Osmanlı Belgelerinin Tarihlerine Dâir
Osmanlı belgelerinin cinslerine göre hepsinin özellikleri farklı olduğu gibi tarihlerinin yazılış şekilleri de farklıdır.
Bilindiği gibi Osmanlılar, Tanzimat sonrasına kadar, sadece gökteki ay esâsına dayanan hicrî takvimi kullanmışlardır. Ancak meselâ, bütçeler gibi mâlî konularda, XVII. asır istisna edilirse, güneş yılını esas almışlardır. Nisbeten az olmakla beraber, bazı belgeler ise hiç tarih ihtiva etmezler.
Maliye ve Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılan ferman ve beratlar ile kaza organlarınca düzenlenen îlâm gibi belgelerde tarihler tamamen Arapça olarak “yevmü’s-sânî aşer min şehr-i saferü’lmuzaffer li-sene erba‘a ve selâsin ve mie ve elf” (12 Safer 1134)[1] yahut “Hurrire fi ihda ve’l-aşer min şehr-i şa‘bani’l-muazzam sene ihda aşer[ve] mieteyn ve elf” (11 Şa‘ban 1210)[2] şeklinde yazılmışlar ve örneklerde de görüleceği gibi, ayların isimlerinin arkasından sıfatlarına[3] da yer verilmiştir.
Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarda ise günün tarihi yerine “evâil” (1-10), “evâsıt” (11-20) ve “evâhır” (21-30) gibi onar günlük devreler belirtilmiş ve tarih şöyle yazılmıştır: “Tahriren f’î evâil-i şehr-i rebi‘ülevvel sene semâne ve seb‘in ve mieteyn ve elf” (1-10 Rebi‘ülevvel sene 1278)[4] . Bu tarihleme şekli, aynı devreye giren birden fazla belge olması halinde tarihçiler için, belgelerin hangi sıraya konulacağı husûsunda, bazı hallerde, güçlük yaratabilmektedir.
Tarihler, bir belgeyle ilgili muâmelenin başlatılması emri veya muâmele sonucu hakkında sadrazamın buyruldusunun altına konulanlarla timar beratları ve bazı belgelerin özetlenerek sunulduğu belgelerde kâğıdın en üstünde kimden gelen ne tür bir belge olduğunu gösteren cümlenin sonunda konulanlar[5] dışında, daima belgelerin bitiminde yer alırlar. Muâmele görmüş belgelerdeki buyuruldularda ise, buyuruldu uzun olduğu ve sayfanın altında devam ettiği durumlar hariç, her zaman belgenin üstünde bulunduklarından tarihler de bunun altındadır.
Timar beratlarında ise tarih, belgenin arka yüzünün orta yerinde ve yazı ile “12 Muharrem sene seb‘a aşer [ve] mie ve elf” (12 Muharrem 1117) şeklinde yazılmışlardır[6] .
Hazine gelir ve giderleriyle ilgili belgeler meselâ, gümrük, maden, vs. mukataaların belli bir süreyle iltizam veya emanet ile idare edilmesinin belli bir şahsa verilmesi halinde bu devrenin başlangıç ve bitiş tarihleri “... İzmir Meyve-i ter gümrüğü bin iki yüz on üç senesi muharremi gurresinden sene-i mezbûrenin gāyetine gelince bir sene-i kâmile ...”[7] veya “ .. gurre-i şehr-i şevvali’l-mükerrem ilâ 24 şehr-i mezbûr, vâcib-i sene 1185, der zamân-ı Ahmed Ağa Emin-i Gümrük-i İzmir, sene 3.” Bu örnekte, belirtilen tarihler arasında gelen mallar ve hasılat ile emânetin kaç sene süreyle verildiği “sene 3” şeklinde belirtilmiştir[8] .
Tarihlerin maliyeden verilen emr-i şerif ve beratların müsvedde[9] veya sûretlerinde[10] ise, “16 M sene 1086” yahut “13 ZA sene 1205”[11] şeklinde gün ve yıl rakamla, ay ise bilinen kısaltmalar iledir[12]. Fakat Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarla maliyeden yazılanlar yine farklı olup maliyeden yazılanlarda ayın tarihi tam olarak verilmişken Dîvân-ı Humâyûn’dan yazılanlarda “Evâsıt-ı N sene 1209” veya “Evâil-i R sene 1187” [13] şekilleri tercih edilmiştir.
Muharrem ayı olan tarihlerde bazan “م “ harfi ile sene birleştirilerek[14] yazılmıştır.
