibi.
b) Mahzarları arzuhâllerden ayıran önemli bir unsur olarak, mahzarların hâtime rüknünde, “hâki enir men lehü’l-enırindiı ” vb. formüller yer almaktadır.
c) Mahzarları arzuhâllerden ayıran en önemli nokta, bir köy, bir kasaba, bir grup tarafından sunulmuş olmalarından dolayı çok sayıda imza içermeleridir. Kadı, nâib, imanı, ha- tib, müderris, mülâzım, dizdar gibi görevlilerin imzaları ilk sırada yer alırdı. Halka zulmetmiş olan bir sancakbeyinin veya vâlinin değiştirilmesi ve timârla ilgili sorunlarda ise zu'enıâ, timâr erbâbı ve çeribaşılann imzalan bulunmaktaydı. İmam ve müderrislerin vazife/sıfat ve isimleri bulunurken, sancakbeyleri ve timâr erbabı da dahil diğer isimlerin üzerine “Bende Mustafa, ez-zâ'im” örneğinde olduğu gibi “bende” kelimesi konurdu. İsimden sonra da sıfatı eklenirdi. İmzalarda mevkii sırasına dikkat edilirdi. En önemli şahsın imzası sol başta olurdu. Mahzarı sunan halk arasında Gayrimüslim varsa onların imzaları da en sona eklenirdi.
Mahzar karakterinde olmakla beraber arzuhâl şeklinde kaleme alınmış belgeler de söz konusudur. İçlerinde “arz” ve “arzuhâl” kelimeleri geçmekle birlikte, bu belgeler çok imzalı olmaları bakımından mahzar kabul edilmektedirler.
Arzuhâller gibi mahzarlarda da genellikle tarih bulunmamaktadır. Nadiren bulunanlarda da Arapça olarak yazılmışlardır.
Mahzarlarda imzalara ek olarak mühürler de basılmıştır. Bazı isimlerin altına mühür yerine parmak basıldığı da oluyordu.
Kullanılan kağıt açısından bakıldığında, mahzarlarda çok sayıda imza ve mühür olacağı için “battal kağıt”, yani büyük ebatlı kağıt kullanıldığı görülmektedir. Mahzarlarda bir önemli kural da tek kağıt kullanılmasıydı.
Mahzarlardaki ilk imzalar çoğunlukla ilmiye sınıfı mensuplarına ait ise, yazı ta'lik ile, alaybeyi, sipahi, zaim gibi idareci sınıfa aitse dîvânî veya dîvânî kırması ile ve halkın sunduğu mahzarlar da daha ziyade nesih, nk’a yahut kırma türü yazılarla yazılmaktaydı[9].
Bu çalışmanın temel kaynağını oluşturan T.C. B.O.A. A. DVN. KBŞ. Dosyası’uda yer alan arzuhâller ve mahzarlar konusunda diplomatik ilmi açısından yapılan bazı genel tespitleri sunduktan sonra ana batlarıyla 1571-1800 dönemi gelişmelerine değinilecektir.
I. 1571-1800 DÖNEMİ GELİŞMELERİ
Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar şahit olunan önemli gelişmeler şunlardı: 1 Ağustos 1571’de Mağusa Kalesi’nin düşmesiyle fetih tamamlandı. Osmanlı idari teşkilatı oluşturularak Kıbrıs ayrı bir "beylerbeyilik" yapıldı[10]. Bunun ardından, hemen gele-neksel Osmanlı "tahrîr" sistemi uygulanıp[11], Sultan’m emri üzere adanın tekrar “ma’mür ve âbâdaıı" kılınması için[12] bir "Sürgün Hükmü” çıkarılmış[13] ve buna bağlı olarak özellikle İç Anadolu Bölgesinden Müslüman Türk unsuru adaya sevk edilmeye başlanmış, bu işlem farklı aralıklarla 1581’e kadar devam ettirilmişti. Böylece Kıbrıs'ta Türk toplumunun temeli atılmıştı[14].
Kıbrıs'ta Türk askeri, idari ve toplumsal müesseseler! oluşturulurken aynı zamanda adanın yerli halkı olan Ortodoks Rumlar için de yeni düzenlemelere gidildi. Reâyânm adalet, emniyet ve refahının sağlanması, dolayısı ile devletin bekası demek olduğu için[15] "vedâyî'-i Hâlık beraya” nın[16], yani halkın gönlünü almak (istimâlet) üzere fetihin ardından "toprağa bağlı kölelik" kaldırılıp, ağır Venedik vergi sistemi, nisbeten daha hafif olan Osmanlı vergi sis-temi ile değiştirildi[17]. Ayrıca, Ortodoks Başpikoposluğu Katolik baskısından kurtarılıp, bütün haklan iade edilerek yeniden ihya edilmiş ve böylece Rum halk dini özgürlüklerine de kavuşturuldu[18]. Kısaca Kıbrıs'ta, daha çok ondokuzuncu yüzyılda kullanılan adıyla, Osmanlı’nın geleneksel "millet sistemi" uygulanmış ve Gayrimüslimlerin zamanla ekonomik, kültürel ve siyasi olarak gelişebilecekleri bir ortanı sağlanmıştı[19].
Ada idaresinde, daha etkili olacağı inancıyla 1670'te değişiklik yapılıp, Kıbrıs "Kaplıdan Paşalığa" bağlanmıştı. Kaptan Paşa’nın aynı zamanda Osmanlı donanmasının amirali olması onu, ada yönetimini, kendi yerine, 15 bin kuruş maaşla “müsellim” veya “mütesellim" denen bir memura bırakmaya sevkedecekti. Müsellim her yıl Kaptan Paşa'ya maişet denen belli bir miktar vergi ödemek durumunda idi[20].
Osmanlı Devleti 1660 yılında, Kıbrıs Başpiskoposu'nu Rumların sözcüsü olarak resmen tanıyıp, ona gayrimüslim reâyânın vergilerini toplama hakkını bahşedecek ve 1754 yılında ise Kıbrıs Kilisesi Başpiskoposu'nu Rumların başı (Kocabaş) olarak resmen tanıyacaktı[21].
1703 yılında[22], Hill’e göre[23], ada Veziriazam’a “hass” olarak verilecek ve ada yönetimi, Veziriazam’dan Kıbrıs’ın vergilerini toplama hakkını iltizam yoluyla satın alacak olan “muhassıl” isimli bir görevlinin eline geçecekti[24]. Bu şekilde, adanın bütün idari işleri ve her türlü verginin toplanması işlemi şimdi tek bir kişinin elinde toplanmıştı. Bu şekilde başlayan muhassılhk idaresi 1745-1748 yıllan arasındaki bir vezirin yönettiği bağımsız bir valilik dönemi hariç, 1785 yılına, hattâ Tanzimat’a kadar devam etmiştir[25].
1785 yılında, Türklerin[26] ve özellikle adada bu tarihe kadar gittikçe güçlenmiş olan zimmîlerin temsilcileri (re’âyâ vekilleri) durumundaki Ortodoks Başpiskoposu, üç metropoliti ve Sarây (Dîvân) Tercümânı’nın şikâyetleri üzerine[27], yapılan tahkikat neticesinde “Muhassıl-ı enıvâl” El-hâc Abdülbâki Ağa’nın görevden alınmıştı[28].
1785’te yapılan bir düzenlemeyle, ada Veziriazam’ın “hass”ı olmaktan çıkarılıp, yani doğrudan onun kontrolü altında bulunan bir muhassılın elinden alınıp, “Cezâ’ir-i Bahr-i Sefîd” Beylerbeyi de olan Kaptan Paşa’nın teklifi ve Dîvân-ı Hümâyûn’un tayini ile göreve gelecek bir muhassılın idaresine verilmişti. Kısaca, inisiyatif Kaptan Paşa’ya geçmişti.
Bu dönemde Osmanlı idari mekanizmasına göre ada bir sancaktı. Sancak merkezi Lefkoşa Kazâsı idi. Ada 16 kazâya ayrılmıştı[29]. Bu kazâlar, belgelerle yazıldığı şekli ile şunlardı: Lefkoşa (Dağ ve Değirmenlik nâhiyeleri), Mesariye, Mağusa, Karpas, Baf, Hrisofı, Kukla, Evdim, Tuzla, Leymosun, Piskobi, Gilan, Gerine, Lefke, Onıorfa, Pendaye.
Yüzyılın ikinci yarısında, bütün ada halkını ilgilendiren ve idari ve sosyo-ekonomik çalkantılara neden olan birbiriyle ilişkili iki önemli olay olmuştu: Muhassıl Silahdâr Osman Ağa (Çil Osman) ve Dizdar Halil olayları.
Muhassıl Silâhdâr Osman Ağâ, ya da Çil Osman 1764 yılında göreve başlar başlamaz halkın vergi yükünü artırmıştı. Bunun üzerine Müslim-gayrimüslim bütün ada halkının önde gelenleri bir mahzarla Muhassıl’ı İstanbul’a şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Osman Ağa ayın yıl Lefkoşa’da, Kıbrıs’ın bütün Müslim ve gayrimüslim devlet yetkililerini ve ekâbirini “Sarây”ına davet edip, onlara karşı bir komplo düzenlemişti. Bunun üzerine özellikle Lefkoşalı Hıristiyanların Saray’ı basmasıyla bir arbede yaşanmıştı. Bu olayda iki Müslüman ölmüş, onu da yaralanmıştı. Ayrıca Muhassıl Osman Ağa’nın kendisi ve 18 adamı da ölmüş ve mal ve eşyâsı gâret olunmuştu[30].