Tarihlerde, ayın ilk günü için “1” yerine “gurre”[15], son günü için ise “29” veya “30” yerine “selh” [16] veya “gāye” tabirleri kullanılmıştır.
Belgelerin defterlerdeki sûretlerine gelince: Maliye defterlerindekilerde yine tam tarih yazılmışken Dîvân-ı Humâyûn’da tutulan Mühimme defterlerinde XVII. yüzyıl ortalarına kadar farklı bir tarz görülür. XVI. yüzyıl mühimmelerinde başlık tarihler vardır. Ayın aynı gününe âit hükümler bir başlık altında yazılmış olup tarihler haftanın günüyle “yevmü’l-ısneyn” veya “yevmü’l-cum‘a” şeklinde başlar ve “fî 6 Recebü’l-ferd sene 972” şeklinde devam eder. Nâdir olarak “yevmü’s-selâse fî ramazani’l- mübârek sene 961” dendiği halde altına hüküm yazılmayıp ertesi günün “yevmü’l-erba‘a fî ramazani’l- mübârek sene 961” tarihi atılarak hükümlere yer verilmiş de olabilir[17].
Bir başlık altındaki hükümlerden birinin altında farklı bir tarihe de rastlanır. Aynı tarih altındaki hükümlerin sayısının hayli fazla olduğu da vâki‘dir ki bu, arada tarih konulmasının ihmal edildiği veya bazı sayfa yahut cüzlerin karışmış yahut kaybolmuş olduğunu düşündürür[18].
Bazı belgelerde “22 S 194” gibi tarihlerin bin haneleri[19] bazılarında ise “17 CA 47” veya “22 B 56” gibi bin ve yüz haneleri ihmal edilmiştir[20].
Bazı belgelerde ise “24 Şa‘ban sene 6” gibi yılın sadece birler hanesi bulunmaktadır[21]. Aynı numaradaki diğer belge veya belgelerde tam tarih yazılmış olanlarda asrını tespit etmek sıkıntı yaratmazsa da böyle bir imkânın bulunmadığı hallerde diğer hususlar dikkate alınarak asrına karar vermek icab eder.
Eğer, belgenin herhangi bir yerinde, meselâ derkenarın altında yılı tam olarak bildiren 1093, 1193 veya 1293 gibi bir tarih varsa bu, belgenin tarihinin tesbitini mümkün kılar. Yalnız, derkenar edilen belgenin (sâbıkı kaydı) bir ferman sûreti olması gibi hallerde, bu kaydın sonlarına doğru da tarih bulunabilir. Bu tarih, derkenar edilen belgenin yazıldığı tarihi gösterir, incelenen belgenin tarihini değil[22]. İki tarihin karıştırılmaması gerekir.
Bazı belgelerin arkasında muâmele gördükleri tarih vardır. Bu tarih tam yazılmışsa herhangi bir şüpheye mahal kalmaz. Eğer bu da ön yüzdeki gibiyse başka bir takım ipuçları aranır. Yaşadığı devir bilinen bir şahıs için “hâlâ”, (vazife başında olduğu); “sâbık” veya “esbak” (vazifeden ayrılmış bulunduğu); “müteveffa”, “merhum”, “maktûl” (hayatta olmadığı)na işaret eden kelimeler de tarihlendirmeyi kolaylaştırır.
Belgenin ön yahut arka yüzünde bir mühür bulunabilir[23]. Arşivimizdeki devlet adamları ve devletle iş gören sarraf, tüccar, esnaf, mültezim gibi şahısların mühürlerini ihtiva eden koleksiyonlardan da faydalanılabilinir.[24]
Belgenin tarihinde binler, yüzler ve onlar hanelerinin ihmal edildiği hallerde asrın tespitinde, kâğıdın kullanılış şekli, meselâ sâbıkı kayıtlarının[25] aynı kâğıt üzerinde olup olmadığı ve yazının cinsi (nesih, rık‘a vs.), kâğıdın cinsi, Doğu veya Batı menşe’li oluşu, filigran[26] bulunup bulunmadığı da belirleyici rol oynar.