Hâdiseyi öğrenen zamanın İstanbul hükümeti derhal yeni Muhassıl olarak ve “Kazâ- zede” Muhassıl Ağâ’nın[31] iltizâm süresini tamamlamak üzere yeni Muhassıl Hâfız Mehmed Efendi’yi tayin etmiş[32], “kazâ-zede” Muhassıl Osman Ağâ”nın “gâret olunan enıvâl ve eşyâsı ceste ces’te zuhûr ve beytü’l-mâl’e teslim ve ism ü resmiyle defter” olunmuş, ölenlerin yakınlarının kan paralan ödenmiş ve Muhassıl’a âit “sarây” yeniden inşâ olunmuştu[33].
Muhassıl Hâfız Efendi’nin denetimi altında soruşturma başlatılmıştı. Müslim ve gayrimüslim cemaat temsilcileri, ölen Muhassıl’ın yağmalanan "sarây"ının yeniden inşâsı, zayi olan mal ve eşyasının iade edilmesi ve soruşturma heyetinin masrafları, ölenlerin kan parası ve hâzineye yapılacak diğer ödemeler için 1000 kiselik meblağın[34] kimlerden nasıl toplanacağı meselelerini karara bağlamışlardı. Buna göre, Hıristiyanlardan kişi başına 14 guruş ve Müslümanlardan da 7’şer guruş toplanacaktı.
Zimmîler kararı Kabul etmişlerdi. Masrafların abartıldığına ve mahalli yöneticilerin kendilerini aldatmaya çalıştığına inanan Mesariye ve Mağusa kazâlarından 300 kadar Türk ödeme yapmayı reddetmişti. Baskılara karşı harekete geçerek, Lefkoşa’nın Değirmenlik nâhiyesini ele geçirmişler (1765) ve kendi aralarından Girne Kalesi Dizdârı Halil’i lider seçmişlerdi. Dizdar Halil bundan sonra herkese hükmetmeye ve karşı gelenlere veya meşrû otoritenin istediği 14 veya 7 guruşhık tazminat bedelini ödeyenleri en şiddetli şekilde cezâlandırmaya başlayacaktı[35]. Bu şekilde, belgelerde bahsi geçen “Dizdar Halil şekâveti” başlamış olacaktı[36].
Bu arada Başpiskopos Paisios, üç yardımcı papazı ile bir şekilde adadan kaçarak İstanbul’a varmayı ve İstanbul hükümetini durumdan haberdar etmeyi başarır. İstanbul hükümeti de hemen, önce Kaptan İbrahim Bey’i iki karavel ve 150 kadar adamıyla ve Kaptan Mâliki Hacı Mehmed Paşayı hâdiseyi bastırmak için ve akabinde, Ilâfız Mehmed Efendi’nin yerine Kıbrıs Muhassılı olarak merkezden Süleyman Efendi isimli birisini, Hâfız Efendi hakkında yapılan isnatları tahkik etmek üzere adaya gönderir[37].
Dizdâr Halil ile Kıbrıs Muhassılı arasında birtakım çetin mücadeleler yaşanmasına rağmen, İstanbul hükümetinin Hafız Efendi’nin yerine Süleyman Efendi yi muhassıl tayin etmesi, “Kıbrıs nizâmına me’mür” olarak Teke Sancağı Mutasarrıfı Vezir (Kör) Ahmed Paşa’yı askerleri ile birlikte adaya sevk etmesi[38] ve ona Silifkeli Güllüoğlu Mustafa ile Antakya Alaybeyi Cafer Paşa’nın da askerleriyle katılmasıyla[39], Larnaka’daki Fransa, Venedik ve Tuskanya Konsoloslukları adına hareket eden İngiliz Konsolosu Timothy Turner’in arabuluculuk çabalarına rağmen[40], adamlarının çoğu Anadolu'dan yardımcı kuvvetler geldiğini duyar duymaz dağılan ve kendisi de iki yüz kadar adamıyla Girne Kalesi'ne sığınmış olan Dizdâr Halil ele geçirilmiş ve idam edilmişti (Ağustos 1765). Bu şekilde Dizdâr Halil “şekâveti” zorlukla da olsa bastırılmıştı[41].
Bu dönemde ehl-i örfün çıkarmış olduğu en önemli idari ve toplumsal sıkıntı olması açısından ayrı bir önem taşıyan Dizdâr Halil “şekâvef’inin bertaı afından sonra bu işte en önemli rolü oynayan Teke Sancağı Mutasarrıfı Ahmed Paşa Kıbrıs Muhassılı Süleyman Efendi’ nin iltiması ile Anadolu’ya dönmekte yavaş hareket etmişti. Hatta Muhassıl’ın, Ahmed Paşa ve adamlarının adada bir süre daha kalmaları için Piskoposlar’a zorla yazı yazdırıp, imza ettirdiğine dâir bir belgede bazı kayıtlar var[42]. Hâlbuki, halkın durumu zaten geçen bir buçuk iki yılda yaşanan kargaşa nedeniyle daha da ağırlaşmıştı. Ticari hayat sarsılmış, tarımsal arazilerin ekim dikimi durmuştu ve 1768 yalında kaçınılmaz olarak kıtlık baş göstermişti[43].
İlgili belgede, daha doğrusu İstanbul’a gönderdikleri mahzarlarında, Başpiskopos Paisi- yos, üç metropoliti (Baf Piskoposu Hrisanto, Tuzla Piskoposu Makariyos ve Gerine Piskoposu Hrisanto) ve Muhassıl Sarâyı Tercümânı (Dragoman) Yasef, Ahmed Paşa ve askerlerinin masraflarının gün geçtikçe arttığını, dolayısı ile geri çağrılmasını, o güne kadarki masrafların halka tevzii için kendilerine ferman ihsan olunmasını ve eğer adada yeniden “şekâvet” zuhur ederse, bütün kazâ ahâlilerinin, şakilerin “'alız ve cezâlarının tertîb olunması” için birbirlerine kefil olduklarını beyân etmektedir. Aslında Muhassıl Süleyman Efendi’nin kendisi de, aynı şekilde, “cezîre-i Kıbrıs’ın nizâmına me’mür” Vezir Ahmed Paşa’nın ve askerlerinin nıasraflarının dahilden borçlanma yolu ile karşılandığını, ancak giderek artan alacaklıların baskısı altında durumun zorlaştığı için toplanı meblağın ahâliye tevzii ve tahsiline izin verilmesini merkeze arz etmişti[44].
Onsekizinci yüzyılın son çeyreğinde bütün ada halkını etkileyen bir olay daha vardır: Muhassıl Osman Ağa’nın yolundan giden Muhassıl Abdülbaki Ağa meselesi. Bu konuya aşağıda değinilecektir[45].
1571-1800 dönemindeki önemli gelişmelere değinildikten sonra aşağıdaki bölümlerde eyâlet toplununum etnik-dini yapısı ve halkı, arzuhal ve mahzar göndermek yoluyla sorunlarını İstanbul’a taşımaya zorlayan belli başlı faktörler üzerinde durulacaktır.
II. TOPLUMUN ETNİK-DİNİ YAPISI
Ada toplununum ilgili dönemde karşılaştığı en önemli sorunlar ve onların kaynaklarını ele almadan önce kısaca adadaki Osmanlı tebaasının etnik-dini yapsına da değinmek gerekir.
Mevcut belgelere göre, onsekizinci yüzyılın ikinci kısmında ada toplumu, büyük çoğunluğu Türk olan Müslümanlardan başka şu etnik/dini unsurlardan oluşmaktaydı: Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler[46] Venedikliler[47], Hıristiyan Araplar[48], Fransızlar[49], Kıbtîler ve “Zanta reâyâsı”[50] Mısır’dan[51] ve Kafkaslar’dan[52] getirilen ve adada satılan erkek ve dişi Arap ( Zenciyi l-asl) ve Gürcü köleleri de bunlara ilâve etmek gerekir.
Osmanlı Devleti genelinde olduğu gibi ada toplumu da iki ana gruba ayrılmıştı: Müslümanlar ve Gayrimüslimler. İkincilere çoğu zaman “ehl-i zimmet” (zimmetlenmiş, korunmuş halk) denilmişti[53]. Ehl-i zimmet olanlar da genelde kendilerine “ehl-i kitâb”[54] da denilen Yahudiler ve Hıristiyanlar idi[55]. Hıristiyanlar da çoğunlukla Rumlardan ve Ermenilerden oluşmuştu.
Kıbrıs’ta Ortodoks Rumlara göre Ermenilerin nüfusu ise gayet azdı. Diğer çok küçük etnik/dini gruplar hakkında belgelerde dağınık halde bazı bilgiler bulunmaktadır. Onlarla ilgili atıfta bulunulan belgelerin konusu ise, ya yıllık vergilerine, ya da içlerinden bazılarının İslâm’a geçişine dairdir. Genel olarak, sayılarının azlığına bakılmaksızın büyük küçük bütün gruplara zimmi, yani Osmanlı’nın gayrimüslim tebaası olarak bakılmış ve aynı şekilde muamele edilmiştir[56]. Yani, devlete yıllık vergilerini ödemeleri, başkalarına karışmamaları (kendü hâllerinde olub)[57] ve “kendi kâr u kesb ve ticâret ve hırâset ve zirâ’atleriyle iştigâl” eylemeleri şartıyla[58] kendi inançları ve âyinleri doğrultusunda yaşamalarına karışılmadığı ve başkalarının karışmasına da mümkün olduğu kadar izin verilmediği belgelerden anlaşılmaktadır.
III. REÂYÂNIN SORUNLARI
Yüzyılın genelinde, özellikle de ikinci yarısında Müslim-gayrimüslim bütün ada toplumuna rahatsızlık veren ve zaman zaman onları adayı terk etme noktasına kadar getiren belli başlı faktörler söz konusu olmuştu: Âfetler, baskıcı ve suistimalci eyâlet önde gelenleri (ayân ve eşrâf), Kıbrıs Ortodoks Kilisesi temsilcileri ve ehl-i örf mensuplarının kanunsuz uygulamaları gibi. Bu etkenler ana hadarıyla aşağıda ele alınacaktır. Bu şekilde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi temsilcileri ve gayrimüslimlerin İstanbul’a sunmuş olduğu arzuhâller ve mahzarlar birer belge olarak dönemin idari ve sosyo-ekonomik tarihi açısından daha aydınlatıcı bir mahiyet kazanmış olacaktır.
1. Âfetler
İlgili dönemde Osmanlı Devlet idarecilerinin çeşitli tedbirler almasına rağmen, daha on aluncı yüzyılın sonlarından başlayarak, bütün ada tarihinde olduğu gibi, ada halkı en çok kuraklık, kıtlık, çekirge istilâları, vebâ ve depremler gibi, insanların genellikle önlemekte aciz kaldığı umumi musibetlerden ve âfetlerden şikâyet edeceklerdi. Bu durum ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar devam edecekti[59].
2. Ayân ve Eşrâf
Halkın sıkıntısına sıkıntı katan ikinci önemli faktör, onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar, Osmanlı Devleti'nin onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda idari, iktisadi ve sosyal bünyesinde meydana gelen ve bütün ülkede etkisini hissettiren problemlerin bir neticesi olarak Kıbrıs’ta da ortaya çıkan “Kıbrıs a'yân ve eşrâfı”dır.
Bu sınıf nasıl ve kimlerden oluşmuş ve halka ne şekilde sıkıntı vermişti? Bu dönemde de, Kıbrıs adası “hass” olarak Veziriazamlara verilmişti. Onlar da adanın idaresini İstanbul’dan bazı güçlü kişilere iltizamen havale etmekteydiler.
Kendilerine ada idaresi emanet edilen mütesellim ve ınuhassıllar, halkın vergisini doğrudan kendileri toplayacakları yerde, onlar da vergi toplama işini büyük toprak sahibi olup, halkın ileri gelenlerine (ayân ve eşrâf), ya da daha doğrusu “ağalar”a yaptırmayı tercih etmişlerdi[60].
Kıbrıs ayân ve eşrafı ada halkının önde gelenlerinden oluşmaktaydı. Bir kısmı küçük çaplı mültezimler olarak “voyvoda”, “mütevelli”, “câbî”, “kadı nâ’ibi” olabilen bıı mümtaz kimseler, daha çok “ehl-i ‘örf ve “‘ulemâ”dan ohıp, görev sürelerinin bitiminde doğdukları memleketlerine dönmek yerine, uzun yıllar görev yaptıkları, alıştıkları ve yerlilerle yaptıkları evlilikler sayesinde iyice kök saldıkları adada kalmayı tercih eden yüksek rütbeli tekaüde ayrılmış (emekli) devlet memurlarından (ağa/efendi) oluşmaktaydı[61].
Kıbrıslı zimmî reâyâ temsilcileri ve önde gelenleri de Kıbrıs ayân ve eşrâfı arasında yer alabiliyordu. Meselâ, "sabık Rum Tercümânı” ve “Tuzlah sabık Kocabaş” gibi. Bunlar da “mültezim” olabilmekteydiler[62]. Mültezim olarak Hıristiyan seçkinleri bir hayli büyük çiftliklere bile sahip olabilmişler ve sâkinleri Rumlardan veya belli sayıda zimmî nüfus içeren bölgelerin devlete ait vergilerini (emvâl-i mîrî) toplama yetkisini uhdelerine alabilmişlerdi[63].
Onsekizinci yüzyılın ikinci yansında, zaman zaman devlete gerçekten önemli hizmetleri görülmüş olan Kıbrıs ayân ve eşrafından birçoğu, mültezimlik, mütevellîlik, voyvodalık, câbîlik veya kadı nâibliği gibi iltizâmen elde ettikleri makamlarda birer devlet memuru olarak görev ifâ ederlerken “şer‘a ve kânüna mugâyir” olarak halkın perişân olup, dağılmalarına sebep olacak şekilde hak ve yetkilerini kötüye kullanmıştı[64]. Zirâ, iltizâm olayında, yani açık artırma ile bir gelir kaynağının belli bir süre veya kaydı hayat şartı ile (ber-vech-i mâlikâne[65] veya esham[66]) satılmasında, gelir kaynaklarının en yüksek fıyâtı teklif edene verilmesi esastı. Bu durumda çoğunlukla mültezimler için gelir kaynağının ve ona bağlı üreticilerin, yani köylülerin içinde bulunduğu şartlar ikinci plânda kalacaktı[67].
Halkın perişan ve dağılmaları (perakende vü perişan) pahasına, en kısa sürede en yüksek kârı elde etmek isteyen Kıbrıs ayân ve eşrafının halka en çok yaptıkları haksızlıklar (zulm ü te'addî), “hilâf-ı kânûn ve defter" veya “şer' ve kânuna muğâyir” olmasına rağmen, kanunsuz teftiş gezilerine çıkarak (il üzerine devre çıkmak) veya rastgele yerlerde mahkeme (icrâ-i ahkâm-ı şer'îyye) kurarak bu esnâda halktan ücretsiz yiyecek içecek vs. (yem ve yiyecek taleb etmek) istemek, vergi oranlarını artırmak (kânundan ziyâde akçe / penbe ve ipek almak/taleb etmek), kanunsuz vergi yükü yüklemek (şartlama, teşrîfîyye, kudumîyye, mübâşiriyye, zâhire-bahâ, sarây döşemesi ve ayrıca bir de tekâlif-i şâkka vs.), başkasının malını zapt etmek (fuzûlî zabt) veya rüşvet almaktı[68].
Bütün gayretlerine rağmen Kıbrıs >em>ayân ve eşrâfından birçoğunun yaptığı yolsuzluk ve zulümler Kıbrısh tebaa tarafından zaman zaman İstanbul’a arzuhal edilmişti. Zamanın merkezi hükümetleri de halkın sızlanmalarına kulak verip ellerinden geleni yapmaya çalışacaklardı. Halka zulmeden zâlimlere karşı gerektiğinde gayet acımasız davranacaktı[69]. Bu çerçevede, daha 1665'lerde halka zulmünden dolayı idam edilen Kıbrıs Beylerbeyi İbrahim Paşa[70] ve halka yaptığı zulmünden dolayı çıkan bir arbedede halk tarafından öldürülen Silah- dar (Çil) Osman Ağa’nın (1764-65) yolundan giden Muhassıl Abdülbaki Ağa 1785 yılında Müslim ve gayrimüslim reâyânın şikâyetleri üzerine görevinden azledilip, Yafa’ya (Filistin) sürgüne gönderilmiş[71] ve ondan sonra göreve gelen Muhassıl Ali Ağa da, yine Müslim-gay- rimüslim ada ahâlisinin şikâyetleri üzerine ve tahkikat neticesinde 1786 yılında görevinden uzanılaştırılmakla kalmamış, ayrıca görev süresince biriktirdiği varlığına el konulup, kendisi de “'ibreten li’s-sâ’ire’’Mağusa kalesine "kalebendi” kılınmıştı[72].
Zimmî temsilcilerinden olup, Kıbrıs Dîvân (Muhassıl) Tercümanı da olan Aci Yorgaki veled-i Yanni ise, Hıristiyanlar tarafından “hilâf-ı şer' vergileri hususunda zulm ü te'addî" et-mek, bir zimmînin “hakk-ı ‘irsiyyesini fuzûlî zabt” eylemek vb. suistimal ve yolsuzluklarından dolayı İstanbul’a şikâyet edilmesi üzerine tutuklanmış ve muhâkeme olunmak üzere İstanbul’a irsâl olunmuştu[73].