Bazı belgeler ise hiç tarih ihtiva etmezler. Bunların başında sadrazam veya sadaret kaymakamı tarafından padişaha sunılan telhisler ile padişahın hatt-ı humâyûnları gelir. Aslında, herhangi bir olayın, padişaha sunuluncaya kadar olan yazışmalarının telhise ek olarak padişaha sunulmış olması icab eder. Fakat muhtemelen tasnif sırasında bunların bir kısmı ayrılarak başka tasniflere konulmuştur. Bunun için, o belgelerin tam tarihlerini tesbit etmek her zaman kolay değildir. Hatt-ı humâyûn tasnifindeki belgelerin arkasına ilk tasnif sırasında kurşun kalemle ve parantez içinde tahminî seneleri yazılmıştır. Bu tarihlerin doğru olduğu belgeler bulunduğu gibi birkaç sene, hatta, yeni düzenlenen kataloglarda, bir asra varan yanılmalara da rastlanabildiğinden[27] tarihlendirmelerde çok dikkatli olunması gerekir.
Katalogların bilgisayara aktarılması sırasında maalesef çok büyük bir hata yapılmış, bu tahminî rakamlar hakiki gibi kabûl edilmekle yetinilmemiş önlerine birer de “29 Zilhicce” eklenmiştir. Belge orijinallerinin artık araştırıcıya çıkarılmaması, sadece bilgisayar görüntülerinin kullanılması da burada ayrı bir dezavantaj olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı genç tarihçiler, bu tahminî tarihleri belgenin hakikî tarihi gibi kullanmaya başlamışlardır. Bu tasnifteki belgelerin altına, Muallim Cevdet, Ali Emiri, A.DVN., D.BŞM (Başmuhasebe) gibi diğer bazı tasniflerdekinden farklı olarak sadece “HAT.0209” gibi dosya numarası konulması, belgenin yazıldığı kâğıdın genelde alt tarafına, altta yer olmaması halinde üste kalemle yazılmış olan “HAT.209/11132” şeklindeki belge numaralarının ancak belge açıldıktan sonra görülebilmesi de bir eksikliktir.
Arzuhallerde de, nadiren konulanlar istisna edilirse, tarih yoktur. Lâkin, bunların, gördükleri muâmele, belgenin üzerinde olanları –ki meselâ XVII. ve XVIII. yüzyıllardakiler böyledir– diğer tarihsiz belgelere nazaran daha şanslıdır. Gerek üzerlerindeki buyuruldularda, gerekse derkenarlardaki sâbıkı kayıtlarının altında bulunan tarihler[28] muâmele gördikleri tarihleri gösterdiğinden arzuhalin de tarihi tesbit edilebilir.
Bazı belgelerde –ki bunlar içinde müsveddelere de rastlanır– altında tarih bulunmasa da metnin içinde bir olaydan bahsedilirken “67” veya “81 tarihinde” yahut “altmış beş senesinden altmış sekiz senesine” kadar biriken kira borcundan bahsedilmiş ve “işbu altmış dokuz senesine mahsûben dahi ...” gibi ifadeler kullanılmıştır. Belgenin arka yüzünde “8 Zilka‘de sene 69” yanında “mühimme” kayıtları ile “12 Zilka‘de” tarihi ve diğer bazı kayıtlar bulunmaktadır. Altına ise tasnif hey’etince “12 Zilka‘de 1269” tarihi konulmuştur. [29]
Belgede böyle aydınlatıcı kayıtlar bulunmaması durumunda ise bilinen bir olayın veya şahsın adı geçmesi halinde asrını tayin etmek kolay olabilir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Şahıslar, bazan sadece lâkaplarıyla yazılmış ve aynı âileden birden fazla aynı adı taşıyan, hatta aynı vazifede bulunmuş olanlar görülebilir. Meselâ, dede ile torunun veya üç göbek sonraki birisinin isimleri aynı, fakat yaşadıkları asır farklı olabilir. O takdirde asrını tayin edebilmek için belgenin diğer özelliklerine bakmak gerekir.