3. Kıbrıs Ortodoks Kilisesi ve Gayrimüslimler
İlgili dönemde halkın, özellikle de Gayrimüslimlerin aleyhinde olmak üzere meydana gelen bir gelişme de, bu dönemde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi temsilcileri ve Kıbrıs Dîvân (Sarây) Tercümânı’nın (Dragoman[74]) ada yönetiminde ve Gayrimüslimlerin üzerinde otoritelerinin artmış olmasıdır.
Bilindiği gibi, fetihten hemen sonra Osmanlı Devleti, diğer topraklarda olduğu gibi nüfus çoğunluğunu (yaklaşık üçte ikisi) gayrimüslim reâyânın oluşturduğu Kıbrıs adasında da geleneksel "millet sistemi"ni uygulamaya koymuş ve bunun sonucunda, takip eden yüzyıllarda Türkler tarafından canlandırılan Ortodoks Başpiskoposluğunun başındaki Kıbrıs Başpiskoposu ada üzerinde büyük bir güç elde etmiş ve bazılarına göre bir zaman için Türk Paşası’ndan daha büyük nüfuza sahip olmuştu[75].
Bu noktaya gelinmesinin iki önemli sebebi olduğu anlaşılmaktadır; birincisi, Osmanlı idarecilerinin devletin resmi hukuk sistemi olan İslâm hukuku çerçevesinde, hatta bazen bu çerçeveyi de zorlayacak şekilde Hıristiyanlara ve Yahudilere, yani "ehl-i kitâb" olanlara siyasi, iktisadi ve sosyo-kültürel ayrıcalıkları cömertçe tanımış olmaları[76]; İkincisi ise, onyedinci yüzyıldan itibaren İstanbul'daki merkezi idarenin taşra üzerinde eski hâkimiyet ve otoritesini kaybetmesi ve buna paralel ve bağlı olarak da Avrupah devletlerin, Osmanlı toprakları üzerinde, özellikle gayrimüslim reâyânın yoğun olarak yaşadığı taşrada konsolosluklarını misyonerlik merkezlerine dönüştürmeleri ile devletin içişlerine müdahale etmeleridir[77].
Osmanlı idaresi 1660 yılında Kıbrıs Başpiskoposu'nu Rumların sözcüsü (temsilcisi) olarak resmen tanıyıp, ona gayrimüslim reâyânın vergilerini toplama ve meselelerini doğrudan kendisine arz etme imtiyazlarını tanımıştı[78]. 1754 yılında ise, İstanbul’a gitmiş olan bir kısmı Kıbrıslı papazların Kıbrıslı halka yardım dileğinde bulunmalarına karşılık. Veziriazam bir ferman yayımlayarak Kıbrıs Başpiskoposunu "kocabaş" unvanı ile adadaki zimmîlerin resmi temsilcisi ve başı ilân edip, İstanbul'daki Fener Patriği’nden bağımsız olarak doğrudan doğruya İstanbul ile ilişki kurabilme yetkisini bahşedecekti[79].
Bu atılan adımlarla aslında Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi adanın yerel idaresinde Türk Paşası'na ortak edilmişti. Elbette bunun bir anlamı vardı. Bilindiği üzere, Rusya ile yaplılan ve kaybedilen bir savaşın sonunda 1774 yılında Küçük Kaynarca Antlaşması gibi ağır şartlar içeren bir antlaşma imzalanmıştı[80]. 1774 antlaşmasının bazı maddelerini kendi menfaatleri yönünde yorumlayan Rusya kendisini, Osmanlı'nın Ortodoks Hıristiyan tebaasının koruyucusu olduğunu ilân ederken, daha sonra İngiltere ve Fransa da Katolik tebannı hamileri kesilecekti. Her üç devlet de Osmanlı ülkesinde o ana kadar huzur ve güven içerisinde yaşamakta olan Gayrimüslimlerin dini ve milli duygularını kamçılayarak, onları devlete, ya da efendilerine karşı isyan ettirmek gayesine yönelik olarak bu ülkede birtakım misyonerlik faaliyetlerine girişeceklerdi. Amaç devleti içten de zayıf düşürüp, parçalamaktı[81].
Osmanlı devlet yöneticileri, giderek artan yabancı müdahalesi ve baskısına karşı, özellikle Gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı Kıbrıs'ta yerli halkın batılı güçlerin politikalarına alet olmalarını önlemek ve kendi tarafına çekebilmek için Kıbrıs Ortodoks Rum Kilisesi önde gelenlerine yukarıda bahsedildiği gibi fevkalade idari, iktisadi ve dini ayrıcalıklar vermiştir. Bu uygulama belli dereceye kadar başarılı olmuş gözükmektedir. Çünkü, Kilise idareye ortak edilmekle hem Rumların AvrupalIlarla işbirliğine girmeleri, hem de Rum Başpiskoposu'nun ada halkını Osmanlı idaresine karşı devamlı kışkırtarak muhalefet etmesi engellenebihnişti[82].
Osmanlı'nm bu "cömertçe imtiyâz verme ve kendine bağlı kılma" uygulamalarının, özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ada tarihinin gelişimi üzerinde etkisi büyük oldu. Önce, Kıbrıs Ortodoks Kilisesi, hem adadaki Rum halkı hem de Türk Paşası üzerinde etkin bir nıevkiye sahip kılınacaktı. Bu tarihten sonra yerli Rum halk, Türk Paşalar’dan ziyade, kendi temsilcileri olan Başpiskopos ve Dragomandan şikâyet etmeye başlayacaklardı. Çünkü, bu kimseler elde ettikleri çeşitli yetkileri kendi dindaşları olan Rumlara karşı kullanmaya ve kendi şahsi menfaatlerine alet etmeye başlayacaklardı[83]. Bir başka deyişle, kendi cemaât mensuplarını değişik şekillerde soymaya başlayacaklardı. İstisnalar her zaman mümkündür. Yani, gerçekten kendi insanlarının refah ve selâmeti için çalışan Hıristiyan din adamları da mutlaka olmuştur. Fakat özellikle onsekizinci yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru görev yapan reâyâ vekilleri ve onların uygulamaları ortadadır.
Hıristiyan ruhban sınıfının ve Dragoman’ın kendi dindaşlarına karşı en çok baş vurdukları istismâr yollarından birisi şöyleydi: Rum köylülerin ürettiği yıllık ürünlerini, hasattan çok önce, tahmini olarak, genellikle de beklenenden daha düşük bir fiyata bağlamaktaydılar. Hasat sonunda elde edilen ürünü önceden belirledikleri fiyattan ve de vâdeli olarak satın almaktaydılar. Bu şekilde, tabiri caizse ucuza kapattıkları ürünleri gerçek fiyatından ya dışarıya ihrâç etmekteydiler, ya da peşin fiyatına başkalarına satmaktaydılar[84].
Zimmî temsilcilerinin bir başka göze çarpan istismârları da, bu döneme has olmamakla birlikte, zimmîlerin devlete ödemek zorunda oldukları ve kendileri tarafından yıllık olarak toplanan “emvâl-i mîrî”den olan cizye, haraç, ispençe, nüzül, maişet, rüsüm-ı zecriyye vb. vergilerin toplanması işleminde görülmekteydi[85]. Çünkü bu görev onlara bırakılmıştı[86]. Olay aslen, İmparatorluk genelinde bazı Türk idarecilerin de yaptığı “salyâne defterine fazla akçe eklemek[87] gibi bir şeydi. Vergi mükelleflerin tespit ve sayımını yapmakla ve her birisine ne kadar vergi yükü düşeceğini tayin etmekle yükümlü olan Kilise yetkilileri ve bu konuda yegâne yardımcıları olan Dragoman, bu işlemler esnâsmda, kendi cemaât mensuplarından, devletin tespit ettiği toplam vergi yükünden daha fazla vergi toplamak veya ölen veya kaybolan vergi yükümlülerini de var gösterip, bunların isimlerini defterden düşmeyerek oların vergi yüklerini de diğerlerinden toplamakta, fakat Türk idaresine de, nüfuslarında azalma olduğunu bildirerek önceden tespit edilenden daha az yıllık vergi vermekte ve böylece ortaya çıkan farkı kendi ceplerine atmaktaydılar[88].
4. Ehl-i Örf
Kıbrıs Eyâleti’nde söz konusu dönemde ada halkının sorunlarının en önemli beşeri kaynaklarından bilisi de, imparatorluk genelinde olduğu gibi[89], “ehl-i ‘örf tâ’ifesi” olacaktı. Bu işte, birkısım ilmiye sınıfı mensupları, yani bazı kadılar ve onların nâibleri de rol oynamışlardı.
Belgelerde, “ehl-i ‘örf taifesi” denildiği zaman sipâhiler veya “sâhib-i ‘arzlar, subaşılar, serdârlar, dizdârlar ve diğer Yeniçeri subayları kasdedilmekteydi. Ehl-i örf sınıfına mensup olanların tamamı Müslüman değildi. Zimmîlerden de timâra sahip olanlar vardı. Meselâ Gerine Kalesi bekçilerinden Yorgi v. Savva 7. Bölük’ten olup 4.000 akçelik timâra mutasarrıftı. Yorgi 1202/1788 yılında ölünce tiınârı, Kale Dizdarı Hacı Ahmed’in teklifi ile Suri v. Ristoğlo’ya tevcih olunmuştu[90].
Bahsi geçen “ehl-i 'örf”, yani askeri sınıfa mensup kimselerin halka karşı doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki şekilde haksızlık yaptıkları ve şikâyet konusu oldukları anlaşılmaktadır: Birincisinde, bu sınıf mensupları bizzat kendileri birtakım “zulm ü te'addi’de bulunmuşlardır. Bu hususta örnekler çoktur, fakat bazı karakteristik olanlarını vermekte fayda vardır.
“Devletlü ‘inâyetlü merhametlü Sultânım hazretleri sağ olsun” şeklinde başlayan muamelesi yapılmış bir arzuhâlde[91], bir “Nasrâniyye” hanım, kocası “Yanni nâm ziınmî”nin 1178 senesinde öldüğünü, ondan kalan “ma'lûmi’l-hudûd” tarlalar için Yanni’nin oğlu ve kendisinin hem oğlu, hem vekili olan Pileri’nin “tapuya müstehak” olduğunu, fakat “tapu-yı câriye” gerektiği için “sâhib-i 'arz"a müracaat edip, aynı Müslümanlar gibi “resm-i tapu”yu ödeyip yeni tapu almak istediğinde sâhib-i ‘arz’ın buna izin vermediğini ve ziyade akçe talep ettiğini bildirmektedir.
Lefkoşa Kadısı Ahmed Sâdık’ın bir ilâmına[92] göre, kendisinin gördüğü bir davâda, “medîne-i Lefkoşa sükkânından” Arçozlu Bâlî Beşe, yine Lefkoşa’dan eski Yeniçeri Zabiti Beki-r’in, bundan 11 sene önce görevde iken, kendisine emânet ettiği “bir nefer ‘Arab köle”, “bir çift”[93], bir katır ve 200 gruşunu geri vermediğini, “gasb” ettiğini iddiâ etmektedir[94]. Aslında, bahsi geçen Yeniçeri Ağası (Ebu) Bekir başkalarının da şikâyet konusu olmuştu. Hicri 1190 yılında[95] ölen Baf Kazâsı Alây Beyi’nin çocuklarına kalan 1 baş katır ve 6.000 akçenin vârislerine intikâline engel olduğu, “tama'-ı hânı hasebiyle” kendisi “zabt” ettiği ve Lefkoşa Kazâsı “fukarâ re'âyâları”na zarar vermemeleri için "kefil ve müte'ahhid” olduğu belli şahısların kazâya girmelerine ve re'âyâya “zuhn ü te'addî” etmesine göz yumduğu[96] için de halkın şikâyetlerine konu olmuştu.
Yine bir arzuhâlde[97], “Hırsohu nâhiyesi” İsû karyesi reâyâlarmdan bir kısım, ürettikleri sirkeleri için "kânûn ve defter mûcebince” karye sipahilerine 1/5’lik “‘öşür’lerini düzenli olarak ödemelerine rağmen, kendilerinden “ziyâde taleb” olunduğunu ve bu durumun refi için “hükm-i şerif’ verilmesini istemektedirler.
Ehl-i ‘örfün bu dönemde âdeta karışmadıkları ve karıştırmadıkları mesele kalmamış gibi gözükmektedir. Bazen Hıristiyanların dini panayırları olan Mirto Panayırı’da Papazlar’nı kendi dindaşlarından toplayacakları “tasadduk akçesf’ne el atmışlar[98], bazen de “celb-i mâl sevdâsıyla” Tuzla’da Ortodoksları kendi Katolik mezhebleı ine çekmeye çalışan “Efrenç râhibleri”ne dayanak noktası oluşturmuşlardı[99].
Ehl-i ‘örfün doğrudan işledikleri kanunsuz uygulamaları bunlarla sınırlı kalmayacaktı. Başka bir örnekte[100], Lefkoşa Kazâsı’na tâbi Akaça Karyesi’nin “zirâ'atçi re'âyâ kulları", karyelerinin “tımarlı sipâhileri”ne, üzerlerine düşen a'şâı ve rüsümlarını vaktinde edâ etmelerine rağmen, karyenin “müşterek sipahileri” bununla iktifa etmeyip, "ziyâde taleb” ve “vakitlü vakitsüz” birçok atlı adamla karyeye varıp “müft ü meccânen’’ yiyecek ve içeceklerini almak gibi "zulm ü te’addî” ettiklerini ve dolayısı ile bu tür kanunsuz hareketlerin önlenmesi babında “bir kıt’a emr-i şerif ihsân buyuı ılması”nı istemektedirler.
Bir belgede de[101], yine Kıbrıs ahâlî ve reâyâsından bazıları maruz kaldıkları haksızlıkları şöyle dile getiı inektedirler:
‘Arz-u hâl-i kullan Kıbrıs ceziresi ahâlî ve re'âyâsı ohıb, içimizden ba'zı kimesneler kendü sun'iyle suya gark ve ateşe hark ve üzerine divâr yıkılub ve yıldırım urub ve ağaçdan düşüb kendü sun'iyle helâk olanlardan öşr- diyet ve dem- diyet alınmak memâlik-i mahrûsede bâ-fermân-ı ‘âlî ıııemnü’ iken voyvoda ve mütesellim ve sâ’ir ehl-i 'örf tâ’ifeleri” taraflarından “sizin kasabanızda ol-vechile kan olmuş" deyü öşr-diyet ve dem-diyet mutâlebesiyle hilâf-ı kânûn te'addî ve rencideden hâli olmadıklarımıza binâen merâhim-i ‘âliyyelerinden mercûdur ki, kânûn üzre men'ü def içün emr-i ‘âlîleri ihsân buyurılmak babında emr-ü ferman devletlü ‘inâyetlü Sultânım hazretleı inindir.
Bendegân-ı ahâlî-i re'âyâ-i cezîre-i mezbûre
Ehl-i ‘örf’e mensup kimselerin, yukarıda anlatıldığı gibi, bazen bizzat kendilerinin halka karşı kanunsuz harekette bulundukları, bazen de kendi adamları veya başkaları tarafından halkın bu tür usülsüz uygulamalara maruz bırakılmalarına göz yumarak onlara dolayısıyla yardım ettikleri veya suça ortak oldukları görülmekteydi. Bunun örnekleri de çoktur. Meselâ, birisinde[102], Lefkoşa Kazâsı “re'âyâ fukarâsı”, yine aynı kazâdan Müzî Mustafa isimli birisinin "ehl-i 'örf’e kendilerini “gammazlayarak” akçelerinin alınmasına neden olduğunu, “bi-lâ-emr-i şerif tekâlifleri umürına” karışarak “zulın ü te'addî” ettiğini bildirmekte ve bu durumların “men' vü def ”i için “emr-i şerif” “ricâ” etmektedir.
Yine Lefkoşa’dan birkısım “re'âyâ fukaraları ”, bir arzuhallerinde aynı kazâdan Kara oğlu Mehmed’den[103], bir başka arzuhâlleı inde Lefkoşa’dan Muganni (?) oğlu Hüseyin ve San’nın oğlu Benli İsmail’den[104], bir başkasında Lefkoşa’dan Sâlih’ten[105] ve bir başkasında da yine Lefkoşa’dan Kapuser Ahmed ve Göbekli Mehmed’den[106] de aynı kanunsuzluk ve haksızlıklardan dolayı şikâyetçi olmaktadırlar.
Halkı “ihkâk-ı hak”, yani adâlet talebi için İstanbul’a arzuhâl ve mahzar göndermeye zorlayan etkenler ortaya konulduktan sonra, çalışmanın dördüncü bölümünde ise, dönemin birçok siyasi, idari, mali, toplumsal ve ekonomik gelişmesine ışık tutan B.O.A. A.DVN. KBŞ. Dosyası’ndaki Kıbrıs Ortodoks Kilisesi mensuplarına ve Gayrimüslimlere ait arzuhâlleı ve mahzarlar incelenecektir.
IV. ORTODOKS KİLİSESİ MENSUPLARINA VE GAYRİMÜSLİMLERE AİT ARZUHALLER VE MAHZARLAR
Bir onsekizinci yüzyıl Osmanlı eyâleti olan Kıbrıs’ta şahit olunan ve yukarıda genel hatları ile değinilen şartlar altında Ortodoks Kilisesi mensupları ve Gayrimüslimler hak arama çerçevesinde zamanın İstanbul hükümetlerine farklı zamanlarda ve çeşitli konularda arzuhal ve mahzar gönderme ihtiyacını hissetmişlerdir. Onların gönderdikleri arzuhal ve mahzarlarla ilgili olmak üzere bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde (İstanbul) ayrı bir dosya bulunmaktadır.
Söz konusu dosya, A. DVN. KBŞ., (Bâb-ı Âsâfî Divân-ı Hümâyûn Kıbrıs Şikâyeti Kalemi) Dosyası’dır. Dosyada 59 adet gömlek ve bu gömleklerde belgeler vardır. Bazı gömleklerin içinde belge bulunmamaktadır. Belge içeren gömlek numaraları şunlardır: 1, 5-6, 8, 10-12, 14- 17, 19-55, 57-59. Dosyada bu durumda 51 adet belge bulunmaktadır.