Yazının cinsi ve yazı belli bir makama hitâben yazılmışsa o müessesenin ne zamandan beri var olduğunun göz önünde bulundurulması icab eder. Meselâ, mukataaların kayd-ı hayat şartıyla satıldığı mâlikâne sisteminden[30] bahsedilen belge 1695 öncesine tarihlendirilemez. Sultan III. Selim devrinde Nizâm-ı Cedid[31] veya Avrupa’da Osmanlı ikāmet elçiliklerinin kurulması[32], Sultan II. Mahmud devrinde başlayan merkez ve taşradaki idârî değişiklikler[33] vs. de dikkate alınmadan tarih belirlenmesi hatalı olur. Ayrıca, yazının cinsi de tarihlendirmelerde rol oynar Meselâ, rik‘a ile kaleme alınmış bir belge XVII. veya XVIII. asırlara tarihlendirilemez. Zîrâ, bu yazı XIX. asırda kullanılmıştır. Yazı gibi kâğıdın kullanılışı da mühimdir. Belge cinslerine göre yazının, kâğıdın neresinde yer alacağı bellidir. Meselâ, sadrazam tarafından padişaha sunulan telhisler kâğıdın üst yarısından başlarken, Sultan II. Mahmud devrinde –şu andaki bilgilerimize göre– 1832’den îtibâren tatbikine başlanan sadrazamın mâbeyn başkâtibine hitaben yazdığı arzlar ve yine mabeyn başkâtibi tarafından arzın altında kaleme alınan, padişahın emrini ihtiva eden iradeler, kâğıdın alt yarısında yer alır. Bunun gibi genellikle arzuhallerle kadı îlâmlarında da yine kâğıdın alt yarısı kullanılmıştır. Bu özellikler, sadece sayılan belgelere münhasır olmayıp diğer belge cinsleri için de kâğıdın belli kullanılış şekilleri vardır.
Sayılan hususlar dikkate alınmadığı takdirde, XIX.yüzyıla âit bir belgeyi, XVIII. yüzyıla tarihlendirmek gibi bir hataya düşülebilir. Bu da, hiç istenmeyecek bir durumdur.
Osmanlılar, sadece hicrî takvimi kullanmamışlardır. 1256 (1840)’dan îtibâren rûmî veya mâlî takvime de yer vermişlerdir. Hicrî 1256 senesinin 9 Muharremi Rûmî 1 Mart’a rastlamıştır. Rûmî takvimde de, milâdî takvim gibi, güneş senesi esas olduğundan hicrî takvimle aradaki fark, her sene açılarak devam etmiştir. Rûmî 1 Mart ise milâdî takvimde 13 Mart’a denk gelmektedir[34].
1256’dan sonra bütün belgelerde hicrî tarihle birlikte rûmî tarih de kullanılmış değildir. Tesbitlerimize göre meselâ irade belgelerinde iki tarihin bir arada kullanılışı H. 1293 (M.1878) yılından îtibârendir. 16 Safer 1293, rûmî 1292 senesinin başlangıcıdır[35].
Bir Şûrâ-yı Devlet mazbatasında çiftli tarihler “fî Selh-i Şa‘ban sene 1318 ve fî 9 Kânûn-ı evvel sene 1316”, kurban bayramı merasimine dair sunulan bir belgede ise “4 Zilhicce sene 330 / 1 Teşrin-i sânî sene 328”[36] şeklindedir[37].
Osmanlı belgelerinde XVI. asırda hicrî ve milâdî tarihin bir arada kullanlmasına da rastlanır. Avrupa hükümdarlarına gönderilen nâme ve ahidnâme-i humâyunlarda XVI. asırda, meselâ Sultan Kanûnî Süleyman’ın Fransa Kralı François’ya gönderdiği nâmede tarih kısmı “Bu hükm-i şerif bizim ulu peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın -sallallahu aleyhi ve sellemhicreti tarihinin Muharrem ayının birinci gününde ki, İsa peygamber aleyhi ve sellem tarihinin Ulyus (Temmuz) ayının on ikinci gününde” denilerek her iki tarih birden kullanılmıştır[38].
Ahidnâme-i humâyunlarda ise bazan hicrî, bazan da milâdî tarih önce yazılmıştır. Sultan II. Bayezid’in Macarlara verdiği ahidnâmede ilk tarih “Bu ahidname İsa-yı nebi tarihinin bin beş yüz üçüncü yılında Novorisin (november=kasım) dördüncü gününde ve bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- tarihinin dokuz yüz dokuzuncu yılında cumadelulânın onbeşinci gününde yazıldı” şeklinde milâdî iken daha sonrakilerde milâdî tarihe hicrîden sonra yer verildiği anlaşılmaktadır[39].
Hariciye Nezâreti’nin kuruluşundan (1836) sonra zamanla sadece Avrupa devletleri ve bunların İstanbul’daki temsilcileriyle[40] değil, Batı’daki Osmanlı temsilcilikleriyle de yazışmaların Fransızca yapıldığı görülmektedir[41]. Tabiî olarak da artık yalnız milâdî tarih kullanılmıştır.
Belgelerin değerlendirilmesinde bütün bu hususların dikkate alınması araştırmanın selâmeti bakımından faydalı olacaktır.
EKLER