İlk gömlekte Veli (?) isimli bir Müslümana ait Hicri 1150 tarihli bir arzuhâl, son gömlekte ise Seyyid Hasan isimli yine bir Müslümana ait Hicri 18. 2. 1206 tarihli bir arzuhâl bulunmaktadır.
A. DVN. KBŞ. Dosyası’nda, özeti veya tamamı transkribe edilerek verilecek olan 35 arzuhâl, 4 mahzar, 8 i'lâm, 2 ‘arz (‘arıza)[107], 1 kâ’ime[108] ve bir takrir[109] bulunmaktadır. Müslümanlar 8 arzuhâl, 2 mahzara ve Zimmîler 27 arzuhâl, 2 mahzara sahiptir. Dosyadaki 51 belgenin %56.86’sı, 4 mahzarın %50’si ve 35 arzuhâlin de %77.14’ü Ziınmîlere aittir.
1 ‘arz (1/22), 1 takrir (1/15), 1 kâ’ime (1/27), Müslümanlara ait 1 mahzar (1/20) ve 1 arzuhâl (1/44) ve 5 i'lâm (1/8, 1/16, 1/29, 1/30, 1/31) da Zimmîlerle ilgili veya en azından onlara dair kayıt içermektedir. Bu durumda 51 blegenin 40 tanesi, yani %78,43’ü Zimmîlerle doğrudan veya dolaylı olarak ilgilidir.
Müslümanlar hak arama yolunda İstanbul’a yazdıkları 8 arzuhâl ve 2 mahzarda Müslümanları; Zimmîler de 27 arzuhâlin 21’inde ve 2 mahzarın 2’sinde Müslümanları şikâyet konusu yapmışlardır. 28 arzuhalden 6’sının konusu Zimmîler arası sorunlara dairdir.
Müslümanlar bir arzuhallerinde (1/44) isimleri verilen birkaç Müslüman ile bazı Zimmîleri birlikte şikâyet etmişlerdir.
Zimmîler 27 arzuhâllerinin 10’unu şahsi, 18’ini kaıye, nahiye veya kazâ ahâlileri olarak topluca sunmuşlardır. Yani 18 arzuhâl, mahzar niteliğindedir. Buna karşılık, Müslümanlar 8 arzuhâllerinden 5’ini şahsi olarak, 3’ünü de topluca sunmuşlardır.
Zimmîler arzuhâlllerinin 26’sini sadrazama, 1 tanesini padişaha (1/11), 2 mahzarlarının 2’sini de sadrazama hitaben yazmışlardır. Müslümanlar arzuhâllerini ve mahzarlarını sadrazama sunmuşlardır.
Dosyadaki Müslümanların ve Gayrimüslimlerin arzuhâlleri ve mahzarları nesih ve dîvânî kırması yazı türleri ile kaleme alınmışlardır[110]. Bazıları herhangi bir gruba dahil edilemecek kadar kötü yazılmıştır (1/33-34, 40, 42-43, 45-48, 50-51, 57). Bazıları da çok güzel kaleme alınmıştır (1/58). Gerek yazı, gerekse dil açısından gayet kötü yazılmış olan arzuhâller sıradan Zimmîlere aittir. Hepsi de aynı kalemden çıkmış gibi gözükmektedir. Kilise temsilcilerinin doğrudan işin içinde yer aldığı ciddi konularda, -meselâ adadaki Türk ileri gelenlerinin İstanbul’a şikâyet edilmesi gibi (1/58)- arzuhâllerin itina ile ele alındığı görülmektedir. Müslümanların arzuhâlleri daha düzgün şekilde kaleme alınmıştır.
Zimmîleri temsilen Kıbrıs Dîvân Tercümânları, Mahkeme ve Konsolosluk Tercümânları’nın kaleme aldıkları arzuhâl veya mahzarlarda genelde gerek ifâde, gerekse yazım kuralları açısından, Müslümanlara göre daha fazla uygunsuzluklara ve yanlışlıklara düştükleri görülmektedir. Bununla birlikte, Türkçe’nin onların yabancı dili olduğunu unutmamak gerekir.
Zimmîler İstanbul’a gönderdikleri arzuhâllerini ve mahzarlarını Türkçe ile kaleme almış olmakla birlikte, elimizdeki bazı belgelerin gösterdiği gibi, zaman zaman kendi dillerinde, yani Rumca (Rûmîce, Rûmî lisânında) ile de sunabilmişler ve isteklerini elde edebilmişlerdir[111]. Rum temsilciler veya görevliler ayrıca kendi cemaatleriyle ilgili çeşidi konularda Osmanlı idaresine sunacakları veya gerektiğinde gösterecekleri defter veya kayıtları da Rumca kaleme alabilmekteydiler[112].
Diplomatik ilmi açısından Gayrimüslimlerin ilgili dönemde İstanbul’a sundukları arzuhâller ve mahzarlar yukarıda ele alınan özellikleri taşımaktadırlar. Rükünler bunlarda mümkün olduğu kadar sade tutulmuştur. İstanbul’a arzuhâl yazan Zimmîlerin çoğunluğunun kırsal kesimde çiftçilik ve hayvancılık yapmakta olduğu göz önünde bulundurulduğunda arzuhâlllerin en sade ve yalın hâlde olması anlaşılabilir bir durumdur. Zirâ, Piskoposların İstanbul’a sundukları mahzarlar diplomatik ilmi kurallarına daha uygun ve daha düzgün yazılmışlardır (1/6, 20).
Dosya’da yer alan bütün belgeler konularına göre gerekli olan muamelelere dair kayıtlar içermektedir. Belgelerin hepsinde en üstte sağ ve sol köşelerdeki İstanbul hükümet merkezi kalemlerine (büro) âit derkenârlar, telhisler, ilk ve nihâî buyuruldular, sahhlar, vs. notlar vardır. Bunlar göstermektedir ki, idarecilerin kendilerine yaptığı veya birbirlerine karşı işledikleri her türlü “zulm ü te'addî”, yani haksızlığa dâir Müslim-gayrimüslim bütün halkın Kıbrıs’tan gönderdiği şikâyet dilekçelerinin hepsi merkez tarafından dikkâtle incelenip muamele görmüş ve gerekli mercilere konu havâle edilmiştir.
Bu dönemde kaleme alınan ve İstanbul’a sunulan arzuhâllerin ve mahzarların çoğunun reâyâya, yani Zimmîlere ait olması dikkât çekicidir. “Reâyâ fukarâları” sıradan Müslüman- lardan başka, merkeze sundukları 27 arzuhalin 10’unda olmak üzere, rahadıkla ve sık sık Türk yöneticilerini de (muhassıl, mütesellim, mültezim, kadı, nâ’ib, voyvoda, câbî, sahib-i 'arz, Yeniçeri Ağası, serdâr, subaşı, vs.) tek tek (1/6, 10, 26, 36, 39, 42, 46, 54, 58) veya hepsini birlikte (1/52) merkeze şikâyet edebilmişlerdir. Müslümanlar ve Müslüman yöneticilerden başka kendi liderlerinden Kıbrıs Dîvân Tercümânı Aci Yorgaki veled-i Yanni’yi de kendilerine karşı işlediği haksızlıklardan dolayı şikâyet etmişler ve tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini sağlamışlardı (1/25, 29, 31). Bu duruma bakarak rahatlıkla İmparatorluk genelinde olduğu gibi[113], Zimmîlerin şikâyet haklarını serbestçe, cesaretle ve Müslümanlara göre daha fazla kullanmış oldukları söylenebilir.
Zimmîlerin İstanbul’a taktim ettikleri arzuhâllerde yalnızca arzuhal sahiplerinin ve şikâyet edilen kimselerin isim, adres, unvan ve ikamet yerleri değişken unsurları oluşturmaktaydı. Bu belgelerin hemen hemen hepsinde, “hüve” daveti ve “devletlü 'inâyetlü ınerhâ- metlü Sultânım hazretleri sağ olsun” elkâbmdan sonra metin kısmı şöyle bir formül içerisinde devam etmekteydi:
Bu kulları (cezîre-i Kıbrıs’/da/a) vâkî’/tâbî’ Kazâsı/’nın/dan/na tâbi’ ...
nâhiyesi/nin/den .... karyesi/nin/den/ re’âyâ fukaraları olub, kazâ//nâhiye/kaıye-i nıezbûr sâkinlerinden nâm kimse/kimesne/kimesneler kendü hâlinde/lerinde olmayub şerîr ve
gammâz olub dâ’iınâ fukarâyı kâdî, nâ’ib, voyvoda, muhassıl, subaşı, ve sâ’ir ehl-i ‘örf’e hilâf-ı vâki' ınevâd isnâdıyla gammâzlayub/varub gammâzlayarak ve akçemi/akçelerimiz alınmağa bâ’is , bi-lâ-emr-i şerif tekâlifimiz umuruna karışub hilâf-i kânûn zulm ü te'addîsi men’
vü def olunmak bâbında emr-i şerîf ricâ olunu bâkî emi ü fermât! devletlü Sultâınmındır.
Bende/bendegân-ı ahâlî/re’âyâ-i fııkarâ kullan
A. DVN. KBŞ. Dosyası’ndaki Zimmîlere ait mevcut dilekçelerin çoğunluğunun özellikle 1198-1199 H./1784 yılında kaleme alınmış olması da dikkat çekicidir. Zimmîler KBŞ Dos- yası’ndaki 27 arzuhâllerinden 7’sini 1198 yılında, 16’sını 1 199 yılında yazmışlar. Zirâ bu tarihte, Kıbrıs’ta 8 yıldan beri muhassıllık yapmakta olup, “re’âyâ vekilleri” olan Ortodoks Başpiskoposu, yardımcıları ve Kıbrıs Dîvân Tercümânı (Dragoman) ile bilhassa adanın iç ve dış ticâreti hususunda[114] şiddetli bir rekâbet ve mücâdele içerisinde bulunan ve her türlü şikâyet dilekçesinde doğrudan ve dolaylı da olsa şikâyet konusu edilen El-hâc Abdülbaki Ağa, Müslümanların da şikâyeti üzerine görevden azledilmişti[115]. Bu durum özellikle Zimmîleıi oldukça cesaretlendirmiş gözükmektedir. Zimmîler 27 arzuhâllerinden l’ini 1200 (1/54), Tini 1202 (1/58) ve Tini de 1206 (1/57) yılında yazmışlardır. 1 tane de 1187 yılma ait (1/10) ar- zuhâlleri vardır. Bu durumda Zimmîlerin 27 arzuhâlinin 26’sının 1 198 ve sonrasına ait olduğu görülmektedir.
Bu nokta şöyle bir başka hususu akla getirmektedir: Bugün sıradan bir vatandaş için olduğu gibi, bu tarihte de, zimmî cemaâtine mensup sıradan kimselerin, şahsen veya grup hâlinde, okuma-yazma oranlarının çok düşük omasına rağmen[116], büyük bir medeni cesaretle, kırsal kesimde yaşıyor olmaktan da kaynaklanan onca zorluklar içerisinde çok zor gözüken bir işi, her zaman değil de belli bir yıl (Hicri 1199) içerisinde birçok defa yapabilmişlerse bunu tesâdüfle açıklamak kolay değildir.
Bununla birlikte, mevcut belgeler ve dönemin siyasi gelişmeleri, daha doğrusu Kilise ile Kıbrıs Muhassılı arasında cereyan eden çok yönlü rekabet ortamı[117] göz önünde bulundurulduğunda, özellikle, isim verilmeden “re'âyâ fukarâları kulları” gibi umumi adlar kullanılarak yazılmış olan arzuhâllerin “re'âyâ vekilleri ve kocabaşlarının (Başpiskoposlar, piskoposlar, Dîvân, Mahkeme ve Konsolosluk Tercümanları) kaleminden çıkmış olduğu sonucuna varmak mümkün gözükmektedir. Bu hususta Kilise yönetiminin ya da “re'âyâ vekilleri”nin yönlendirme ve organizasyonları şüphe götürmemektedir.
Reâyâ vekilleri’nin, muhassıl ağâlar ile olan mücâdelelerinde Kıbrıslı zimmîleri öyle ya da böyle kullandıklarını ve provoke ettikleri görüşünü, 1206 H./1792 yılında zimmîlerin ürettiği “hanır (şarap) ve araka” türü “müskirât”tan alınan devlet vergisi olan “rüsûm-ı zecrîyye”nin toplanması işlemi sürerken göstermiş oldukları tavır da desteklemektedir. Çünkü, “re'âyâ vekilleri ve kocabaşları” karye ve hâilelerdeki şarap ve benzeri içkilerin hesaplanıp vergilerinin alınacağını duyar duymaz, zimmîlere evlerindeki şarapların bir kısmını saklamalarını bildirdikleri kaydedilmektedir[118]. İlk önce ada genelinde toplam 16.664 guruş 32 pâre “rüsüm- ı zecrîyye” toplanmışken, “re'âyâ vekilleri ve kocabaşları”nın Lefkoşa’ya çağrılıp yapılan soruşturmaları neticesinde, genel toplanı rakamı 40.000 guruşa ulaşmıştır.
Bu dönemde bir kazâ, nahiye veya karye halkı tarafından İstanbul’a topluca sunulan ar-zuhâllerin Müslümanlara mı, yoksa Zimmîler mi ait olduğunu “imza” kısmına bakarak tespit edebilmek her zaman kolay olmamaktadır. Bununla birlikte, özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yansında, Osmanlı belgelerinde Müslümanların ve gayı imüslim cemaat mensuplarının kullandıkları unvanlar arasında önemli bir fark göze çarpmaktadır. Türk yöneticilerin yazışmalarda gayrimüslim tebaayı “re'âyâ”, Müslümanları da “ehl-i İslâm”, “âhâlî-i İslâm”, “âhâlî-i müslimîn” veya sadece “âhâlî” şeklinde isimlendirmeyi tercih ettikleri görülmektedir[119]. Gayrimüslimler de, kendilerinin o şekilde isimlendirilmesini kabul etmiş gözükmektedirler. Zirâ, İstanbul’a gönderdikleri arzuhâllerinde ve mahzarlarında isimlerinin önlerinde veya yerlerinde unvan olarak çoğunlukla “fuakarâ”, “re'âyâ fukarâları”, “re'âyâ kulları”, “fukarâları”, “âhâlî-i fukarâ” vb. tâbirleri kullanmışlardır[120].
A. DVN. KBŞ. Dosyası’ndaki arzuhâllerin ve mahzarların yer kayıtlarına göre ada genelinde dağılımına bakıldığında aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Yer / Belge Numarası:
Gerine / Labta karyesi: 23
Gerine: 37, 38
Kıbrıs / Dali karyesi: 23
Kıbrıs: 10, 19, 21, 22, 24, 39, 53, 55
Lefke / Karave karyesi: 34
Lefke: 26
Lefkoşa / Akça karyesi: 52
Lefkoşa / Dağ nahiyesi: 46
Lefkoşa / Değirmenlik: 1
Lefkoşa / Omorho nâhiyesi: 44, 54
Lefkoşa: 5, 6, 8, 12, 14, 25, 27, 28, 29, 30, 31, 35, 40, 41, 42, 43, 45, 47, 48, 49, 50, 51, 57, 58, 59
Mesariye / Silu karyesi: 33
Mesariye / Uşşak (?) karyesi: 32
Tuzla: 11,17
Kısaca bir değerlendirme yapmak gerekirse, 51 belgenin 29’unda adres olarak Paşa Sancağı, yani eyâlet merkezi olan Lefkoşa gösterilmiştir. Burada hatırlanması gereken noktada, ada nüfusunun çoğunluğunun Lefkoşa ve civarımla ikamet ettiği, adanın en önemli ticaret merkezinin Lefkoşa olduğu ve idari kurumlanıl burada bulunduğudur. Dolayısıyla nüfusun, ticaretin, ziraatın, zanaatın, kültürün ve de siyasetin merkezinde sorunların diğer bölgelere göre daha sık baş göstermesine ve şehirde yaşayanların daha yüksek bir kültür düzeyine ve medeni cesarete sahip oldukları için hak arama yolunda daha aktif olmalarına şaşmamak gerekir. Bu dönemde de önemli bir yerleşim yeri olan Mağusa Kazâsı’na ait bir belgenin olmayışı dikkat çekmektedir. Bununla birlikte coğrafi açıdan adanın hemen hemen her köşesinden insanların şikâyet haklarım kullandıkları görülmektedir.
Aynı dosyadaki Zinımîlere ait arzuhallerin ve mahzarların yer kayıtlarına göre dağılımına bakıldığında şöyle bir tablo oluşmaktadır:
Mahzarlar (Yer / Belge Numarası):
Gerine / Labta karyesi: 20
Lefkoşa: 6
Arzuhaller (Yer / Belge Numarası):
Gerine: 37, 38
Hrisohu nâhiyesi / Isu karyesi: 36
Kıbrıs: 10,21,39,52, 53
Lefke / Karave karyesi: 34
Lefkoşa / Dağ nâhiyesi: 46
Lefkoşa / Omorfo nâhiyesi: 54
Lefkoşa: 25, 28, 40, 42, 43, 45, 47, 48, 49, 50, 51, 57, 58
Mesariye / Silu Karyesi: 33
Mesariye / Uşşak (?) karyesi: 32
Tuzla: 11
Söz konusu dağılıma bakıldığı zaman belgelerin genelinde geçerli olan hususların Zimmîlere ait belgeler için de geçerli olduğu görülmektedir. 27 arzuhalin 15’inde ve 2 mahzarın l’inde adres olarak ada merkezi olan Lefkoşa ve ona bağlı nâhiye ve karyeler gösterilmiştir. Bu durumdan, Zimmîler için de hayatın merkezinin Lefkoşa olduğu anlaşılmaktadır. Bu noktada Zimmîlerin temsilcileri olan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposluğu’nun, Kıbrıs Dîvân Tercümânı ve Mahkeme Tercümânı’nın (Dragoman) ikâmetgâhlarının Lefkoşa’da bulunduğunu hatırlamak gerekir.
İçerik açısından A. DVN. KBŞ. Dosyası’ndaki belgelere bakıldığında gayet renkli bir tabloyla karşılaşılmaktadır. Dosya’daki 51 belgenin içerdiği konuları bazı başlıklar altımla toplamak mümkündür. Konu başlıkları ve ilgili belgelerin numaraları aşağıdaki gibidir:
Alacak-verecek meselesi: 28, 33, 37, 38
Arazi-toprak meselesi: 34
Asayiş: 58
Faili meçhul cinayet: 23, 24
İltizâm/mültezim: 17
Kıbrıs’tan peksimet talebi/korsanlık: 19
Mal-mülk gasbı: 14, 59
Muhassıl Silahdâr (Çil) Osman Ağa Olayı: 5, 6, 8, 30, 31
Otlak-merâ meselesi: 32
Reâyâyı idarecilere gammazlama: 40, 43, 45, 47, 48, 49, 50, 51
Su meselesi: 41,44
Tercümân Aci Yorgaki veled-i Yanni’nin haksızlıkları, tutuklanması, İstanbul’a irsâli: 25, 29, 31
Ticari ortaklık: 21
Usulsüz devre çıkma, yem ve yiyecek taleb etme: 26
Vakıf/arazileri/icârı: 1, 16, 20, 55
Verâset/tereke: 11, 12
Vergi/ziyâde talebi/usul: üzlükleri: 10, 15, 22, 27, 35, 36, 39, 42, 46, 52, 53, 54
Vesayet: 57
Yukarıda görüldüğü gibi, belge sayısına göre halkın en çok şikâyetçi okluğu konular şunlardır: Vergi meseleleri (11 belge), reâyâyı idarecilere gammazlama (8 belge), Muhassıl Osman Ağa olayı (5), Vakıf ve vakıf arazileri (4 belge), Alacak-verecek meselesi (4 belge), Tercümân Aci Yorgaki veled-i Yanni olayı (3) ve çeşitli olağan konular. Muhassıl Osman Ağa ve Tercümân Aci Yorgaki veled-i Yanni’nin, özellikle vergileri konusunda yaptıkları haksızlıklardan dolayı halkı çileden çıkarmış, birincisi çıkan bir arbedede öldürülmüş, İkincisi de yapılan şikâyetler üzerine gerekli takibattan sonra tutuklanmış ve İstanbul’a gönderilmiş olan Müslümanların ve Gayrimüslimlerin önde gelenleri olduğunu belirtmek gerekir.
Belge içerikleri konusunda elde edilen söz konusu verilerden hareketle, ada halkının on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında karşılaştığı en önemli sorunun vergileri konusunda yapılan usulsüzlükler ve haksızlıklar olduğu söylenebilir. Bu durum da, aslında, yukarıdaki bölümlerde değinildiği gibi, ilgili dönemde İmparatorluk genelinde hâkim olan ve merkez- taşra ilişkileri çerçevesinde meydana gelen gelişmelerin Kıbrıs Eyâleti’ni de doğrudan etkilemiş olduğunu göstermektedir.
Gayrimüslimlere ait veya en azından onlarla ilgili kayıt içeren belgelere gelince, bunları da aşağıdaki gibi tasnif etmek mümkündür.
Konu / Belge Numaraları:
Alacak-verecek meselesi: 28, 33, 37, 38
Arazi-toprak meselesi: 34
Asayiş: 58
Muhassıl Silahdâr (Çil) Osman Ağa Olayı: 6, 8, 30, 31
Otlak-merâ meselesi: 32
Reayayı idarecilere gammazlama: 40, 43, 45, 47, 48, 49, 50, 51
Su meselesi: 44
Tercüman Aci Yorgaki veled-i Yanni’nin haksızlıkları, tutuklanması, İstanbul’a irsali: 25, 29, 31
Ticari ortaklık: 21
Vakıf/arazileri/icârı: 16, 20
Verâset/tereke: 11
Vergi/ziyâde talebi/usulsüzlükleri: 10, 15, 22, 27, 36, 39, 42, 46, 52, 53, 54
Vesayet: 57
Bu tasnife bakıldığında Zimmîlerin ilgili dönemde şikâyet ettikleri sorunların belge sayısına göre; vergi usulsüzlükleri (11 belge), bazılarının kendilerini yöneticilere gammazlaması (8 belge), alacak-verecek meselesi (4 belge), Muhassıl Osman Ağa meselesi (4 belge), Tercümân Aci Yorgaki veled-i Yanni’nin haksızlıkları, tutuklanması, İstanbul’a irsâli (25, 29, 31) ve olağan sıkıntılardan oluştuğu söylenebilir.
SONUÇ
Onsekizinci yüzyıl ve özellikle ikinci yarısı İmaparatorluk genelinde olduğu gibi, Kıbrıs Eyâleti’nde de idari, sosyal ve ekonomik açıdan çalkantılı ve sıkıntılı geçmiştir. Bu değişim döneminde merkezi hükümetlerin taşrada otoritesini önemli ölçüde yeni mahalli güç odaklarına kaptırdığı veya onlarla paylaşmak zorunda kaldığı görülmüştü.
Bu dönemde Kıbrıs’ta Müslüman âhâli ve gayrimüslim reâyânın ada tarihinde hiç eksik olmayan kuraklık, vebâ, depremler ve çekirge istilâları gibi âfetlerden başka karşılaştığı sıkıntıların üç resmi kaynağı vardı: Kanun ve nizâm tanımaz hale gelen askerî sınıf, ya da “ehl-i ‘örf’, bunlara karşı devletin desteği ile ortaya çıkan ve yeni mahalli güçleri oluşturan “Kıbrıs ayan ve eşrâfı” ve Zimmîlerin resmi temsilcileri kılınan Kıbrıs Ortodoks Kilisesi temsilcileri ve Kıbrıs Dîvân Tercümânı (Dragoman) idi.
Yüzyılın ikinci yarısında, taşrada devlet otoritesinin temsilcileri durumundaki adı geçen zümrelere mensup kişilerin halktan en kısa sürede en yüksek oranda para elde etmek için yaptıkları baskı ve çok çeşitli kanunsuz ve izinsiz uygulamalarından bütün ada halkı oldukça bunalmış, “perakende vü perişan” olma noktasına gelmişti.
Bu noktada, imkânı ve medeni cesareti olan Kıbrıs’taki Müslüman âhâli ve zinımî reâyâdan bazı kimseler karşılaştıkları sorunların çözümü için konuyu şahsi veya toplu olarak arzuhâl ve mahzar şeklinde İstanbul’a yazmışlardı. Bu arzuhaller ve mahzarların önemli bir kısmı T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A. DVN. KBŞ. Dosyası’nda kayıtlıdır.
Bu çalışmada söz konusu dosyadaki Zimmîlere ait arzuhâller ve mahzarlar ele alınmıştır. Yer yer Müslümanlara ait olanlarla birlikte değerlendirilmiştir.
Yapılan incelemede Zimmîlerin hak arama yolunda şikâyet haklarını rahatlıkla ve özellikle Hicri 1198 yılı ve sonrasında sıklıkla kullandıkları görülmüştür. İstanbul’a Müslümanlardan daha fazla arzuhâl göndermiş olan Gayrimüslimler sıradan Müslümanlardan başka, Müslim ve gayrimüslim yöneticileri bile bazen birer birer, bazen de hepsini birlikte şikâyet etmişler ve sonuç almışlardır. Merkezi hükümetler yapılan yazılı şikâyetlerin hepsiyle ilgilenmişlerdir. Bu çerçevede Kıbrıs Muhassılı El-hâc Abdülbaki Ağa ve Dîvân Tercümânı Aci Yorgaki veled-i Yanni gibi en yetkili kişileri bile Hicri 1198 yılında en sert şekilde cezalandırmaktan geri kalmamıştır. Bu durum Zimmîleri hak arama yolunda daha da cesaretlendirmiştir.
Osmanlı hükümetleri Zimmîlerin kendi dillerinde sundukları dilekçelerini de kabul etmiştir. Sıradan Zinımî reâyâ arzuhallerinin yazımında, Kilise temsilcilerinden ve Divân, Mahkeme ve Konsolosluk Tercümânları’ndan (Dragoman) her türlü yönlendirme, destek ve teşviki görmüştü. Bununla birlikte, bunların sunduğu arzuhâller ve mahzarlar, diplomatik ilmi açısından Müslümanlarınkine göre genelde daha sade, yazım şekli ve dilbilgisi açısından daha sorunludurlar.
Zinımîler arzuhâllerini ve mahzarlarını çoğunlukla adanın idari, ticari, zanaat, kültür ve nüfus yoğunluğu açısından merkezi olan Lefkoşa’dan göndermişlerdi. Gönderdikleri 27 ar- zuhâlden 26’snıı Hicri 1198 sonrasında yazmışlardı. Zimmîleı İstanbul’a en çok vergileri konusunda karşılaştıkları sorunlarla ilgili arzuhâl ve mahzar sunmuşlardı.
B.O.A. A. DVN. KBŞ. (Bâb-ı Âsâfî Divân-ı Hümâyûn Kıbrıs Şikâyeti Kalemi) Dosyası’ndaki Belgelerinin Dökümüne Dair Tablo: